”İlk defa yazıyor gibiyim”
Renkli, sürprizlerle dolu dünyaların yazarı Nazlı Eray, projelerini ve yeni kitaplarını anlatıyor
“Bütün sabah masal dünyasına nasıl gidilir diye sora sora bizim eski mahallede dolaştım durdum. Hiç kimse bir şey bilmiyordu. Şişhane Yokuşu’nun oralardan Galata’ya, Kuledibi’ne kadar yürüdüm. Köşedeki bakkala, yanındaki kasaba girip masal dünyasına nasıl girebilirim diye onlara da sordum. Kasabın hiçbir fikri yoktu, çocukken uykuda kulağını fare kemirmişti. Onu ne zaman görsem gözüm kulaklarına takılır, korkardım.
Bakkal üstünde Arap Kadın resmi olan cikletleri aldığım yerdi. Bir türlü bilemiyordu masal dünyasına nereden girildiğini.” Nazlı Eray’ın “Masal Anlatan Şehir” isimli son çocuk romanı böyle başlıyor. Ankara’da, baharı yağmurlarla karşılayan bir günün öğleninde, bu yeni kitabın dosyasını, devamı olan yeni iki dosyayla birlikte bir solukta okudum ve nefesim dinlenmeden elimde papatyalar soluk soluğa Nazlı Eray’a koştum...
“Sevgili Faruk, yayına hazır üç çocuk kitabı var: Roman… Birincisi ‘Masal Anlatan Şehir’ en geç 16 Mayıs’ta okurlarıyla buluşmuş olacak - bunlar peşpeşe geldiler - ikincisi ‘Frej Apartmanı’nın Esrarı’, üçüncüsü de ‘Büyülü Bahçe’. Hepsinin ortak başlığı ‘Nazlı ile Osman’ın Maceraları’… Nazlı benim. Osman da belki kardeşim, belki de ilkokul beşinci sınıftaki arkadaşım. İlk iki kitabın fonu İstanbul. Şişhane yokuşu, Galata, Kuledibi, Bankalar Caddesi, Tozkoparan, Beyoğlu... Çocukluğumu geçirdiğim ve hiçbir zaman unutamadığım dünya.
‘Masal Anlatan Şehir’i yazarken onu kendi kendime, içimdeki çocuğa yazdığımı hissettim; bir çocuk kitabı yazmamın çok büyük bir mutluluk verdiğini fark ettim, bende böyle bir his uyandırdı.”
Sanki bir katarsis, bir arınma mı?!
“Evet, sanki tuhaf bir ‘katarsis’ olayı gibi... Çocukluğumda yapamadığım şeyleri kitapta da yine yapamıyorum. Hani bazı şeyler vardır - eski çocukluklarda vardı, şimdi yoklar - ayakkabında çivi çıkar, bir şeyleri alıp kaçarsın, bunlar birer büyük oyundur. O Tarlabaşı’na kadar uzanan dünya gecesiyle, gündüzüyle İstanbul var bu kitapta… İçimdeki duyguları ve hayal gücünü sınırsız bıraktım çocuklar okurken mutlu olsunlar diye…”
Dokuzdan yetmişe
Hangi yaş grubuna hitap ediyor bu kitaplar?
“Dokuz yaş üstü, on beş yaşa kadar; ama ben, dokuz yaş üstü yetmiş yaşa kadar diye yazıyorum.”
Pekâlâ, ikinci kitap ne zaman çıkacak? Son kitabınız “Aşk Burada Oturmuyor” sekizinci baskıya ulaştı, “Kayıp Gölgeler Kenti”nin üçüncü baskısı yapıldı. Bunlar, Turkuaz Kitap’tan çıkıyor. Ama çocuk kitaplarınız için yeni bir yayınevi ile anlaştınız sanırım...
“Kitap, kitabı doğurdu, kitaptan yeni kitap çıktı. ‘Masal Anlatan Şehir’den de ‘Frej Apartmanı’nın Esrarı’. O da 26 Haziran’da okurlarla buluşacak. Doğan Egmont’tan yayınlanacak bu çocuk romanları ve herhalde bir dizi oluşturacaklar.”
Kitapları dosya halinde vererek keyifli anlar geçirmemi sağladınız... Elli yaşındaki ben, hayal dünyanızı sizinle paylaşmaktan her zaman olduğu gibi yine mutlu oldum. Ve okurken öğrendim ki üçüncü kitap, İzmir’de geçiyor...
