Her roman ”yeni” olmalı

Faruk Şüyün'ün bu haftaki konuğu; Buket Uzuner

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Romancı, hikâyeci ve gezi yazarı. Hacettepe Üniversitesi, (Norveç) Bergen Üniversitesi, (ABD) Michigan Üniversitesi'nde biyoloji ve çevre bilim eğitimi aldı. (Finlandiya) Tampere Teknik Üniversitesi ve O.D.T.Ü'de araştırmacı olarak çalıştı, ders anlattı. Romanları yedi dile çevrildi. 1996 yılında (ABD) Iowa Üniversitesi'nin (IWP) onur üyesi oldu. 2004 yılında da ODTÜ senatosu tarafından takdir belgesiyle onurlandırıldı. Kuzey Sahra Afrikası, Kuzey Amerika, Kanada ve Avrupa'da uzun tren seyahatleri yapan ve yaşayan Buket Uzuner şimdi İstanbullu. Ve  son kitabı "İstanbullular"ın İngilizce ve Türkçe çizgi romanı çıktı geçtiğimiz günlerde:

"Onun hazırlamak için çok emek verdik. Türkiye'de çizgi roman çok küçümseniyor, sanat sayılmıyor. Ben buna çok karşıyım. Hâlâ 'Ten Ten' okuyorum. Çocukken, - muhakkak sen de öyleydin – 'Tommiks', 'Teksas' okurduk. Keşke siyasetçilerimiz de çizgi roman dahil edebiyata ve kitaba yakın olsalar diye düşünüyorum."

İstanbul önümüzdeki günlerde biyografinizde yeni bir kitapla daha yer alacak değil mi?

"Evet. Bugünlerde Everest Yayınları'ndan 'Benim Adım İstanbul' isimli bir kitabım çıkıyor. 'İstanbullular' romanının içindeki İstanbul'un konuştuğu bölümleri bir şehir monografisi gibi yaptık. Semtleri anlatıyor. Ama meselâ üç futbol takımını da ekledim bu baskıya. Sadık Karamustafa ve Ayşe Karamustafa Tasarım Ajansı tasarladı. Çok şık bir kitap oldu. O da İngilizce ve Türkçe yayınlanacak.

İstanbullular"ın İstanbul Modern Müzesi'nde geçen bir bölümü var. Heykeltraş Ayhan, İstanbul Modern'in kafesinde çalışmayı çok seviyor ve 'şeytan diyor ki her şeyi sat Fındıklı'da bir yere taşın. Sabah traşını olur olmaz gel ilk kahveni dünyanın en güzel manzaralarından birisine bakarak iç - tarihi yarımadayı görüyor çünkü İstanbul Modern'in kafesi - birkaç tane orijinal eseri seyret, bak bakalım o gün bileğini kimse bükebiliyor mu?

Romanı yazarken İstanbul Modern'in kafesinde çalışıyordum. O sırada Oya Eczacıbaşı'nın dikkatini çekmişti ve 'biz de bir şeyler yapalım' demişti romanın tanıtımını orada yaptık 2007'de. Şimdi 'Benim Adım İstanbul' için yeniden bir jest yapmak istedi Oya Eczacıbaşı, küçük bir tanıtım yapacağız orada, ama daha önemlisi İstanbul Modern Müzesi'nin hediyelik eşya dükkânında bu kitaplar da bulunacak. Dünyada ilk defa bir edebiyat eseri farklı formda ve formatta da olsa bir plastik sanatlar, güzel sanatlar müzesinin dükkânına girecek, bu da benim için çok kıymetli."

Son yıllarda bir de yeni roman üzerine çalışıyorsunuz...

"Evet, 3 yıldır. Biliyorsunuz ben 4-5 yıldan önce romanlarımı bitiremiyorum."

Eh, hayranlarınız bu konuda şikâyetçi olsalar gerek!

"Çeşitli çevreler beni çok eleştiriyorlar. Yorum yapmamak için çevreler diye geçiştiriyorum. Yılda bir roman yazmam için baskı yapılıyor. Ben bunu çok hüzünlü buluyorum. Çünkü yazının demlenmesi gerektiğine inanıyorum. Her yıl bir roman çıkarınca ne olacak? Yazara da yazık, okura da yazık. Ama biliyorsun sistem artık böyle. Kim ne kadar çok görünürse tüketim toplumunun o kadar kadını ya da adamı oluyor!"

