”Müziksiz yaşam, yaşam değil bence”
2009'da kırkıncı sanat yılını kutlayacak olan Esin Afşar'ın anılarını topladığı kitabı okurlarla buluştu
"Büyük Çin bilgini Konfuçyüs, 2 bin 500 yıl önce, 'Bir toplumun müziği bozuldu mu, o toplumda pek çok şey de bozulmuş demektir. Müzik karakter ve duyguları yansıtır. İyi müzik insanlara dinginlik verir, onları erdemli kılar. Sevgi duyguları aşılar. Neşe ve mutluluk verir. İnsanların yüreklerini iyileştirir. İnsanlar arasında dostluk kurar, birlik sağlar. İyi müzik yapıldığı zaman insan ilişkileri saf olur. Gözler parlak olur. Şarkı söylemenin birbirine etkisi vardır. Müzik büyük uğraşıların başında gelir' diyor." Bu satırlar, Esin Afşar'ın, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları arasından çıkan "Yaşamımdan Esin'tiler" kitabından. 2009'da 40. yılını dolduracak olan sanat hayatının neredeyse tamamını anlatan bir çalışma bu... Esin Afşar'ın hayata bakışını da özetliyor Konfuçyüs'ün yukarıdaki cümleleri. Afşar, Eflatun'un söylediği gibi, "İyi yurttaş ve iyi yönetici yetiştirmek için, entelektüel eğitim kadar, ruhsal eğitimin de gerekli olduğuna, bunun temelini de müziğin oluşturduğuna" inananlardan. Bu nedenle de 40 yıldır aralıksız sürdürüyor bu yöndeki çalışmalarını. "Şiir ve Şarkılarla Nâzım Hikmet", "Şiir, Şarkı ve Sema ile Mevlânâ", "Şiir ve Şarkılarla Atatürk" konserleri, "Esin'tiler" hep bu gayretin ürünleri:
"'Şiir ve Şarkılarla Nâzım Hikmet'i yıllardır Amerika dahil birçok ülkede seslendirdim. Bir süre önce Mehmet Eryılmaz'ın çektiği 'Şarkılarla Nâzım Hikmet' diye bir belgesel vardı, orada da söyledim. Nâzım'ı Avrupa çok iyi tanıyor. Bilmiyorum Amerika ne kadar biliyor çünkü kültürel açıdan Amerika biraz geridir (!) bildiğiniz gibi. Yunanistan'da da seslendirdim daha önce. Fakat bir türlü bunu CD'ye dönüşemedi. Sponsor da bulamadım. Şimdi Ada Müzik'le konuştuk. Yılbaşından sonra onlarla bir proje gerçekleştireceğiz inşallah. Herkes soruyor CD nerde diye. Konserini veriyorum, ortada CD'si yok. Konserlerdeki bazı parçaları uzunçalarlarımda okumuştum örneğin 'Tahir ile Zühre' gibi. Şiirleri de Devlet Tiyatrosu sanatçılarından Ali Düşenkalkar yorumluyordu konserlerde. En sonunda 2009'da hayata geçirebileceğim inşallah. Bu hayattan göçmeden Nâzım'la ilgili bir şeyler yapmak istiyorum, onları gerçekleştirmeden göçmek istemiyorum.
'Esintiler' Pakistan'daydı
'Esin'tiler'i Mart ayında Pakistan'da seslendirdim. Sefirlerin, diplomatların, bakanların, işadamlarının katıldığı diplomatik bir konserdi. Pakistan Büyükelçimiz Engin Soysal'ın girişimiyle gerçekleştirildi. İslâmabad'daki büyükelçiliklerin en güzeli bizimki. Tamamen mermerden yapılmış, saray gibi. Üstelik çok güzel de bir konser salonu var içinde. İslâmabad'daki bütün büyükelçiliklerden geldiler. Türkçe bilmedikleri için şarkıların açıklamalarını İngilizce yaptım. Özellikle Yunus Emre ve Mevlânâ'yı anlattım.
