"Film, seyirci için yapılır"
Faruk Şüyün'ün bu haftaki konuğu; Safa Önal
Bu hafta bir sinema çınarı, Yeşilçam'ı vareden büyük ustalardan birisi olan Safa Önal konuğum... Bugün 81 yaşında, onun sinemaya atılması, bir meslek kabul edip yaşam biçimi olarak seçmesi çok eskilere, taa 20 yaşlarına kadar gidiyor. Öykü yazmakla başlıyor, romanları tefrika ediliyor... Yüzlerce senaryoya imza atıyor... Yönettiği filmlerin sayısı ise 40'a yakın...
30 Nisan Çarşamba akşamı Beşiktaş Belediyesi'nin düzenlediği Ustalara Saygı etkinliklerinin ustası olarak Akatlar Kültür Merkezi'nde sanatçı ve emekçi dostlarıyla, izleyicileriyle buluşacak olan Safa Önal ile sohbetimize, yeni projelerle başlıyoruz:
"İki yeni proje var. Onların ikisinin de senaryolarını yazdım. İkisini de yönetmek istiyorum. Bir tanesi Sait Faik Abasıyanık'ın, güzelim Sait Bey'in bir kitabı, 'Medâr-ı Maişet Motoru' romanı. Beni yirmi senedir ilgilendiren, pek çok yönü olan bir öyküdür. Pek severim. Ondan esinlenerek, - ama ona sadık kalarak değil - ondan yola çıkarak, ondan tetiklenerek bir projem var. Onu çekmek istemekteyim.
Bir de son yirmi-yirmi beş gün içerisinde büyük bir sancıyla yakaladığım ve müthiş heveslendiğim bir projem daha var. Boşanmış bir karı-kocanın yedi yaşındaki oğullarının hikâyesi. Beni çok ilgilendiriyor, kalbimi sarıyor. Bu ikisini çekmeden gidersem gözüm açık gider. Bu projeler şimdilik böyledir."
Hedef haziran ya da eylül
Bunlar hangi aşamadalar?
"Yazıldılar, ama hangisi öne alınır, hangisi arkada kalır, sponsor meselesi ne derece halledilir, halledilmez – önemi yok pek - haziran gibi, ya da eylül gibi başlamayı planlıyorum. Bunun nedeni de oyuncularla ilgili. Şimdi bu yaz yine hızlı sinema ve dizi çalışmaları yapılacak. Bu arada ben istediğim oyuncuları bulabilir miyim? Bulamadığım zaman A planı yerine B planı gibi hiç istemediğim bir şey uygulamayacağım için erteler miyim? Beni durduran o olacak. Onları beklemekteyim."
Projelerinizden birine edebiyat uyarlaması gibi de bakabiliriz.
"Evet, öyle."
Ama Yeşilçam'da son yıllarda edebiyat uyarlamalarına pek rastlamıyoruz! Hâlbuki sizin en velût döneminizde o yılların edebiyatçılarının eserleri sinemaya uyarlanıyordu ve romanları da çok satıyordu. Şimdi edebiyat uyarlamaları yok, kitaplar da o kadar satmıyor. Bu konudaki değerlendirmelerinizi rica etsem...
"Şimdi bakın Faruk Bey – dünyanın diğer ülkelerini bilmemekteyim, kulaktan dolma birtakım fikirlerle de sizinle konuşmak istemem – ama bir gerçek var, Türkiye'de kitap okunmuyor, kitap okuma seviyesi son derece düştü. Kitap okunmayınca, okunmayan kitabın edebiyat uyarlamasını sinemaya nasıl getirirsiniz?!
Günümüzün genç sinemacıları, şimdi alanı geniş bulan ve onlara bırakılmış bu alanda çalışmaya başlayan o güzelim insanlar nedense kendi öyküleriyle gelmeyi, kendi sorunlarını sanki toplumun büyük bir sorunuymuş gibi ele almayı bir çeşit marifet sayar hale geldiler. Bana göre bu yanlıştır.