Yeni yapıtı...

Bu konular uzun bir tartışma konusu. En iyisi biz yeniden romanınıza dönelim...

"Uzun zamandır Şamanizm'e aklımı taktım. Hemen hemen bütün tektanrılı dinlerden önce dünya insanları paganmış. Biz Şamanizm'e inanıyormuşuz. Özellikle şu sıralarda dünyada din, konservatizm yükselirken din olmasa, o olmadan önce nasıldık şeklindeki düşünceler edebiyatçıların normal olarak kafasını yorduğu şeylerdir. Bir baskı unsuru hissediyorsan üzerinde bu olmasa nasıl olurduk fantazisinden giderek oradan Şamanizm'e tosluyorsun.

Ama biz konuyu çok bilmiyoruz. Meselâ ben Björk hayranıyım, bütün konserlerine gidiyorum. Björk her zaman Şaman dansı yapar sahnede ve bize çok yakın gelir. Yani Björk'un ne dediğini hiç anlamayan insanlar bile Björk sever Türkiye'de. Sonra İzlanda ile ilgili bir araştırma yaptım ve İzlandalı yazar dostlarımdan öğrendim ki onlar zorla Hristiyan olmuşlar, Şamanistlermiş. O yüzden Şamanizm hayatlarının çok içinde."

Roman ne aşamada?

"Bir dörtleme yazmaya heves ettim. Kuartet deniyormuş ona da müzikte olduğu gibi. Ama her roman, yüzmeyi unutmuşken bir kayanın üstünden hiç tanımadığım bir okyanusa atlamak kadar ürkütüyor beni. Yani latife olsun diye söylemiyorum. Uykularım kaçıyor, sinirli ya da huzursuz oluyorum. Çünkü her yeni romanda yeni bir şey yapmak istiyorum. Herhalde bütün yazarlar böyledir diye düşünüyorum. Yoksa aynı şeye devam edebilirsiniz de... Ben yeni dörtlememde Şamanizm'in dört ögesi olan su, hava, toprak ve ateşi kullanacağım. Onun için ilk kitap su kitabı oluyor."

Adı belli mi?

"Evet. Kitabın adı Şaman bir kadın üzerine: 'Uyumsuz Bayan Defne Kaman'ın Maceraları.' Çünkü Türkler Şaman'a 'Kaman' diyorlarmış. Şaman kelimesi ya Hintçe'den gelmiş ya Çince'den. Değişik etimolojik çalışmalar var. Biz 'Kaman' diyoruz.

Birinci cilt ne zaman biter?

"Su kitabını zannediyorum bu sene içinde bitireceğim. Bu kitapta su, Marmara Denizi. Bir vapurda gazeteci bir kadın kayboluyor. Onu araştıran bir polis var..."

Ya diğer ciltler?

"İkinci kitap Kapadokya'da geçecek hava kitabı olacak. Orada da balonda kaybolacak. Üçüncü kitap Antalya'da Cennet-Cehennem Mağaraları'nda... Dördüncü kitap da ateş ve Nemrut ile İzlanda arasındaki sönmüş yanardağlarla ilişkili."

Defne Kaman'la tanışacağız...

Defne Kaman tipi hakkında biraz ipuçları alsak?

"Defne Kaman bir gazeteci, ama öyle çok caf caflı herkesin tanıdığı biri değil. Muhabir, sahici muhabir... Eski model bir muhabir, genç bir kadın. Kadın cinayetlerini araştırıyor. Cinayetlerden birini araştırırken birisi onu tehdit ediyor. Günlük, Türkiye'de olan şeyleri araştırırken başına çeşitli belalar geliyor."

Bu kitabınızda da mizah var mı?

"Beni okuyanlar bilirler mizah, benim için olmazsa olmaz bir şey. Ben Türk edebiyatının ve Türk kültürünün içinde derin bir mizah damarı olduğunu iddia ediyorum. Hüznü en güzel mizah ile anlatabilecek verilerimiz ve kültürümüz bulunuyor, ama nedense özellikle 1970'lerden, köy edebiyatı yıllarından başlayarak 'ağır ağbi' olma, hüznü hüzün ile, acıyı acı ile, işkenceyi işkence ile anlatma durumu var. Oysaki en zor olan, mizah ile anlatmaktır ve bizim Nasrettin Hoca geleneği gibi, Laz fıkraları gibi inanılmaz çok çok güçlü bir mizah damarımız var. Aslında belki de şu başımıza gelenlere bakıldığında delirmememizi, hâlâ ayakta durmamızı sağlayan en önemli damar da o.

