Şehirler, yaratıcı sınıfları kendine çeken bir mıknatıs
Değişim Yelpazesi'nde bu hafta yaratıcı sınıfın çekim merkezleri olan şehirlere odaklanması konu alınıyor.
Değişim Yelpazesi’nde konuğumuz Yeditepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde öğretim üyesi Doç. Dr. Aykut Arıkan. Geçen hafta yaratıcı sınıf üzerine yaptığımız sohbete bu hafta yaratıcı sınıfın çekim merkezleri olan şehirlere odaklanarak devam ediyoruz.
Yaratıcı sınıf kavramını sosyoloji bilimine kazandıran Richard Florida 'Şehirler ve Yaratıcı Sınıf' adındaki yeni kitabında yaratıcılık ve şehirlerin etkileşiminden söz eder. Florida, şehirleri yaratıcı sınıfı çeken mıknatıslar olarak görür. Yaratıcı sınıfın ait olduğu mekan şehirlerdir. Bilgi alışverişinin hızla gerçekleştiği, hem benzer özgeçmişlerde hem de farklı alanlarda uzmanlaşmış bireylerin birbirleriyle kolay iletişime geçtiği, teknoloji, sermaye ve yetkinliklerin buluşma merkezi şehirler. Sizce şehirlerle yaratıcı sınıf arasında nasıl bir çekim var?
Kesinlikle doğru; Richard Florida şehirleri, yetenek mıknatısları olarak niteler, çünkü şehir olgusu, sanayileşmenin bir sonucudur; daha doğrusu, tarımdan sanayiye geçişteki büyük toplumsal dönüşümün gerçekleştiği merkezlerdir şehirler. Bu, elbette bir gecede gerçekleşen bir dönüşüm değildir; batıda bu dönüşüm yüzyıllarca sürmüştür. Biz bu süreci Türkiye'de son yüz yıldır biraz da hızlandırılmış bir şekilde yaşamaya çalışıyoruz. Yaşadığımız sosyal, ekonomik hatta politik sıkıntıların nedenlerinden biri de bu. Şehirlerde odaklanan sanayi ve hizmet sektörleri yaratıcılığa gün geçtikçe daha fazla ilgi ve ihtiyaç duymakta.
Sanayileşmeyle birlikte batı toplumlarındaki dönüşümü incelediğinizde, çok yönlü gelişim ve kalkınma projelerine şahit olursunuz. Örneğin, fabrikalarda çalışan işçilerin kendilerini geliştirmeleri ve boş zamanlarını faydalı bir şekilde değerlendirmeleri için kamuya açık kütüphaneler kurulmaya başlanır. Halk kütüphaneleri bu ihtiyaçtan doğar. Sonra iş giderek hızlanır: eğitim sistemi kurulur, okullar ortaya çıkar; mesleki öğretim önem kazanır, ortaya meslek kuruluşları çıkar; yükseköğretim kendini yeniden tanımlar, modern üniversiteler ortaya çıkar; kamusal alanda işleri düzene sokacak bir aygıta ihtiyaç duyulur, ortaya bürokrasi çıkar; araştırma ve geliştirme faaliyetleri büyük önem kazanır, Ar-Ge merkezleri veya bağımsız araştırma kuruluşları oluşur; toplumlarda demokratik talepler ağırlık kazanır, monarşiler yerlerini demokratik ve çoğulcu rejimlere bırakır, siyasal partiler ortaya çıkar; bireylerin, kurumların ve kuruluşlarını haklarını karşılıklı olarak güvence altına alma gereği doğar, ortaya hukuk sistemi çıkar; haber ve haberleşme olgusuna büyük bir ihtiyaç duyulur; ortaya kitle iletişim araçları çıkar; politika ve strateji üretimine ihtiyaç belirir, think-tank olarak da adlandırılan düşünce kuruluşları ortaya