'Sema ile Mevlânâ'da sema yapan, konservatuar bale bölümünden mezun Burcu Yüce. Aynı zamanda semazen. Hem klasik sema yapıyor hem de kostümünü ona göre ayarlayıp modernize ediyor. Çok değişik, görsel bir çalışma oldu.
'Mistik Esin'tiler' de bir başka konser dizisi. Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Mevlânâ yorumluyoruz. Ressam Günseli Kato da vardı benimle birlikte sahnede. Oda müziğimle doğaçlama resim yaptı..."
Esin Afşar'ın bir çocuk müzikali, bir çeviri çocuk oyunu ve bir çocuk CD'si de var benim anımsadığım:
"Annem Rüveyde Sinanoğlu'nun bir masalı olan 'Gül Prenses'i müzikal olarak sahneye uyarladım Trabzon Devlet Tiyatrosu'nda oynandı. Kitap olarak da çıkmıştı. Şimdi de Şehir Tiyatroları istedi, onlara verdik. 'Kırmızı Pabuçlar,' Andersen'in ünlü masalını İngilizce'den çevirdim. Dört sene yine Devlet Tiyatrosu'nda sahnelendi. Bir de 'Pembe Uçurtma' isminde Kültür Bakanlığı katkılarıyla yayınlanan çocuk CD'si var."
Oyunculuk da yaptı
Esin Afşar, bir diplomat kızı. Babası Nüzhet Haşim Sinanoğlu o yıllarda İtalya'da görev yaptığı için Bari'de doğmuş. Babası sadece diplomat değil, aynı zamanda yazar... Atatürk'ün isteğiyle Faşizmi incelemiş ve "Faşizm ve Onun Devlet Sistemi" kitabını yazmış... Annesi gazeteci... Kardeşleri profesör... 28 yaşında Yale Üniversitesi'nden yüzyılın en genç profesörü unvanını alan ağabeyi Oktay Sinanoğlu "Atom ve Moleküllerin Çok Elektron Teorisi"nin sahibi. Ankara Devlet Konservatuarı Piyano Bölümü'nü bitirmiş Esin Afşar. Maria Callas ve Leyla Gencer'in hocası olan Madam Hidalgo'dan şan dersleri almış. Muhsin Ertuğrul'un genel müdür olduğu sırada piyanist olarak girdiği Devlet Tiyatroları'nda onun önerisi ve sınavı ile 12 yıl tiyatro oyunculuğu yapmış.
Esin Afşar, müziğe başladığı yıllarda Devlet Tiyatrosu'nda; sahneye de çıkıyor ama İngilizce, Fransızca söylüyor. Ruhi Su, Kerim Afşar ve İlhan Selçuk sayesinde türküye yöneliyor.
'Diplomatik sanatçı' ünvanlı
"Hatta İhsan Sabri Çağlayangil -o dönemin Dışişleri Bakanı- bana diplomatik sanatçı unvanını veren kişidir. Şarkı söylediğimi duyunca sitem etti, çünkü tiyatroyu çok severdi ve beni tiyatrocu olarak benimsemişti. 'Niye tiyatroyu bıraktın, para için mi yaptın bunu?' diye sordu. Ben de onu konserime davet ettim. Dinledikten sonra çok hoşuna gitti ve beni parlamenterlerle Macaristan'a gönderdi. İlk çıkışım öyle oldu, sonra gerisi geldi. Böylece 'diplomatik sanatçı' unvanı aldım ve türkülerimizi yabancılara tanıtmak gibi önemli de bir görevim oldu."
