”Oyunculuk, tutkuyla sevilmezse yapılamaz!”
Faruk Şüyün'ün bu haftaki konuğu; Cüneyt Türel
Cüneyt Türel'i, Temmuz sonunda ünlü Fransız oyuncu Jeanne Moreau ile birlikte rol aldığı "Işığın Oğulları ile Karanlığın Oğullarının Savaşı"nda izledik İstanbul Tiyatro Festivali'nin özel projesinde. Türel, geçtiğimiz haftalarda, Robert Wilson'ın sahneye koyduğu "Rûmi" adlı eser için, İtalya'nın Ravenna kentindeydi. "Faruk Şüyün'le Haftanın Konuğu" için aradığımda ise İmroz'dan yanıtladı beni. Ve onunla, o adanın dönüşünde, bir başka adada, evinin bulunduğu Burgaz'da buluştuk. Her söyleşide olduğu gibi, ilk sorularım, bugün süren ve geleceğe yönelik projeleri üzerineydi. Türel, Heybeliada'nın ardından doğmasını beklediğimiz dolunaya doğru oturduğumuz masada, günün son ışıkları ile menevişlenen denize doğru anlatmaya şöyle başladı:
"Amos Gitai ve Robert Wilson ile yaptığımız işler devam edecek. Yani Robert Wilson ile ‘Rûmi'yi, Amos Gitai ile ‘Işığın Oğulları ile Karanlığın Oğullarının Savaşı'nı sahnelemeyi sürdüreceğiz.
İleriye dönük olarak şu günlerde sinema ile meşgulüm. İki film var gündemde. Bir tanesi devam etmekte olan, ki şimdi onun çekimlerinden geliyorum İmroz, Türkçe adıyla Gökçeada'dan, ‘Rina' diye bir film… Yönetmeni Şenol Sönmez. Genç bir arkadaşım ve çok severek çalıştığım bir insan…
Sonra, bir film daha çekeceğim Köyceğiz'de: ‘Ölü Yaprak Vuruşu' isimli bir film… Onun yönetmeni de Cengiz Temuçin Asiltürk…
Bu arada, bir de Yunanistan'a gideceğim ve çok önemli bir keşfin izlerini süreceğim. Burada Burgazlı bir Osmanlı yazarı bulduk. Mezarı tepede, Manastır'da… Urmuzis adında bir Osmanlı. Yaşadığı dönem, 19. yüzyılın sonlarına doğru. Osmanlı toplumunu ve Osmanlı toplumu içindeki Müslüman olmayanları ti'ye alan, mizahını yapan oyunlar yazmış bir adam. Onun izini takip ediyoruz… Eğer onun oyunlarını Türkçe'ye çevirebilirsek, ki çevireceğiz, çevirteceğiz, o oyunları sahnelemek istiyoruz. Bu konuda bana yardımcı olan arkadaşım Niyazi Dalyancı… O da Burgazlı'dır. Ve onun arkadaşı Ariana…
Urmuzis'in peşinde…
Urmuzis'i, Kadir Has Üniversitesi'nde bir sempozyumla Türkiye'ye de hatırlatacağız. Çünkü burada Urmuzis unutuldu. Yunanistan zaten biliyor onu, ama Türkiye'ye de duyurabilirsek, uluslararası bir tanıtıma da katkıda bulunmuş olacağımızı umuyorum. Çünkü, Urmuzis bizim yazarımız sonuçta… Enteresan bir adam o…
Geleceğe dönük projelerim şimdilik bunlar."
Cüneyt Türel'in önümüzdeki dönem için çalıştığı bu heyecan verici projeleri içinde sahnede aktörlük yok… "Oynamaktan çok, yönetmenliğe vakit ayırmak istiyorum" diyordu. Bu düşüncesi, hâlâ sürüyor sanırım…
"Evet, hâlâ bu düşüncedeyim. Oyunculuktan bıktım ve yoruldum. Meselâ Urmuzis, bu mânâda, yani yönetmenlik yapacağım işlerden biri olarak düşünülebilir. Onda, özellikle yönetmen olarak çalışacağım. Çünkü dediğim gibi Urmuzis'i bu mânâda, bu kapsamlı mânâda ortaya çıkarabilmeliyiz bu işi birlikte yapacağımız arkadaşlarımla."