çıkar; bu dönüşümle beraber beliren yoğun tüketim talebine, ne köylerdeki pazaryerleri, ne de mahalle bakkalları kifayet eder, ortaya süpermarketler hatta hipermarketler, hatta-hatta günümüzün devasa alışveriş merkezleri çıkar; sanatsal üretim ve tüketim artar; ortaya kültür endüstrisi olarak da adlandırılan sinemalar, tiyatrolar, gösteri sanatları vb. çıkar. Kütüphaneler, okullar, üniversiteler, meslek kuruluşları, araştırma kuruluşları, Ar-Ge merkezleri, kitle iletişim araçları, siyasal partiler, hukuk sistemi, düşünce kuruluşları, tiyatrolar, sinemalar, operalar, süpermarketler, hipermarketler, alış veriş merkezleri… Bütün bu gelişmelerin odaklandığı merkezler, elbette ki şehirler. Şehirlerdeki bu yapılarda da, sürdürülebilirlik ve inovasyon kavramları belirleyici hale gelir ve sanayileşmeyle birleşince ekonominin itici gücü olurlar. Günümüzde artık inovasyona dayalı olmayan hiçbir sanayi kolu veya sektörün sürdürülebilir kalma şansı da yok. Bu inovasyonu ortaya çıkartacak olan da, doğrudan doğruya yaratıcı sınıfın ta kendisi. Yaratıcı sınıf, bu bahsettiğim yapılarda istihdam edilir, buralarda biçimlendirilir, buralarla etkileşime girer. Bu yapılar, yaratıcı sınıf olmaksızın anlamsız kalır. Diğer bir yandan da, yaratıcı sınıfın varlığını sürdürmesi bu yapılara bağlıdır. Ve bütün bu etkileşim, elbette ki şehirlerde gerçekleşir.
Örneğin, İstanbul veya Ankara gibi büyük şehirlerle buralarda yaşayan yaratıcı sınıflar arasında nasıl bir etkileşim var? Örnek verebilir misiniz?
İstanbul tabii çok ilginç bir örnek. Zira İstanbul, Ankara'nın aksine, şehir olma özelliğini, modernleşme ve sanayileşmeden çok daha önce, hatta adı İstanbul olmadan bile çok önce kazanır. Bu kültürel mirasın etkilerini yok saymak bence büyük bir yanılgıya yol açar. İstanbul da elbette, modern anlamda bir şehir olma özelliğini sanayileşmeyle beraber kazanır. Ancak, coğrafi konumu nedeniyle, göç ve ticaret yollarının tam merkezinde olmasından dolayı, Cenevizliler ve Bizanslılardan beri süregelen, kültürlerin, kimliklerin ve inanç sistemlerinin bir ergime noktası olması bakımından, çok ilginç bir altyapıya sahiptir İstanbul. İstanbul elbette yaygın kültür olarak bir Türk şehridir. Ancak, İstanbul'u Rum, Ermeni veya Yahudi kültürlerini bir yana bırakarak tanımlayamayız. Biz, bürokrasiyi Rumlardan, el sanatlarını Ermenilerden ve ticareti de Yahudilerden öğrendik. Bakın, benim büyükbabam kaptandı. O dönemin kaptanları teknelerini kendileri yapıyormuş ahşaptan. Büyükbabama mesleğini bir işe dönüştürmeyi öğreten ise bir Yahudi arkadaşı. O dönemde, teknelere motor getirtiyorlarmış beraberce ve o Yahudi arkadaşı yabancı diliyle motorları nasıl bağlayıp çalıştıracaklarını okuyup bizimkilere öğretiyormuş. O dönemde, daha fazla yükü daha ucuza taşıyarak, yani bir tür inovasyon gerçekleştirerek işini büyütmüş büyükbabam.
Bugünün İstanbul'unu nasıl tanımlarsınız?
