Şiir maceram İzmir'de başladı
Faruk Şüyün'ün bu haftaki konuğu; Refik Durbaş
16. İzmir Kitap Fuarı'nın Onur Konuğu iyi şair-yazar, sevgili dost Refik Durbaş'tı. Durbaş, nâm-ı diğer, - bu sözcükle seslenmeyi sevdiğim - "şair"le geçtiğimiz hafta içinde İzmir'de, fuarda buluştuk ve son çalışmalarını, ilk gençliğinin geçtiği İzmir'i konuştuk. Tüyap Kültür Fuarları Genel Koordinatörü Deniz Kavukçuoğlu da masamızın konuğuydu ve sohbetimize renk kattı...
Şair, öncelikle İzmir'e "Onur Konuğu" olarak gelmek nasıl bir duygu?
"Onur yazarlığı?! Ben böyle ödül almalara alışkın değilim. Aldığım son ödül yine İzmir'de, 1991 yılında Halil Kocagöz Şiir Ödülü idi."
İnanmıyorum Türk şiirinin yaşayan en büyük şairlerinden birine 20 senedir hiçbir ödül verilmedi mi? Yoksa alacağınız ödül mü kalmadı?
"Ödül dağıtmaktan ödül almaya vakit kalmadı ki. Bir de Arif Damar Özel Ödülü'm var. O, çok özel bir ödül. Cumhuriyet Gazetesi'nde 2003 yılı mıydı, 2004 yılı mıydı 'ayın şiiri' seçmiştim bir şiirini. Bana bir sigara kutusunun içerisinde tedavülden kalkan paralar vermişti. 875 kuruş muydu neydi…"
Son yıllarda o paraları dağıtmaya merak salmıştı... Bana da vermişti, hatıra olarak duruyor.
"Ben de onları saklıyorum Arif Ağabey'in anısına… Tabii, burada Tüyap'ın Onur Konuğu olmak gurur verici bir şey, ama sonra düşündüm, onuru taşımak ağır bir şey, ama ben zaten konuk değilim; çünkü hayatımı biçimlendiren, hayatıma anlam katan yıllarım İzmir'de geçti. O yüzden kendimi İzmir'de konuk olarak kabul etmiyorum. Ev sahibiyim ben."
Çocukluğunuzun Erzurum'da geçtiğini biliyorum... İzmir'e ne zaman gittiniz?
"9 -10 yaşlarımda Erzurum'dan İzmir'e geldim. Annemler Narman, babamlar Horasan tarafından. Annem, 16 yaşında gelin gitmiş Erzurum'a. Erzurum'da gaz lambasının kar aydınlığına karıştığı uzun gecelerde, dört çocuğuna durmadan İzmir üzerine ilkgençliğinin hikâyelerini anlatırdı.
Seferberlikte annemler - dedem, anneannem - İzmir'e yerleşmişler. Hatay'da Halil Rıfat Paşa, o zamanki adı 2. Karantina, Küçükyalı, Halil Rıfat Paşa oraları mekân tutmuşlar. Ben ilkokul 4 ile 5. sınıfları Hatay Necati Bey İlkokulu'nda okudum. Yıllar sonra öğrendim ki, bir gün orada kafa çekerken, üniversiteye gittikten sonra, Özkan ile aynı sınıfta okumuşuz. Öğretmenlerimiz aynı çıktı."
Özkan dediğiniz?
"Özkan Mert. Özkan Mertoğlu."
Şair, Özkan Mert'in esas soyadı Mertoğlu mu?
"Evet, Mertoğlu. Tarihe düşün bunu da!"
Kesinlikle...
"Babası astsubaydır. Erzurum'da astsubay oğlu olarak doğmuştur. Sert bir babası vardı."
Biz, sizin hayatınızla devam edelim...
"Sonra Karataş Ortaokulu'nu bitirdim. Liseye de Namık Kemal Lisesi'nde başladım. Bir de Namık Kemal Lisesi'ni ben 3 – 2 - 1 taktiğiyle bitirdim."
Mutlu bir çocukluk
Nasıl yani?
"1. sınıfta 3 yıl okudum, 2. sınıfta 2 yıl, 3. sınıfta 1 yıl. 1965'te de üniversiteye gittim. 1969-70'te kardeşim askerliğini bitirince - annem 1966'da ölmüştü - kardeşlerimi, babamı aldım İzmir'den İstanbul'a göç ettik. Ama ben 1962'ye kadar hiç kitap falan okumadım."
Deniz Kavukçuoğlu: Ne güzel!
Şair, kitapsız ve haliyle sorunsuz mutlu bir çocukluk geçirmişsiniz!
"Evet, mutlu bir çocukluğum vardı; çok güzel uçurtmalar, telden arabalar yapardım.
Tel arabaların bir yassı pil koyup kasasına - kamyonun meselâ - lambalar takardım, öyle oynardım. Bir de arada sırada futbol maçı yapardım."
Benim çocukluğum da 60'larda geçti; uçurtmalar, telden arabalar ve 4.5 voltluk yassı pillerle... O güzel yıllar... Neyse, sonra okula başladınız...