“Evet. ‘Büyülü Bahçe’ tamamen İzmir... Değişik kentler olsun, çocuklar onları tanısınlar istiyorum. Sevdiğim kentler bunlar. Tabii İstanbul bir numara, ama İzmir de çok sevdiğim bir kent.”
Resimlerle de yer alacak değil mi?
“Tabii. Hatta şehir haritaları da... Gökçe Akgül’ün çizgileriyle çok zenginleşmiş bir biçimde çıkacak bu kitaplar. Nazlı ile Osman, masal dünyasının içine girmeye çalışıyorlar ilk kitap olan ‘Masal Anlatan Şehir’de. Galata’dan başlayıp Beyoğlu, İstiklâl Caddesi’ne uzanan o bölgedeki apartmanlar, isimleri… Çocuklar kitabı okurken eski, belki de kaybolmuş bir İstanbul görecekler. Artık oralarda avizeciler, restore edilen, ofis olarak kullanılan binalar, tabii ki eski kule var... Normalde çocukların gidip eğlenecekleri bir yer değil orası. Ama merak etsinler, gitsinler ve çocukluğumda yaşadığım İstanbul’u görsünler istedim.”
Harry Potter okuyucularına da çok ilginç gelecektir bu kitaplar sanırım... Biraz kahramanlarınızdan söz etsek...
“Çocukluğumda internet falan yoktu biliyorsun, ama şehir vardı, bambaşka bir dünya vardı. Bunlar çok önemli şeyler… Gökyüzü şekilleri, mesela kentin bir bölümünü ve gökyüzünü oluşturan dev... Begonya var her iki kitapta da, saksıda bir begonya. Begonya’nın yazdığı roman bestseller oluyor, bir Begonya’nın gizli evrağı! Begonya’ya imza günleri yapılıyor...
Büyülü bir dünya var. Nazlı ile Osman, içtikleri yanlış bir su yüzünden birer kanaryaya dönüşüyorlar, ondan sonra bir hapis hayatı başlıyor. Herkes ‘Allah kurtarsın’ diyor. Kafesin içindeler. Derken üçüncü bir kanarya ile tanışıyorlar. O da aslında Hezarfen Ahmet Çelebi… Bir kâhin var, gözleri görmeyen yaşlı bir kâhin. Sabuncu Vedat var, Prenses Mavi var.”
Nazlı Eray kitaplarını anlatırken heyecanlanıyor, gözlerindeki ışıltı, sesindeki coşku odayı dolduruyor. Yıllar yıllardır tanıdığım Eray’ı belki de ilk kez böyle görüyorum...
“Evet, çok heyecanlıyım. Altüst etti beni bu kitaplar. Niye acaba? Bilmiyorum… Öbür kitapların sayısı otuzu buldu, alışmışım… Bunlar başka bir kulvar, başka bir şey… İlk defa yazıyor gibiyim... Nasıl karşılanacaklar, nasıl bir tepki alacaklar merak ediyorum.”
Bu heyecan, diğer otuz kitabı üzmesin... Onlara yeni kardeşler gelmeyecek mi?
İki yeni kitap daha
“Aslında iki kitap var kafamda. Birisi gördüğüm kentlerle ilgili olabilir.”
Yoksa daha dün döndüğü Prag’a bu yeni kitap için mi gitti Nazlı Eray?
“Hayır. İlkbaharı karşılamak için gittim Prag’a. Prag’da bahar çok güzel, harikuladeydi… Kenti ilk defa böyle gördüm. Bahar her taraftan fışkırmış. Bir leylaklar şehri Prag. Ben bilmiyordum. Bütün leylaklar açmış, mis gibi kokuyorlar. Her yerde morun o değişik tonları… Prag, yüzüne renk gelmiş bir kadın ya da çok güzel makyaj yapmış bir genç kız gibiydi. Bahar çiçekleri, elmalar, kirazlar, o sarı çiçekler açmış. ‘Altın yağmuru’ diyorlar Çekler onlara... Çok, çok güzeldi. Aydınlık, ferah... Hâlbuki Prag daha önce benim için loş, puslu, tülün içinden bir bakış gibi sisli, hüzünlü idi. Şimdi hiç öyle değil, gayet renkli, canlı... Paskalya yumurtaları, havada kahkahalar, nehrin üstündeki botlarda gezen insanlar… Çok canlı, çok değişikti. Üç gidişimde üç farklı Prag vardı ve çok şaşırdım; o kadar küçük bir şehir, nasıl bu kadar değişik görüntü verebiliyor diye.”