Jacques Brel ile birlikte "Dario Moreno" ödülü sahibi Esin Afşar. Daha birçok ödülü var. Örneğin Romanya Braşov Uluslararası Müzik Festivali'nde "Eleştirmenler Ödülü", Bulgaristan Uluslararası Altın Orfe Müzik Fesivali'nde üçüncülük ödülü, İsrail "Akdeniz Halk Şarkıları Festivali"nde dördüncülük ödülü... Evinin alt katı, piyanonun bulunduğu mekân, bunların sergilendiği küçük bir müze gibi. Duvarlar ise konser afişleri ve resimlerle dolu. Bunlardan birisi, kitabın kapağında da yer alıyor, ressam Orhan Peker'in Esin Afşar portresi. Biraz ötede ise Abidin Dino'nun resmi:
"Onu 1969'da Paris'te tanıdım. Türkiye'ye geldiği bir dönem, bir konserde benim bir eskizimi çizdi. Piyanonun üzerine asmıştım. Güneşten uçtu rengi. Çok üzüldüm. 'Uçtu' dedim ona, 'Bana gönder, baştan yaparım' dedi. Sonra ne zaman sorsam 'Ben sana yollamadım mı onu!' diye yanıtlıyordu. Sonunda, 'Ben onu baştan çizeyim' dedi. Fakat saçlarımı uzun çizmişti. O zaman 'Ben uzun saçlı mıydım, aşk olsun!' dedim, O, geri almaya kalktı ben 'vermem' dedim. Çekiştirdik. Ve altına 'Anılar yanıltır mı?' yazdı. İlk kitabımın adı da oradan gelir..."
12 Eylül yasaklılarındandı Esin Afşar. 5 yıl TRT'ye çıkamayacaktı. Ancak bu arada ülkemizi yurtdışında defalarca başarıyla temsil etmeyi sürdürecekti...
"Müziksiz yaşam, yaşam değil bence. Müzik benim ibadetim diye düşünüyorum. Bugün, her şeyde olduğu gibi müzikte de çok yozlaşma var. Kitapta yazdığım, 2 bin 500 yüz yıl önce Konfuçyüs'ün dediği gibi. Gerçekten de öyle. Aslında bütün dünyada bir bozulma var bizdeki kadar olmasa da. Klasik müziğe ilgi eskisi gibi değil. Onun için biraz daha popüler yapmaya çalıştılar örneğin Pavarottiler. Ama sonuçta şunu söyleyebilirim, iyi görmüyorum müziğin geleceğini ne yazık ki..."
Adalet Ağaoğlu'ndan övgü
Bu arada gözlerinde bir sevinç ışığı parlıyor, Adalet Ağaoğlu ile konuştuğunu söylüyor geçenlerde. "Dedi ki 'Senin kitabının çıktığını duydum. Almayı düşünürken kapı çalındı, yayınevinden göndermişler, senin kitabın geldi. Ne kadar akıcı, ne kadar konuşur gibi doğal olmuş...' Onun eleştirisi tabii benim için çok önemli. Adalet Ağaoğlu'nu tanımam çok eskiye dayanır. Annem gazeteci-yazardı. Adalet Abla da yazdığı şeyleri ilk anneme okurdu... Yeniden müziğe dönecek olursak, peki kimleri seviyor günümüz sanatçılarından hemen bir iki isim söylemek gerekirse:
"Mor ve Ötesi'ni seviyorum. Çizgileri çok farklı ve kafası çalışan bir çocuk Harun. Kubat var mesela. Hem güzel bir ses, hem yozlaştırmadan yapıyor işini. Son zamanlarda bilemiyorum, değişmediyse eğer. Sertab Erener de çok eğitimli, güzel bir ses."
Hemen eğitim-müzik ilişkisine yönelebiliriz buradan:
"Canımı sıkan şu: Benim dönemimde konservatuar çıkışlı bir ben, bir Timur Selçuk vardı, buna rağmen yapılan müzik çok kaliteliydi. Örneğin Cem Karaca olsun, Barış Manço olsun. Konservatuarlı olmamalarına rağmen yaptıkları müzik çok iyiydi. Şimdi bakıyorum çoğu konservatuar çıkışlı. Konservatuar kolay bir şey değil, senelerini alıyor insanın. Orada o kadar emek veriliyorsa neden para kazanmak için kalitesiz şeyler yapılıyor, anlamıyorum.