"Üç hocamın bende çok büyük etkisi vardır. İlkokulda Tahanur Öğretmen diye bir hocamız geldi. Böyle biraz yaşlı bir adamdı. Tabii ben Erzurum'dan gelmişim, şivem İzmirlilerin şivesine benzemiyor. Annemi çağırdı bir gün benim yanımda dedi ki: 'Bu okuyup adam olmaz; sen bunu götür bir demircinin yanına çırak ver, şivesi bozuk bunun, konuşmasını beceremiyor.'"
İşte hayatın gerçekleri! Ama siz hocanızın sözünü dinlememişsiniz?! Ve kâğıt, hayatınızın baştacı olmuş...
"Ben lise hayatım boyunca hiç sözlüye kalkmadım."
D. K.: Devamsızlıktan mı?
"Hayır, korkudan. Hep yazılı…"
Ya ilkokul, ortaokul?
"İlkokulda, ortaokulda, lisede hiç sözlü sınava girmedim. Hep kaçtım, ama yazılılarda, belki yazma yeteneğim bilinçaltında böyle gelişti, hep yazdım."
Ya ikinci hocanız?
"İkinci hocam, Karataş Ortaokulu'nda okurken Garra Sarmat diye bize Yurttaşlık Bilgisi dersi vardı ona gelirdi. Hiç unutmuyorum bir gün bir arkadaşımız - okul o zaman deniz kıyısındaydı - yapma çiçek getirmiş sınıfa, öğretmen kürsüsüne. Garra Bey geldi dedi ki: 'Evladım İzmir'de yaşıyorsunuz; İzmir'in her tarafı bağ-bahçe, çiçek, bir çimen yaprağı koysaydınız ben daha mutlu olurdum.' Ondan sonra ben hayatım boyunca yapma çiçekten nefret ettim. Yapma ilişkilerden, yapma aşklardan, yapma sevdalardan hep kaçtım."
D. K.: Yapma aşktan ne anlıyorsun?
"Sahte aşklar… Gibi aşklar... Aşk da sahih olacak, gerçek olacak."
Lise dönüm noktası...
Neredeyse liseye gideceksiniz hâlâ yazıyla-çiziyle ilginiz yok... Hâlâ kırlarda uçurtma uçuruyor, telden arabalar yapıyor, mahalle aralarında top koşturuyorsunuz... Ne zaman aklınıza düşecek şiir düzmek, hikâye anlatmak?
"Lise 1'de Aydın'dan bir hoca geldi: İsmet Kültür. Nihat Sami Banarlı'nın edebiyat kitabını okuyoruz. Bu sınıfa girdi, ceketinin cebinden Milli Eğitim Bakanlığı'nın 1940'larda basılan klasiklerinden ince bir kitap çıkardı. Galiba 'Sokrates'in Savunması' yahut da 'Antigon'du, şimdi tam hatırlamıyorum. Dedi ki: 'Çocuklar benim dersimde 5 numara garanti. Hepiniz Türkçe konuşuyorsunuz, sizin kopya çekmeyeceğinizi de biliyorum birer delikanlı olarak, Nihat Sami'nin kitabını okumayacağız. 'Bizim' dedi 'üç tane büyük romancımız var: Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir.'"
D. K.: Üç Kemaller…
"Üç Kemaller… İki de büyük yazarımız var: İlhan Selçuk ve Çetin Altan. O zaman Çetin Altan, Akşam'da yazıyor galiba. Bize ders yılı boyunca böyle teksir kâğıdına basılmış birer 'A4' kâğıdı boyunda - Nedim, Fuzuli, Şinasi, Namık Kemal - okuyacağımız konularla ilgili birer sayfalık özetler verdi.
Bunun dışında meselâ ilk defa Nâzım Hikmet'in şiirlerini: 'Bir vapur geçer Varna önünden / yanar elleri'; 'O mavi gözlü bir devdi. / Minnacık bir kadın sevdi. / Kadının hayali minnacık bir evdi, / bahçesinde ebruli / hanımeli / açan bir ev' İsmet Kültür'den öğrendim. Daha o zaman 1961–1962, Nâzım Hikmet'in şiirleri yok, Türkiye'de yasak…"
D. K.: "Bir vapur geçer Varna önünden / Uyy Karadeniz'in gümüş telleri / Bir vapur geçer Boğaz'a doğru / Nâzım usulcacık okşar / vapuru / Yanar elleri / Yanar elleri "
Sağolun Deniz Bey...
İlk hikayeler
"İşte o İsmet Kültür Hoca bir – iki ay sonra bize dedi ki: 'Aklınızdan geçenleri, mahallede gördüklerinizi, çevrenizdeki ilişkileri, işte anne-baba ilişkilerinizi, kardeşinizle kavganızı kompozisyon şeklinde birer sayfa yazın.' Bu arada tabii biz kitap okumaya başlamıştık. Varlık Yayınları'ndan Panait Istrati, Erskine Caldwell, Orhan Kemal, Orhan Hançerlioğlu... Kovan Kitabevi vardı, oradan kitaplar alınıyor, okulun bir koridoruna kurulan bir camekânda bunlar sergileniyordu. Kitapların fiyatı 1 lira, 2 lira… Bir çocuk bulmuştuk bunlardan sorumlu, diyordu ki: 'Bu kitap 1 lira, Refik Durbaş bu kitabı alacak, haftada 10 kuruş, 10 kuruş ödeyecek.' Çünkü bizim okuduğumuz okul Namık Kemal, yoksul semtlerin çocuklarının okuduğu bir okuldu.