Bence Cüneyt Türel'den başkası da pek beceremez Urmuzis'le ilgili yapılacak işleri. Peki, aktörlükten neden yoruldu?
"Yaklaşık 50 yıldan beri tiyatro yapıyorum. Yeter değil mi… Yoruldum. Biraz da genç arkadaşlar yorulsunlar. Ben, çok yoruldum. Gerçekten non-stop çalıştım."
Türel, daima gençleri destekleyen, onların önünü açmaktan yana olan bir usta. Sahneye çıkmanın yanısıra ödüller için de öyle düşünüyor, gençlere verilmesini istiyor…
Gençleri ödüllendirelim
"Evet. Evet. Kör değneğini bellemiş gibi gelip bize veriyorlar boyuna. Lüzum yok artık. Genç insanlar çalışsın, genç insanlar kariyerlerini hazırlasınlar. Onlar ödüllendirilsin. Onlar ödüllendirilmeyince bu meslek, kendi içinde kapalı bir devre hâline geliyor. Ahbap çavuş ilişkileri haline dönüşüyor. Meselâ bu sene Mine Tugay'a, ‘Karatavuk'ta beraber oynadığım arkadaşıma ödül verilmesi benim çok hoşuma gitti açıkçası."
Haklı Cüneyt Türel. Öyle yetenekli gençler var ki… Onlara birazdan değineceğiz, ama şimdi biraz da Jeanne Moreau ile birlikte rol aldığı "Işığın Oğulları ile Karanlığın Oğullarının Savaşı"ndan söz edelim…
"Bu, Akdeniz Tiyatroları Birliği'nin bir projesi. Türkiye, Yunanistan, İspanya, İtalya… Bildiğim kadarıyla Akdeniz'e kıyısı olan ülkelerin, hepsinin değilse bile önemli bir kısmının katkılarıyla oluşmuş bir proje bu. ‘Kadmos' şemsiyesi altında.
Rol aldığım proje İsrail'den geldi. İsrailli yönetmen, ünlü, dünyanın da tanıdığı bir adam Amos Gitai'nin projesi. İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından ‘Bu projeye katılır mısın?' dendiği zaman – çünkü İKSV, bu işin yapımcılarından biri – ben, ‘bir yönetmenle görüşeyim' dedim. Ben katılabilirim de o benim katılmamı istemeyebilir. Bir günlüğüne Paris'e gittik, buluştuk Amos'la. Bana bir metin verdiler, o metinden çok fazla bir şey anlayamadım açıkçası. Amos'la oturup konuştuk ne yapmak istediğini, o sırada Grand Madame Jeanne Moreau da teşrif ettiler. Onunla da tanıştık. Üçümüz tatlı bir sohbete koyulduk ve Amos'un yapmak istediklerini anladım, yahut o sırada anlamış olduğumu sandım.
Sonra çalışmalar Avignon'da devam etti. Ben, Avignon Festivali'nde aktif görev alamadım, çünkü Ravenna'ya gitmem lâzımdı. Ravenna Festivali'nde, Robert Wilson'ın hazırladığı ‘Rûmi' oyunundaki görevime dönmem gerekiyordu. Dolayısıyla tarihler çakışıyordu, uymuyordu. O yüzden Avignon'daki çalışma, benim daha çok hazırlanmamdı, yani onlar çalışırlarken ben de kendimi hazırlamış oluyordum.
Amos Gitai ile…
Bu arada, Amos'un ne yapmak istediğini daha iyi gördüm. Oyun, işgal, savaş, egemenlik ve başkaldırı üzerine. Amos, dünyadaki bütün soykırımları, savaşları, egemen, ezici, yok edicileri dünyaya yeniden anlatmak için yola çıkmış olduğunu söylüyordu bu projede. Bu, benim gerek antimilitarist tarafımı, gerekse kıyıcılara karşı duyduğum nefreti okşayan bir şeydi. O yüzden bu buluşmayı gönülden benimsedim, ama bu altını çizdiğim nedenlerden ötürü. Sonra oyun, 7 temsil oynadı, 4 temsilde ben de vardım. Carriere de Boulbon denilen yerde, ki orayı ilk Peter Brook, ‘Mahabharata' ile var etmiş, Avignon'a armağan etmiş."