Yeniden yeni projelere dönecek olursak...
“Şehirlerle ilgili kitapları hep düşünmüşümdür. Meselâ Urfa da beni çok heyecanlandırıyor, Sinop da, New York, Honolulu da… Bütün bunların hikâyesini anlatan, sevimli bir karışımı yazmak isterim. Ama ben böyle bir şeye başladığımda, ortaya başka bir roman çıkıyor genellikle. Bakalım ne olacak? Henüz belli değil.
Bir de Marilyn Monroe’nun ölümünü anlatan bir kitap düşünüyorum. Biliyorsun o benim idolüm, çok seviyorum. Ve yavaş yavaş bir şeyler aydınlanıyor, ölümü ile ilgili bazı dosyalar açılıyor, ilginç. Böyle bir şey de yazabilirim.”
Şehirler, sizin çalışma mekânlarınız. Daha doğru iki sözcükle çalışma odanız... Siz, evde yazmayan bir yazarsınız...
“Evet, muhtelif şehirlerde yazıyorum. Şehirlerin dış mekânlarında, bahçelerde yazıyorum... Güzel bir cafe’de de yazabilirim, ama evde yazmayı hiç sevmem. Ben, Ankara, İstanbul ve Bodrum’a yaşıyorum... Oralarda çalışma mekânlarım vardır. Mesela Bodrum’da Orkide Bahçesi diye bir yerde yazarım. Ankara’da, İstanbul’da da bazı yerlerim var.
Seyahatler esnasında da yazarım, ki o, en zevklisi. Çünkü yazmak, zaten bir serüven, korkunç bir özgürlük. Seyahat de öyle... Yani paralel iki şey yapmış oluyorum. Gece dört sayfa yazarsın, bir de onun mutluluğu eklenir seyahate… Bir şehir, her an bir kitap doğurabilir.
İstanbul’a olan düşkünlüğüm yıllar sonra yeniden bu çocuk kitaplarında ortaya çıktı. Ben, İstanbul’da büyümüş bir çocuğum. Yayınevinden ‘çok başka bir İstanbul anlatıyorsunuz’ dediler. Hayır, aslında başka değil. O, benim yaşadığım İstanbul. İstanbul başka olmuş. Şimdi, oradaki evimi de yaşama açtım.
Benim hayatım Ankara’da. Bütün düzenim Ankara’da. Çok sevdiğim insanların hayatları Ankara’da olduğu için kopamıyorum, ama İstanbul vazgeçilmez bir şehir. Yıllardır oradaki evimi niye kiraya vermişim, ona çok üzüldüm. Çünkü, İstanbul’da hep otel köşelerinde kalmışım. Bilmem ne otelinde sabah ezanıyla uyanmak, bilmem ne otelinde üşümek, başka birinde terlemek, küçücük penceresinden dışarıya bakmak… Ama evinde uyanmak çok daha başka bir duygu…”
Nazlı Eray ne bilgisayar, ne daktilo kullanıyor... Onun defterleri ve kalemleri var...
“Defterlere el yazısıyla - rengârenk, süslü, çocuklar için yapılan defterlere - renkli kalemlerle yazıyorum. Bu çok değişik renkli kalemler, o gün kaç sayfa yazdığımı ölçmek için bir ayarım. Şu kadar sayfa yeşille yazmışım gibi... O renkli defterler de benim çocuk ruhum. Hiç siyah bir deftere yazdığımı hatırlamıyorum. Daha sonra bilgisayara geçiliyor, ardından sana verdiğim gibi bir dosyacık oluyor, sonra yayınevine gidiyor.”
Kitaplarda büyülü bir dünya var, ama... Nazlı Eray, oradakilerin aksine...
“Gayet düzenli yaşayan bir insanım. Tuttuğum küçük küçük notlar da vardır şu yapılacak vs. diye. Hatta çok domestik taraflarım vardır diyebilirim. Bakkaldan alınacak şeyleri bile geceden not alırım. Ama elime kâğıt kalem alınca böyle şeyler çıkıyor, o çok değişik ve güzel bir şey işte.”
Hep sürpriz
Peki, yazdıklarının ne kadarına inanıyor Nazlı Eray. Hayal gücünün yarattıklarına inanıyor olmalı ki bu kadar sevilen metinler ortaya çıksın...