Çıkmış, yayılmış, tutmuş, okunmuş o romanlardan yola çıkın, onlardan esinlenin, kendi fikirlerinizi de koyun, bugünkü dünyagörüşünüzü de ekleyin, kendi yazı dilinizi ya da konuşma dilinizi de koyun, ama o kitaplardan vazgeçmeyin.
Okuma-yazma oranının çok düştüğü bir ülkedeyiz. Bakın size matematiksel bir şey söyleyeyim, magazin değil, ciddi bir haberdir: Japonya'da bir insanın kitaba gereksinimi 7. sıradadır. Bizim ülkemizde kitap, 259. sırada yer alır. Kitaba 259. sırada gereksinim duyan bir toplumda, o toplumun sinemasında uyarlanacak romanlardan yola çıkarak bir yere varması ne derece gerçekçidir? Takdir size ait!.."
Konu sıkıntısı var
Peki, televizyonda ise tam tersine yüksek reytingli diziler, edebiyat uyarlamalarından geliyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
"Onun nedeni son derece açık. Televizyon dizileri 90–100 dakikaya çıktı. 100 dakika nasıl olur da dolar? 100 dakika normal bir film süresidir. Böyle olunca, 100'den fazla da proje ortaya konunca, birkaç seneyi de bulunca bu mesele tıkandılar. Konu sıkıntısı var...
Meselâ şu anda ismini vermeyeceğim, benim 26 sene önce yazdığım ve Halit Refiğ'in yönettiği, Yıldız Kenter'in oynadığı 'Fatma Bacı' benden alınan izinle önemli bir televizyon kanalında başka bir isimle dizi olmuş durumda. Yani sadece edebiyat uyarlamalarına değil, bir de bizim eski sinemalarımıza, eski filmlerimize, bizim yaptıklarımıza da talep başlıyor. Çünkü, konu bulmak o kadar kolay değil; siz bir seyrediyorsanız, seyirci yüz. Bilmediği yok, şimdi bu olacak diyor, o oluyor; şimdi şu olacak diyor, şu oluyor. Masraflı da bir iş, böyle olunca güvenceyi, garantiyi edebiyat uyarlamalarında buluyorlar. Bana göre de çok doğru yapıyorlar."
Şimdiki senaryo yazarları niye konu bulamıyorlar?
"Takılıp kalınabilir bir noktada. Bir de seyirci her şeyi gördü. Televizyonlar öğüttü, konu kalmadı ellerinde. Ve de yabancı diziler, filmler... Aşağı yukarı kırk kanal var bugün. Bütün bunların arasında iyiyi seçebilmek, öbürlerinden biraz farklı olanın peşine düşebilmek kolay değil Faruk Bey. Bulamazlar... Bu sıkıntı devam edecektir. Bazen de isim vermeden romanlardan yararlanacaklardır. Çareleri yoktur."
Eski filmler hala seyrediliyor
Bugün, geçtiğimiz yıllara oranla çok film çekiliyor, ama bu filmlerde bir şey eksik gibi geliyor bana. O da galiba samimiyet. Sizin döneminizdeki filmlerdeki o sıcaklık yok. Bunu nasıl değerlendirirsiniz?
"Şimdi bakın buna benim bir şey söylememe imkân yok. Bunu ben de çok duymaktayım. Bizim 20 sene, 25 sene, hatta 30 sene önceki filmlerimiz hâlâ reyting yapabiliyorsa, bulabiliyorsa…"
Ben seyrediyorum meselâ…
"Evet, pek çok kişiden bunları duymaktayım. Şimdiki sinemacılar zorlanıyorlar. Kendi kimliklerini bile salmıyorlar, kendilerini bırakmıyorlar. Hâlbuki bıraksalar, hayat kaldırır. Öylesine bir bakışaçıları yok.
Çok film yapılıyor dediniz, bakın ne çıkıyor ortaya. 80'i buldu yılda çekilen film sayısı. Ama bugün sizin, benim, bir başkasının pek kolay beğenmeyeceği bir filmin bile maliyeti Türkiye'de bir-bir buçuk trilyon lira arasıdır. Yani bu seksen filmin 5 tanesi, 6 tanesi birkaç milyon seyirci toplayıp büyük paralar; 4- 5 tanesi biraz daha az, ama yine de iyi paralar kazanmakta; 4- 5 tanesi kendini kurtarmakta. Geriye kalan 60 tanesi çalışmamakta, parasını çıkaramamakta, yapımcısını içeriye almakta."