Peki, buradaki sahnelenmeden memnun kaldı mı Cüneyt Türel?
"Kaldım kalmasına, ama seyirci ne aldı onu bilmiyorum. İlk oyunun yağmurla, özellikle son sahnenin yağmurla buluşması, sağanak altında oynanmak zorunda kalması, seyircinin o beklenmedik yağmura yakalanması onları üzdü sanıyorum. Ama Jeanne Moreau orada bir mucize yarattı. Benim son sahnemin hemen ardından başlamıştı yağmur, ben kurtuldum da Jeanne kurtulamadı. 83 yaşında, zatürree olup olup da tedavi olduktan sonra Türkiye'ye gelmiş bir oyuncunun ciddi anlamda hayatını riske attığını düşünüyorum. Devam etti oyuna ve bitirdi. İnanılmaz bir şeydi yaptığı. Üstelik kaldığı yere ambulansla gitti. Ambulans sadece yağmur için değildi zaten, hazır bekletiliyordu, çünkü çok hasta geldi İstanbul'a ve ertesi gün hiç bir şey olmamış gibi yeni oyuna geldiğinde ‘Ne harika bir gece yaşadık değil mi?' dedi bana. Bence müthiş bir şey bu. Tiyatroda öyle bir hayat veya öyle bir ânı yaşamış insan sayısı çok fazla olmasa gerek. Onun yaptığına tanık olmak başlı başına bir yaşam deneyimidir bence. Çünkü, onun yaptığını öyle kolay kolay herkes yapamaz. Yeniden zatürree olmak gibi bir tehlike vardı. Neyse ki olmadı."
???!!!! (Faruk Şüyün'ün yüzünde Moreau'ya hayranlık vardır, ama…)
"Sorunuzun cevabı bu değil tabii, haklısınız. Memnun muyum? Memnunum. Çünkü Amos Gitai'nin galiba hem yaşama, hem yaratma biçimi bu… Koşullara göre her şeyi yeniden kurabilen bir adam, çünkü sinemacı. Meseleye de biraz sinemacı pragmatizmi ile bakıyor. Bugün, böyle bir olayı böyle değerlendiriyor, yarın aynı temayı bir başka biçimle, bir başka kurguyla yeniden yapabilir. Ve bunu yaparken de bizden, yani oyunculardan sadece anlayış bekliyor. Çoğumuz o anlayışı gösteriyoruz ona, çünkü çok parlak ve kıvrak bir zekâsı var. Ben, şahsen bu olaylara tanık olduğum için, bir meslektaş olarak bu çalışmaya katılmış olmaktan ötürü memnunum."
Deneyimlerini paylaşıyor
Türel'le sohbetimiz, öğretim görevlisi yönüyle sürüyor. Bir ara, rol aldığı oyunların sayısı nedeniyle, çok sevdiği hocalığı bırakmak zorunda kalmıştı…
"İstanbul Üniversitesi'nde öğretim görevlisiyken bir ayda 4 değişik oyunda oynadım ve derslere hiç gidemedim. O yüzden, öğrencilere haksızlık ettiğim için affımı rica ettim. O sırada bölüm başkanımız Yıldız Kenter'di. Sevgili Yıldız Hanım, o da bu af isteğimi çok haklı bularak kabul etti. Çünkü olmazdı böyle saçma hocalık. Şimdi biraz daha rahatım ve Kadir Has Üniversitesi'nde hocalık yapıyorum. Şu ana kadar ders değil, saat bile aksatmadım. O yüzden çok iyi hissediyorum kendimi. Umarım böyle devam edecek, eğer aksatmaya başlarsam tekrar, yine affımı isteyeceğim."
Yaptığı her işi, severek, isteyerek, tutkuyla yapıyor Cüneyt Türel.
"Bu iş sevilmezse, tutkuyla bağlanılmazsa yapılamaz."
Televizyon için de aynı şeyleri mi düşünüyor?