Ama maalesef modern Türk edebiyatında o mizahın özellikle Türk edebiyatının vicdanı Aziz Nesin öldükten sonra tamamen kaybolduğunu düşünüyorum. 'Balık İzlerinin Sesi' romanına balık kapağı konulduğunda deli oluyorum. Zaten balık o kardeşim! diye. Sen bir işkenceyi anlatırken o kadar işkence ile anlatıyorsun ki bu, bu mudur yani?! Bunu gazeteci de yapıyor, edebiyatçının bir başka tat katması lâzım.

O yüzden meselâ Roberto Benigni'nin Oscar'lı filmi 'Life is Beautiful'/ 'Hayat Güzel'diri benim için çok önemliydi. Film gösterime girdiğinde New York'ta yaşıyordum. Seyrettiğimde çarpılmıştım. Çünkü benim söylediğim şeyi yapıyordu. Çok zor elbette. Yani o kadar bıçak sırtı, o kadar korkunç bir konunun içine o hüzünlü, hafif şekerli, ama sert mizahı koyabilmesi...

İnanıyorum ki Türk edebiyatı bir gün hak ettiği ve özünde olan mizaha kavuşacaktır. O yüzden bahsettiğim bu Şamanizm ile ilgili dörtlemede gene büyük ölçüde mizah olacak. Meselâ Defne Kaman'ın dedesi libidosu çok yüksek biri, adı da Korkut. Dede Korkut!"

Büyülü gerçekçilik...

Şaman kültürünün o özel dünyası da yansıyor değil mi?

"Bize hep büyülü gerçekçilik Latin Amerika'dan çıkmıştır dendi. Sonra Latife Tekin bunu kırdı. Ondan sonra maalesef devamı gelmedi. Ama büyülü gerçekçilik Şamanizm'in içinde çok fazla var. Davulların üzerindeki resimleri inceliyorum ben şimdi. Şaman davulu durup dururken çıkmamış. Sümerler, Hititler, Orta Asya, Çinliler birbirleriyle etkileşmiş. O zaman kabileler halinde yaşanıyor zaten ve birden bir Şaman kuşa dönüşüyor, bir yılan, bir aslan olabiliyor. Neden olmasın? Bizim kendi özümüzde, kendi kültürümüzde o kadar büyülü gerçekçilik var ki... Bu romanda onları da kullanacağım."

Okurlarımıza tam yansıtabiliyor muyuz bilmiyorum, ama sizi çok heyecanlı, coşkulu görüyorum romanınızı anlatırken...

"Romanı anlatırken birdenbire heyecanlandım. Yani karşına oturduğumda çok yorgundum. Ve o bir anda değişti, coşkuya dönüştü."

Bu çok güzel bir şey...

"Dedim ya aslında yeni bir roman yazmak, yeni bir şey yazmak anlamına gelmeli. Ben öyle düşünüyorum. Yoksa, çok zeki olmana bile gerek yok bakıyorsun şimdi insanlar ne ile ilgileniyorlar, moda ne? Meselâ özellikle savaşların olmadığı yıllarda korku kitapları çok sevilirmiş. Şimdi niye herkes mistisizme dönüyor? Muhafazakarlık yükseliyor. Özellikle bizim ülkemizde Mevlânâ gibi inanılmaz bir derin kaynak var... Mevlânâ diyor ya 'düne dair ne varsa bırak cancağızım.' Yani yeni bir şey yapmak lâzım. Hem okurlara, hem edebiyat dünyasına yeni bir ufuk açmalı.

Meselâ Sevgi Soysal beni çok etkileyen bir yazardı. O farklı bir şeyler yazıyordu, kendi kuşağı için yeni şeyler söylüyordu. Yeni bir şey yapmaya çalıştığımı düşünüyorum şu sıralar. Meselâ 'Balık İzlerinin Sesi'ni yazarken aynı heyecan vardı. Çok sürreal bir şey yazıyordum, bütün roman Türkiye'nin dışında bir yerde geçiyordu ve bir Türk vardı içinde. O zaman için çok yeniydi bu. 'Gelibolu'yu yazarken de aynı heyecanı yaşadım. Çünkü benden önce bir tane Gelibolu romanı yoktu. Keşke olsaydı, çünkü kaynak bulmakta çok zorlanmıştım."