Halk istemiyor, diyorlar. Genç bir kız, -lise öğrencisi- bir canlı yayında 'Bunlar bizim isteğimiz değil, bize dayatılan şeyler' dedi. Halkı yukarıya çıkarmak yerine, bunlar aşağıya çekiyorlar gayet kalitesiz programlarla. Onlar da büyük etken bu yozlaşmada."
Medyaya kırgın
2009 Esin Afşar'ın kırkıncı sanat yılı, onu böyle kırgın bir ses tonuyla konuşurken görmek doğrusu çok üzüyor beni:
"Kırk yıl!.. Dile kolay nasıl hızla geçti. Yalnız ülkeme bir kırgınlığım var ve öyle kırgın gideceğim. Basın ne kadar ilgisiz. Bir iki gazetede, birtakım televizyonlarda çıktı örneğin bu kitapla ilgili bir şeyler, o kadar. Ama bu kitabı bir başkası, daha popüler bir isim yapsaydı kıyamet kopardı.
Bunlar beni kırıyor tabii. Medyaya kırgınım. Ama halkıma hiç kırgın değilim. Yalnız, onlardan gelen neden müziği bıraktınız sorusu beni üzüyor. Yaptığım şeyler iyi duyurulmuyor basında. Haberleri olmayınca, bıraktım sanıyorlar, bu da beni çok üzüyor. Kırk yıl içinde hiç çizgimi bozmadım. Bozsaydım eğer, ben de yükümü tutardım... Para mara kazanmadım, ama onurum var. O da bana yetiyor."
Fransa'da da tanınıyor ve seviliyor
1970'li yıllarda başlayan Türk Halk Müziği'ni modernize ederek söylemek akımında ilk adım atanlardan birisi Esin Afşar. Ruhi Su ile çalışmış. 1968-70 arasında pek çok plak yapan Esin Afşar, adını Kul Ahmet'ten aldığı bir türküyle duyurmuş: "Yoh Yoh". Ve "Bayan Yoh Yoh" unvanını almış. Türkiye'de ve dünyada pek çok festivale katılmış, 'diplomatik sanatçı' unvanı almış. Yani belki de oralarda daha çok tanınıyor, biliniyor:
"Fransa'da epey biliniyorum. Theatre de la Ville'de fuayede hâlâ ismim durur. 'Esin Afşar 1986, Turquie' diye yazar. Fransa'daki konserlerimde Fransız bir menajerim vardı Jean Michel Fouccault. Kendisi hem tiyatrocu hem müzisyendir. Onunla bir aylık bir Fransa turnesi yaptık. Ama önce Theatre de la Ville olayı var. La Taniere diye küçük, ama basının sıklıkla geldiği, bir basamak olarak nitelendirilebilecek bir tiyatro var Paris'te. Theatre De La Ville'in programlarını yapan bir müzik otoritesi beni izlemiş ve menajerime 'Onun yeri Theatre De La Ville' demiş. Menajerim çok şaşırdı buna 'Ayağının tozuyla geldin, burada uzun yıllardır yaşayan yabancıların hiçbiri orada çıkamıyor' dedi. La Taniere basamak oldu, Theatre de la Ville'de konser verdim.
Orası, gerçekten de yalnız müzik otoritelerinin saptadığı isimlerin çıkabildiği bir yer. Meselâ Olympia olsun, Zenith olsun oralarda parasını ödeyebilen çıkabiliyor, ama Theatre de la Ville öyle değildir. Nitekim bir gün Fransa'da menajerim beni bir konsere götürdü, çok kalabalıktı, hatta menajerimi alamadılar içeri. Bir hanım beni aldı çok da iyi bir yere oturttu, şaşırdım hatta ilgisine. Arjantin'de sol görüşlü olduğu için çok fazla tanımayan, ancak Fransa'da çok meşhur bir şarkıcı olan Susanna Renaldi'ydi sahne alan. Sahne duruşu, sesi çok güzeldi. Sahneye çıkarırken Theatre de la Ville'de şu tarihte sahne aldı dediler. O zaman anladım ki orada sahne almak çok önemli. Sonra tebrike gittik, bana çok fazla ilgi gösterdiler. Theatre De La Ville'de izlemişler. Karşılayıp yer gösteren kadın da Renaldi'nin menajeriymiş Beni Theatre de la Ville'de izledikleri için o kadar ilgi göstermişler..."