Sevgili dostum Mario Levi'nin, İstanbul için kullandığı çok güzel bir metafor var: Ebru. Ebru sanatında, renkler ve desenler büyük bir uyum içinde, iç içe geçer, birbirlerine karışırlar, hatta birbirlerini yeniden tanımlarlar. İşte, İstanbul da, böyle tuhaf bir yer. Geçtiğimiz Mayıs ayında, Financial Times, dünyanın en yaşanılası şehirleri sıralamasını yayınladı: İstanbul ilk sırada! Yine Financial Times'da, 27 Mayıs'ta çıkan Edwin Heathcote imzalı bir yorumda, İstanbul'un “burjuva mono-kültürünün bir antitezi” olduğu görüşü ortaya atılmıştı. İstanbul'un, nüfusu bakımından “kozmopolit, meşgul ve genç” olmasına karşın, “tarihsel ve sosyal yapısıyla, sadece kıtaların değil, uygarlıkların, düşüncelerin, dinlerin ve halkların arasında bir köprü” olduğu savunulmuştu.
Düşünsenize, İstanbul bu yapısıyla, inovasyon için, yaratıcılık için ve elbette ki yaratıcı sınıf için ne kadar verimli bir ekosistem sunuyor? Burada ekosistem kavramını özellikle kullanıyorum; çünkü ekosistem bir şehirdeki inovasyonun, yaratıcılığın ve sürdürülebilirliğin altyapısını oluşturuyor. Diğer bir ekosistem örneğiyle, açıklamaya çalışayım: Silikon Vadisi. Cisco, Oracle, Sun Microsystems, Yahoo!, Ebay vb. şirketlerin temellerinin atıldığı Silikon Vadisi'nde, bir araya gelen üç önemli unsur var: Sanayi, Üniversite ve Girişim Sermayesi. İşte Silikon Vadisi'nin ekosistemi, bu üç unsurun bir araya gelip, bir işbirliği ağı oluşturmasıyla kendini tanımlıyor. Bugün, İstanbul bir sanayi şehri, bir turizm şehri, bir üniversite şehri, bir kongre şehri, bir medya şehri, bir ticaret merkezi, bir lojistik merkezi ve bir finans merkezi… Bankalar, genel müdürlüklerini boşuna İstanbul'a taşımıyor. Bu kadar güçlü ve çok boyutlu bir ekosistemde, neler yapılmaz ki?
Birçoğumuzun parçası olduğu küresel ve bölgesel bir yaratıcı sınıf mevcut. Ancak çok az sayıda insan böyle bir oluşumun farkında. Yaratıcı sınıfla ilgili bilinçlenmek bizlere neler kazandırabilir? Türkiye'de bu alanda herhangi bir çalışma mevcut mu?
İlk sorunuzun cevabında da açıklamaya çalıştığım gibi, yaratıcı sınıf ekonomi politiği gereği küreselleşmenin de bir kavramı. Aslına bakarsanız, tipik bir un var, yağ var, şeker de var, ama helva yok durumu…
Bakın, size Richard Florida'nın 2007 verilerine göre, Türkiye'nin durumunu özetleyeyim: Türkiye, Küresel Yaratıcılık Endeksinde, 39. Sırada yer alıyor; ancak yaratıcı sınıfın toplam işgücüne oranı sıralamasındaysa, 31. sıradayız. Dar sıralamayla, yani teknisyenler hariç, yaratıcı sınıfın toplam işgücüne oranı % 14,74, geniş sıralamayla, yani teknisyenler de dâhil olmak üzere, yaratıcı sınıfın toplam işgücüne oranı % 19,70. Bu sıralamayla, Portekiz ve İtalya gibi Avrupa ülkeleriyle, Arjantin, Güney Kore ve Meksika gibi dünya ülkelerinin önündeyiz. Şimdi sıkı durun: Yaratıcı sınıfın toplam işgücüne oranının yıllık büyüme hızında, İrlanda, Güney Kore, İsrail ve Meksika'nın ardından, yıllık % 3,16'lık bir büyüme hızıyla, beşinci sıradayız. Yani Türkiye'de de, küresel bir vizyona sahip, yetkin, inovatif, yaratıcı, araştırmacı, dinamik bir oluşum var ve bu oluşum toplam işgücü içinde neredeyse % 20'lere varan bir orana sahip. Yaratıcı sınıfın yıllık büyüme hızı da dünya ortalamasının bir hayli üstünde.