Siz, yaşamını yazarak kazanan az sayıdaki edebiyatçılarımızdan birisisiniz.

"Evet. Başka bir iş yapmıyorum ve bunu çok önemsiyorum. Biliyorsunuzdur, okuyanlar da bilir ben fen eğitimi aldım. Hayatımın on yılını da o işten kazandığım para ile geçirdim. Akademisyenliği de seviyorum. Üniversiteler, kampüsler çok sevdiğim yerler. Meselâ geçen sene Osmanlıca öğrencisiydim. Geçen hafta da çok güzel bir şey yaptım, onu söylememe izin ver, İoanna Kuçuradi'nin dersine katıldım. O'nun hiç değilse 4 saat öğrencisi olabilmek çok hoş bir şeydi."

Öğrenmenin sonu, sınırı yok... Sizin pasaportunuzun meslek hanesinde yazar yazıyor yani, öyle mi?

"Çok genç yaşta bir karar verdim. Sait Faik'e ne iş yapıyorsun diye sorduklarında ve yazarım dediğinde işsiz olarak yazmışlardı. Sevgi Soysal'a da bir mahkeme sırasında soruyorlar işin ne diye ve o bir yığın şey söyleyebilecekken yazarım diyor. Ona da ev kadını yazıyorlar. Bu ikisi beni çok yaralamıştı. Onun için ben pasaportumda, kimliğimde yazar yazan birisi olacağım dedim.

Ama her kitap yazana yazar denebilir. Bunu hayata geçirmek gerekiyor ve şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki 18 yıldır sadece yazarak geçiniyorum. Bana bakan başka birisi de yok . Zengin biri değilim, hâlâ elektrik faturamı düşünmek zorundayım. İstesem zengin olabilirim şeytan hep orada bekliyor biliyorsun. Fakat yazarak geçinen, özellikle Türkiye Cumhuriyeti gibi kültürü Müslümanlıktan gelen bir ülkede yazarak geçinen bir kadın yazar olmanın, bu cümleyi söylemenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Benim için çok kıymetli ve bunu yurtdışında, özellikle konferanslarda falan çok söylüyorum. Çünkü yazarak geçinmek bütün dünyada çok zor."

İlk hikâyeden bu yana...

18 yıldır yazarak geçiniyorsunuz. Peki, ilk yayınlanan hikâyeden bu yana kaç sene geçti? 30 yıl?

"Valla benim ilk hikâyem 17 yaşındayken falan Varlık da çıktı. Oradan telif de aldım. 30 yıl olmuştur yani."

30 yıldır bütün güçlüklere rağmen, yazıyor, yazıyorsunuz...

"Evet. Ben, hep onurlu durmaya çalışıyorum. Hiçbir siyasi partinin - kendi siyasi görüşümü de her zaman söylerim - hiçbir dini ya da siyasi bir grubun adamı olmadım ve olmamaya da özen gösteriyorum. Şu sıralar çok da zor olmasına rağmen. Bu çok pahalı bir şey bizim gibi ülkelerde. Üstüne bir de kadın olmanın dezavantajı olduğunu biliyorsun. Tabii çok bunaldığım oluyor, çok düştüğüm oluyor, hüngür hüngür ağlattıkları oluyor. Ama sonuçta gerçekçi olmak gerektiğine inanan birisiyim. Bizim ülkemiz bu, malzememiz bu..."

"Evliya Çelebi'nin kız torunuyum"

Siz, yolculuk yazarısınız... Seyahatsiz yapamıyorsunuz diyebilir miyiz?

"Bu sene Evliya Çelebi'nin biliyorsun 400. ölüm yıldönümü. Bize geçen sene söylendi UNESCO bu yılı Evliya Çelebi yılı yapacak diye ve ben onunla ilgili bir yazı için UNESCO ile yazıştım. Biz geçen sene yapmıştık dediler, ortaya çıktı ki Kâtip Çelebi'ymiş. Önce kızdım bu adamlar bunu karıştırdı diye ama şimdi sokağa çıkıp şu anda çevremize sorsak Kâtip Çelebi ile Evliya Çelebi arasındaki fark nedir diye… Kim bilecek? Bizim zaten ilgimiz, bilgimiz yok. Yani milletin umurunda değil. Biz sahip çıkmadığımız sürece değerlerimize kimse sahip çıkmıyor. Ondan sonra da Batı bizi neden tanımıyor diye kızıyoruz."