"İyi bir metinse ya da televizyonun koşullarına göre ortalamanın üzerindeyse oyunculuk yapılabilir. Dedim ya, tutkuyla sevilmezse bu iş yapılmaz, yapılırsa o iş sizi kusar."
Söyleşiyi gençlerle bitirelim mi… Tiyatro dünyasında birçok şey aksıyor, hatta kötüye gidiyor ama, her şeye rağmen çok iyi işler ortaya koyan gençler var…
"Çok genç birçok insanın çok iyi girişimleri var. Evet, gençler çok iyi, aynen size katılıyorum, altına imza atarım o düşüncenin. Tiyatro ortamı da sinema ortamı da çok parlak sayılmayabilir, ama gençler olağanüstü. Bir kere tutkuları, girişimleri, araştırmaları, yenilik istekleri, üretimleri bence çok iyi. Kendi 18-20 yaşlarımı görüyorum onlarda, ben de böyleydim."
Siz hâlâ öylesiniz Cüneyt Türel…
"Çok naziksiniz, ama öyle olduğumu sanmıyorum. Onların isyankârlıklarını seviyorum. Zaman zaman yıkıcı da oluyorlar, onu da seviyorum, çünkü ben de öyleydim o zamanlar."
Aktör ve ada
Güneş, çoktan çekildi, son ışıklar da gitti. Şimdi, Heybeliada'nın ardından, gökyüzüne yayılan bir kızıllık içinde dolunayın portakal rengi ucu gözükmeye başladı. İşte bu an, bir adada, adadalılığı, bir ütopya olarak adayı, o duyguyu, o kavramı sormanın tam zamanı:
"Adalılık, galiba zaten biraz kozmopolit olmaktan kaynaklanan bir şey. Yani adalılık kent dışında bir şey, bir tür yeni kozmos yaratmak… Adalılık dayanışma, adalılık karşılıklı saygı, adalılık farklı insanların birbirlerine karşı empati duymalarını öğreten bir yaşama biçimi, bir kültür. En önemlisi ada demek, denizlerle ya da sularla çevrili bir yer demek olduğuna göre suyun değerini bilmek demek… Çünkü su yoksa, ada da yok. Bunu bilmeyenler, genellikle adalarda yaşayamazlar, çünkü sudan korkarlar, ayaklarının karada olmasını isterler. O yüzden adalılık bir anlamda böyle bir hayatı seçmek demektir. Hem ruhen, hem fiziken temiz kalmayı özlemek demektir. Çünkü hiçbir adalı denizi kirletmez, adaya misafir gelenler malesef denizi kirletirler ve biz de bunları onlara öğretmekle ömrümüzü tüketiriz. Ama öğrenemezler maalesef.
Türkler'in epey adası var aslında; Marmara Adaları var, Ege de birkaç ada var… Ayrıca Türkiye bir yarımada. O da adalılıktır bir anlamda, ama denizi sevmiyoruz ne yazık ki, ya da yeteri kadar özen göstermiyoruz. Aslına bakarsanız hiçbir suyumuza özen göstermiyoruz galiba. Tuz Gölü'nün, Beyşehir Gölü'nün akıbeti… Yarın öbür gün Van Gölü'nün akıbetinin ne olacağını kaygıyla bekliyorum."
Cüneyt Türel ve sevgili Erdal Öz'le birlikte Tuz Gölü'nün üzerinde yürümüştük. Erdal sağdı. Daha dün gibi. Öyle güzeldi, öyle mutluyduk ki… Artık, Tuz Gölü de yok, Erdal da…
"Ya evet evet, doğru, Erdal'la beraberdik. Adalılık böyle bir şey işte, başka nasıl anlatabilirim. Ama bir kozmopolitlik var işin içinde tabii, çünkü adaya sığınılır. Ütopya dediniz çok doğru. Farklı insanlar adalı olur zaten ve farklı insanlar adada buluşur, ama o farklılıklar sonunda böyle alt yazı- üst yazı gibi diller farklı bile olsa bir birliktelik sağlanır."
Peki, niye Burgazada?
"Burgaz, diğer adalara göre daha zor bir ada olduğu için ben şahsen tercih ediyorum. Daha zor işgal edilir Burgaz. Kendini doğal olarak koruyan bir adadır çünkü."