ALGI YÖNETİMİ SORUNU
Bilinçli olmak, bize temelde şu üç yararı sağlayacaktır diye düşünüyorum: küresel rekabet gücü, sürdürülebilir bir rekabetçilik ve elbette istikrarlı bir büyüme trendi. Bu konuda bir hayli bilinçli olan kesimlerin de var olduğunu düşünüyorum. Yükseköğretim kurumlarının bir kısmında, çok uluslu şirketlerin özellikle Stratejik Planlama ve İK bölümlerinde, bilişim teknolojisi şirketlerinin ve Internet şirketlerinin neredeyse tamamında, medyanın özellikle kendi Ar-Ge birimleri kurabilmiş kısmında, iletişim endüstrisinin özellikle yaratıcı segmentlerinde, spesifik olarak elektronik, beyaz eşya ve otomotiv gibi endüstrilerde, bu küresel vizyona sahip, yetkin, inovatif, yaratıcı, araştırmacı, dinamik ve bilinçli çalışanlar var. Aksi halde, bu rakamları yakalayamazdık.
Buna karşın, bu konuda bir kamuoyunun tam anlamıyla oluşmadığını da düşünüyorum. Bu konuda ciddi bir algı yönetimi sorunumuz var bence. Profesyonel anlamda, çok ciddi sosyal ağ ve deneyim paylaşımı organizasyonlarının yapıldığını biliyorum; zira bir kısmına ben de katılıyorum. Bilimsel ve akademik çalışmalarda ise, yüksek lisanstaki tez öğrencilerimin ciddi çalışmaları var: bir öğrencim, örneğin, enerji kaynaklarının ve dağıtımının inovasyonu konusunda çalışıyor; başka bir öğrencim, sosyal girişimcilik iş modellerinin inovasyonu konusunda bir hayli yol almış durumda; iki ayrı öğrencim de, üniversite-sanayi işbirliğinde teknoloji transferi mekanizmalarının gelecek merkezleri yoluyla inovasyonu konusunda bir proje grubu kurdular.
Gelecek Merkezi nedir? Bu yeni kavramı biraz açabilir misiniz?
Elbette. Gelecek Merkezi kavramı, İsrail Bar-İlan Üniversitesi'nden, İnovasyon Ekolojisi konusunda dünya çapında bir uzman olan değerli dostum Profesör Ron Dvir'in üzerinde uzun süredir çalıştığı bir konu. Bizim de, program olarak konuyla ilgilenmemizin temelinde, Profesör Dvir'le gerçekleştirdiğimiz işbirliği ve temaslarımız yatıyor.
Profesör Dvir, Gelecek Merkezi kavramını şöyle tanımlıyor: “bir kurumu, sistematik ve proaktif bir şekilde geleceğe hazırlanmak yolundaki faaliyetlerinde desteklemeye yönelik bir organizasyonel alan.” Bu merkezde, bir dizi işlev mekânlarla ilişkilendiriliyor: Mesela yeni fikirlerin üretilmesi için, organize bir tartışma mekânı var. Deneysel araştırma ve uygulamaların tanıtımı için de bir laboratuvar var. Pazar ve iş istihbaratına yönelik, 'gözlem kulesi' adı verilen bir mekân merkezin ayrılmaz parçası. Merkezde eğitimler için ayrı bir mekân mevcut. Ayrıca, bir dizi çok-işlevli alanın yanı sıra, bir de bu merkezde üretilmiş fikirlerin ve bunların sonuçlarının sergilendiği 'dükkân' adı verilen bir mekân mevcut. Kısacası, Gelecek Merkezi aslında minyatür bir şehir ekosistemi sunuyor bize. Burada temel amaç, inovasyonu ve yaratıcılığı körükleyerek geleceğe yönelik yeni değerler yaratmak. Biri iktisat, diğeri de bilgisayar mühendisliği kökenli iki öğrencimizin oluşturduğu araştırma grubu da, işte tam bu konunun uyarlaması üzerinde çalışıyorlar. Kısmet olursa, Türkiye'nin ilk Gelecek Merkezini de, Yeditepe Üniversitesi'nde kurmayı planlıyoruz.