Kitapta yer almayan bir anı
"Can Yücel ve Burhan Uygur ile yaşadığım çok hoş bir olay var. Eğer ikinci baskı olursa onu eklemeyi düşünüyorum. Bir gün eşimle Asmalı Mescit'te Yakup'a gittik. Kapıda Can Yücel'i gördük, biraz lafladık, geçtik oturduk biz. Biraz sonra bir baktım tepemde Burhan Uygur, yemeğimin içine otlar falan attı, 'Ne yapıyorsun, yemek yiyoruz' dedim, 'Hadi hadi, ben eve gitmek istiyorum, size gidelim' dedi. Can Yücel, eşi Güler ve Burhan Uygur ile birlikte bindik arabaya. Bir baktım ellerinde lokantadan aldıkları içki bardakları.
Geldik eve, aşağıda şömine yanıyor. O zamanlar duvardan duvara halı var, ellerinde sigaralar... Demek o zaman bu kadar fanatik değilmişim, çünkü şimdi mümkün değil kimse sigara içemez bu evde. Gazeteci bir hanım röportaja geldi, 'Sigara içebilir miyim?' dedi. 'Hayır' dedim. 'O zaman ben nasıl röportaj yapacağım'diye sordu. 'Yapmayın' dedim, içmeden yaptı.
Oğlum daha küçük, yukarda uyuyor. Sigara içiyor, yere atıyorlar. Ben yangın çıkacak diye koşup yerden alıp şömineye atıyorum. Bir ara Can Yücel kitaplıkta Milton'ın şiirlerini buldu, İngilizce okumaya başladı. Çok da güzel okuyor, fakat Burhan Uygur rahat vermiyor bir türlü. En sonunda çok kızdı Can Yücel, kalktı bir tokat attı Burhan'a. Güler de 'Esin, galiba bu sefer çok ciddi' dedi. Onlar çok kavga ederlermiş, ama ayrılamazlarmış. Eşim bana usulca 'Sen çık bir taksi çağır, Burhan'ı bir şekilde yolla' dedi. Ben taksi çağırdım. Burhan'ı da yukarı çıkardım, ama o hâlâ aşağıya inmek istiyor. 'Öldüreceğim onu' diyor. 'Öldürürsün, ama sonra' diyorum. 'Aşağıya ineceğim, şapkamı unuttum' dedi. 'Yalan söyleme, senin şapkan yoktu geldiğinde' dedim. Onu öylece yolladım. Ardından Can Yüceller'i de gönderdik. Sonra eşim ışığı kapattı. 'Hayrola' dedim. 'Ben deneyimliyim' dedi. Eşim, Ankara'dayken Ali Özoğuz'la -hem tiyatrocu hem mühendistir çok ilginç bir adamdır- askerdeyken birlikte ev tutmuşlar. Bütün tiyatrocular, oyun sonrası onlara gelirmiş, kavga çıkarmış bazen de. Onlar gidince, hemen ışıklar kapatılırmış, çünkü geri dönüp kavgaya devam etmek isterlermiş.
Ertesi sabah on bir gibi Burhan Uygur telefon açtı, özür diledi. 'Sana bir tablomu yollayayım da beni affet' dedi. Şurada asılı tablosu. Ben de 'Ara sıra gelip kavga edin, sonra da bana tablo yolla' dedim. Ne yazık ki erken öldüler. Önce Burhan Uygur sonra Can Yücel..."