“Hepsine, hepsine inanıyorum. Bir nehir gibi akıyor yazdıklarım. Sonlarını da bilmiyorum. O da çok büyük bir sürpriz. Mesela Stalin’le ilgili bir kitap yazıyorsun (Kayıp Gölgeler Kenti); bir süre sonra bir sonra çocuk romanı. Çocuk gibi heyecanlanıyorsun. Bunlar da birer paradoks değil mi insan hayatında?
Çok katı bilgilerle dolu bir kitap ‘Kayıp Gölgeler Kenti’. Çok araştırarak yazdım. Orada hayal ve gerçek örülmüş bir vaziyette. Onun da başlangıcı Prag’da yazıldı. Prag’a ilk gittiğimde bir kış günüydü. Aralık ayıydı ve buz gibi sokaklarda, on beş dakikadan fazla yürüyemiyordunuz. Her yer bomboştu. Sanki şehir sadece bana ait gibiydi, ama kullanamıyordum. Çünkü çok soğuktu… Bu, beni çok etkiledi, büyüledi. Garip, tuhaf...
Köhne bir otelde kalıyordum. Orada İkinci Dünya Savaşı, bilmem ne, onlar aklıma geliyor. Lavabodaki ufak bir çatlak, perdedeki hafif eprime onları hissediyorsun… O kitabın yazılışında Prag’ın çok etkisi var. Daha ikinci günü kitabı yazacağımı anladım. Bir şey unuttum mu, görmediğim bir şey var mı diye tekrar gittim geçen bahar Prag’a - ancak, bu baharki gibi değildi – ilk gidişimdeki o çok az yürüyüşlerimde ve çok az yapabildiğim şehir gözlemlerimde kitap için alacağım her şeyi almışım. Başka hiçbir şey eklemedim. Bu da çok ilginç.
Bu sefer gittiğim Prag, çok bambaşkaydı. Bu Prag olsaydı, o kitap çıkmazdı. Prag sadece kentler gezisinde bir şehir olarak çıkardı. Buz gibi, o insansız, korkunç diyebileceğim atmosfer kitabı yarattı. Böyle, değişik...
Sinop da beni çok etkiliyor, çok seviyorum. O sisi, sisin olayları kaybetmesi, hapishane... Ben ‘Sis Kelebekleri’ni de orada yazdım. Kentler, mutlaka ilgili benimle.”
Nazlı Eray’ın olmazsa olmazları var mı?
“Seyahat, olmazsa olmaz. Gezi, bir yere çıkmak, bir şeyler görmek, ilkbaharda Bodrum’u özlemek, kahrolmak, ‘Ay gidemiyorum demek’ olmazsa olmaz. Ondan sonra kitaplar... Yazmak da olmazsa olmaz.”
Son söz yine Nazlı Eray’ın:
“Çok mutluyum, çok heyecanlıyım. Söyleşi de mutlu bitti.”
Kentler ve Nazlı Eray
Kentler Nazlı Eray’ın hayatında ve kitaplarında çok önemli... Öyleyse yaşamayı tercih edeceği kentleri sormak istiyorum Nazlı Eray’a.
“Tercihimi San Francisco ile İstanbul arasında yaparım, ama herhalde İstanbul’u seçerim. San Francisco çok güzel, çok rahat, çok özgür, ama çok da çılgın. Orada kopuk kalabilir insan. Ancak devamlı on beş sene yaşadıktan sonra gerçekten oralı olunabilir belki...
Belirli zamanlarda da Bodrum olabilir tercih ettiğim kent.
Londra da tabii ki... Hatta şimdi düşününce San Francisco yerine Londra da diyebilirim. Çok bana uygun bir şehir. Loşluğuyla, yağmuruyla, değişik kültürüyle, müziğiyle, kitaplarıyla…”
Bir de asla yaşayamam dediğim kentler vardır herhalde...
“Karayip Adaları’ndaki eski sömürgelere gittim, mesela oralarda yaşamak istemem. Yarım yamalak dünyalar, muz cumhuriyetleri... Bir taraftan da harikulade bir deniz, her taraf orkide, istakozlar… Fakat yine de oralarda yaşayamam.
Bu arada cesaret edip Hindistan’a da gitmek isterdim.
Durgun şehirleri sevmem, Almanya’nın şehirlerini mesela. Hamburg hariç, Berlin hariç. Onlar çok güzel.. Bazı Afrika kentlerinde de yaşayamayabilirdim. Sen yaşayabilir miydin? Çok sıkıcı. Yemek yiyemiyorsun, çok sıcak olabiliyor, tehlikeli olabiliyor... Böyle.”