İçeri almak?!
"İçeriye almak şu: O sene filminiz çalışmadı mı ve size para kazandırmadı mı ortalama beş yıl bir film daha yapma şansınız kalmamaktadır. Bu, sinemayı çok seven, sinema tutkunu bir yapımcı, bir yönetmen, bir oyuncu için çok vahim bir şeydir. Çok tatsız tutsuz bir şeydir. Bunu önlemenin çaresi de çok sıcak diyalog kurmaktan geçer seyirciyle. Film seyirci için yapılır. Seyirciyi ciddiye almayan, seyircisini tanımayan, hedef kitlesini, yaptığı filmin kimlere gideceğini, kimlerin seyredeceğini hesaplamayan veya bunu önemsemeyen bir filmcinin iyi bir film yapıp başarılı olmasına imkân yoktur. Film, seyirci için yapılır. Çoğu kendisi için yapıyor. En önemlisi bu."
Şu Türkçe sorunu!
Bir de Türkçe sorunu var... Sizin senaryolarınızda, konuşmalarınızda o –de'leri, -da'ları, -ki'leri her şeyi o kadar özenli yazdığınıza, doğru sözcükleri doğru yerlerde kullandığınıza kulağımla, gözümle tanığım. Ne oldu güzelim Türkçemize... Herkes bu kadar savrukken siz niye özen gösteriyorsunuz?
"Ben dikkat etmiyorum, dikkat edilmesi gereken bir mesleğin içinde olduğumdan sadece üzerime düşeni yapıyorum. Şimdi bu konu bizde kanayan bir yara uzun süredir. Ben şu ara İTÜ'de senaryo ve sinema-edebiyat ilişkileri üzerine atölyeler yapıyorum. Orada öğrencilerimle de oturup bu meseleyi dertleşiyorum. Eski özen, eski dikkat - tabii eğitim sisteminden de kaynaklanıyor, baştan sona bu eğitim sistemini ele alıp yeniden pişirmek, yeniden mutfağa girmek gerekir - yok.
Türkçe büyük bir tehlikenin içerisinden geçiyor. Bu konuda da size ciddi bir örnek vereceğim: Birkaç ay evvel yapılan bir anketi söylüyorum; Alman insanı günde 700 sözcükle, Türk insanı günde 200–250 sözcükle konuşuyor... Aradaki farkı düşünebiliyor musunuz? Üç misli...
Şuna dikkat etmek lâzım: Siz, bir İmparatorluk varisisiniz. Yedi yüz yıllık bir İmparatorluğun Türkçesini taşımaktasınız. Sizde Farisi, Arabî var, Türkçeniz var, sonradan aldıklarınız var, eskilerin hâlâ yaşam hakkı var… Bütün bunları pas geçerek, bunları unutarak, daraltarak Türkçeyi en az kelimeyle konuşmayı marifet haline getiriyorsunuz. Yabancı ilim kitaplarının tam karşılıkları bulunarak Türkçeye çevrilmesi, pek çok romanın bugün karşılığı olmayan sözcükler yüzünden atlanması söz konusu.
Tehlike büyük. Hem ilim adına, bilim adına, hem edebiyat adına, hem de bizim yetişme çağımız adına… Çünkü dil, bir ulusun kimliğidir, dilini yitirdiği zaman o ulus zaten kimliğini yitirmiş demektir. Ondan sonra varlığı ile yokluğu tartışılır. Bu çok önemlidir.
Yetmiyor, şimdi bir de bir marifetmiş gibi sesli harfleri kaldırarak reklam yapmak gibi bir acayipliğe, bir farklılığa, bir aykırılığa gitmeye kalkıyorlar. Anlayamıyorum, bu kadar hovardaca kullanılamaz bir dil."