Oysa Evliya Çelebi ne kadar önemli bir isim...

"Çok önemli. Yani ben hayatını gezerek de kazanan birisi olarak söylemiyorum bunu. Geziyorum, gezdiklerimi yazarak da hayatımı kazanıyorum. Bu çok çok güzel bir şey. Çünkü çok sevdiğim bir şeyi yapıyorum. Ama şöyle bir yanı da var tabii gezmek ve yazmak hep erkeklerin tekelinde olmuş. Bunun detaylarına girip bir suçlamalarda bulunmak falan niyetinde değilim, sadece saptama yapmak için söylüyorum.

İki ay önce İspanyolca'ya çevrilen 'İstanbullular' romanı için tersine bir şey oldu - normalde yazarı çağırırlar orada tanıtırlar - yayınevinden İstanbul'a geldiler. 5-6 kişiydiler. Aralarında bulunan El Pais Gazetesi'nden bir gazeteci bana şöyle bir şey dedi: 'Siz sırt çantasını alıp kendi başına ve kendi olanaklarıyla – olanaklarım 100 dolardan fazla değildi - gezmek amacıyla, merak amacıyla dolaşan ilk Türk kızıymışsınız, doğru mu?' Bilmiyorum, benden önce varsa da ben bulamadım, dedim. Bu benim çok hoşuma gitti, yani El Pais'in gelip tescil etmesi... Yani o yüzden Evliya Çelebi'nin de belki ilk Türk kız torunuyum diye de bir espri dolaşıyor ağzımda.

Şimdilerde bazı üniversitelerle Evliya Çelebi semineri yapalım diye uğraşıyorum. Konuyu buraya getirdim, çünkü Evliya Çelebi'yi dedelerimden birisi olarak sayıyorum."

Ve gezmek, sizi, edebiyatınızı besliyor.

"Evet. Ama bunu bugünlerde herkes söylüyor, öyle bir şey değil, sahiden. Bir sigara, çay tiryakisini düşünelim belli bir zaman sonra eksikliğini hisseder ya titreyerek arar falan - benim için kahve öyle meselâ - ben huzursuzlanırsam ya sinemaya gitmemişimdir ya seyahate çıkmamışımdır. Ve hesapladığımda periyodik oluyor yani bir- bir buçuk ayda bir gitmem gerekiyor. Zannederim böyle doğan insanlar var, yani onlar için yerleşmek ölüm gibi bir şey."

"Ben, reddedilmiş bir yazarım!"

"İki Yeşil Su Samuru" en çok satan kitabınız değil mi?

"O hâlâ satıyor. 20. yaşı olacak. Ama bilmiyorum en çok satan o mu. Yayınevi bulamıyordum – ben, herhalde Türkiye'deki bütün yayınevlerinden ret edilmiş bir yazarım! O konuda rekor kırabilirim - o kadar bunalmıştım ki, o sırada da yurtdışında yaşıyorum. Gidiyordum, geliyordum Nail Güreli dedi ki bizim küçük bir yer var istersen oradan basalım, Buket Hanım rahat edersin. Öyle başladı. O kadar büyüdü ki oraya sığmadı. Reklamı da yapılmamıştı, orada ne kadar sattığını bilmiyoruz.

Bu sene 20. yıl özel baskısı yapacağız. Bu tür kitaplara İngilizce'de long-seller uzun satar diyorlar. Meselâ ben hâlâ onun ekmeğini yiyorum. 1990 doğumlular onu okuyup yeni kitap sanıyorlar. İşte orada yaşadığım heyecanı anlatamam sana. Kitabı alırken gençlerin ne güzel, yeni mi çıkmış demeleri - yeni kapak görüyor çünkü - ve bana mektup yazmaları... Hakikaten bir çocuk gibi heyecanlanıyorum. O heyecanımı korumaya da çok özen gösteriyorum. Beni sadece dışarıdan görüp tanıyan birçok insan heyecanlı bir kız olarak değerlendiriyor.

 

 

Bu konularda ilginizi çekebilir