Her şeye rağmen yarına umutla bakabiliyor musunuz?
"Bunların hiçbiri beni umutsuzluğa düşürmüyor. Yani önce toplumuma karşı kendi ödevimi, sonra kendime karşı görevimi ve ödevimi yapmalıyım. Önce kendimi sorgulamalıyım, vazgeçmiyorum, sonuna kadar gideceğim. Ama bu kâbus dağılır mı? Benim Türkçem yine eski zenginliğine, eski kalabalığına, eski bol sözcüklü konuşmalarına kavuşur mu? Bilememekteyim. Daralıyor gittikçe. Bütün bu kelimeler senin, onların vurgulamalarını, tonlamalarını neden tadını çıkararak - buna pek çok televizyon istasyonu spikerini de katıyorum, sunucularını da katıyorum - yapmıyorsun, içim parçalanıyor."
"Yapıtlarım boyumu birkaç defa geçiyor çok şükür"
1953 yılından bu yana yüzlerce senaryo yazarak dünya rekoru kırdınız. Bu rekor, Türk sinemasının onurlarından birisi… Kaç senaryo oldu?
"Benim 'Guinness Rekorlar Kitabı'na girmemi hazırlayan sayı 395... Filme alınmış senaryo. Bu rakam, tabii 395'ten de fazla olmalıdır; çünkü Guinness belge istiyor. Ben belge toplamaya kalktığım zaman ortaya çıktı ki altmışlı yılların ortalarına kadar hiçbir filmde senaryo yazarının adı yazmıyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı Arşiv Dairesi'ne bizzat gittim, çalıştım. Müdür Şuayip Bey ile beraber aradık bulduk belgeleri. Aslında 400'ün üzerindedir senaryolarım."
Ya fotoroman senaryoları...
"Evet, yetmedi, 60'dan fazla fotoroman senaryosu… Bir ara - siz benden iyi bilirsiniz..."
Estağfurullah...
"Bütün büyük günlük gazeteler çok ünlü romanlarımızdan fotoromanlar hazırlatırlardı. Fotoroman gazeteleri çıktı sadece onları yayınlayan... Ben de oralara 60'a yakın fotoroman senaryosu yazdım. Meselâ bunların içerisinde 'Beyaz Şemsiyeli' vardır. Bir Ercüment Ekrem Talû romanıdır. Feyzi Tuna çekmiş, Türkan Şoray ile Cihan Ünal oynamışlardır. Hürriyet Gazetesi'nde yayınlanmıştır. Bu fotoroman için Hürriyet gazetesi, sinema afişi gibi duvar afişleri basmıştır.
Bunlara bir de 500 bölümden fazla dizi senaryosu ekleyin, boyumu bir kaç defa geçiyor çok şükür..."
"Ben, yalnız star sistemiyle çalıştım"
Siz onca senaryoyu yazarken hangi rolde kimin oynayacağını bilip öyle mi kaleme aldınız?
"Tabii… Ben, yalnız star sistemiyle çalıştım. Anlaştığım yapımevleri çalıştıkları, çalışacakları oyuncular hakkında bana bilgi verirlerdi. Ben de o isme göre, tek isme değil ama hem kadın hem de erkek stara göre düşünürdüm. Zahmetim büyüktü. Hem kadın oyuncuya, hem erkek oyuncuya 'evet' dedirteceksiniz. İkisi de bir yerlere varmış, haklı olarak o yerde kalmak istemektedirler, bir yerde de rekabetleri vardır. Yalnız kadın başoyuncunun yahut erkek başoyuncunun ben oynarım, tamamdır demesi yetmez. İkisine de evet dedirtmek öyle kolay bir şey değildir."
Doğrusu da bu mudur? Kişiye göre yazmak mıdır senaryoyu?
"Hayır, her zaman için öyle bir şey geçerli değildir. Öyle orijinal bir konu bulursunuz ki apayrıdır, tadı tuzu yerindedir; verirsiniz ve sizi öyle bir sıkıntıya sokmaz yapımcı. Yapımcı için proje önemlidir."