O yıl içerisinde 'Genç Kalemler' diye bir dergi çıkardık İsmet Hoca'nın desteğiyle, dergi benim üzerime kaldı. Böyle cep boyunda bir dergi... İçinde yalnızca Namık Kemal'de okuyan çocukların yazıları var. Hoca alıyor yazıları, matbaaya götürüyor, bastırıyor... Kendi cebinden para vererek bastırıyor.
İşte ben o dergiye hikâye yazmaya başladım; fakat işte okuduğum şeyler de Orhan Kemal 'Baba Evi, 'Avare Yıllar' acıklı, gerçekçi hikâyeler. İsmet Hoca, hikâyenin bir tanesini Çocuk Haftası'na gönderdi, 'Karanlık' diye bir hikâye… Aslında herkes benim ilk yazdıklarımı şiir sanır, yayınlanan ilk imzalı yazım o 'Karanlık' hikâyesiydi, 'Çocuk Haftası'nda, 1962'de..."
Peki şiire nasıl geçtik...
"Yayınlanınca şunu fark ettim, o hikâyeyi okul defterine 10 sayfa yazmışım, ama dergide tuttuğu yer, 10 santim bile değil. Aynı duyguyu şiire döksem, 10 satırlık bir şiir de hikâye kadar yer tutacak. Üstelik şiir yazmak daha kolayıma geliyor. Ders çalışırken tarih kitabı arasında roman okumak gibi..."
O şiir defterleri duruyor mu?
"Tabii."
Bir de komşu kızı Güher mi vardı?
"Evet... Güher, Ajans Türk takviminde çıkan şiirleri bir küçük kitap halinde toplamış. 'Bir de şunları oku' dedi. Aldım, yüzlerce şiir, bir küçük antoloji..."
Anlaşılıyor ki İzmir edebiyata yaklaşmanız için önemli bir kent olmuş. Her şey şimdi bütün güzelliklerini paylaştığımız bu kentte şekillenmiş. Burada İzmir'e bir nokta koyalım isterseniz. İzmir'in ardından İstanbul ve anılar, anılar... Bütün ünlü edebiyatçılar, sanatçılar sizin dostlarınız... Onlarla anılarınızı kitaplaştırmayı düşünmüyor musunuz?
"Yazmayı düşünüyorum da şöyle bir şey oluyor: Masanın başına oturduğum zaman hepsini unutuyorum, ama sevdiğim insanlarla konuşurken, birisi sorduğu zaman aklıma geliyor, anlatıyorum. Biri soracak, ben de anlatacağım."
Tamam, ben sormaya adayım, yapalım öyle bir kitap.
D. K. : Bir dakika yahu ben niyetliyim böyle bir şeye.
Yeni şiirler
Olur, yeter ki kitaplaşsın, kaybolmasın bu anılar...
Bu arada şiirlerden ne haber? Yeni dizeler var mı?
"Evet, 'Sözcükler' Dergisi'nde yayınlıyorum da basacak yayınevi yok. Şimdi ben uçurtma uçurma alışkanlığından geldiğim için bilgisayara, telefona alışamadım. Bir ara 13 tane şiir yazdım bilgisayarda uçtu, bulamadım. O şiirleri elle yeniden yazdım. 13 şiir! 'Yazılmaz Bir İstanbul'un içine koyacaktım. Şimdi şiirleri bilgisayarda yazıyorum, sonra onları deftere geçiriyorum, defterlerim var bir sürü. İlk işim bu oluyor, ne olur ne olmaz… Şimdi bir defterim var içerisinde 110 tane falan kısa şiirler var. Bir defterde 6–7 tane orta boy yazılmış şiirler... Bir deftere çocuk şiirleri yazdım tekerlemeler şeklinde. 'Nar Düştü Kar Üstüne' ismiyle bizim Samiye (Öz) basıyor, Can Çocuk. Yani şiir her gün yazıyorum da, bu yayınevleriyle..."
D. K. : E, Can Yayınları'yla konuş. Madem Can Çocuk basıyor, onlar da basar.
"E söylüyorum, basmıyorlar."
D. K. : Basarlar...
"Ne bileyim, basmıyorlar. Kavis diye bir yayınevi kitapları basacağım, dedi."
D. K. : E, Zeynep'le konuş, Can Yayınları Yayın Yönetmeni Zeynep Çağlıyor'la...
"Tanımıyorum. Ama şimdi Fahri (Özdemir) var, Kırmızı Yayınları, toplu şiirleri Fahri basıyor."
D. K. : Sabah Gazetesi'nden atılmak sana büyük bir motivasyon verdi, değil mi?
"Elbette… Elim titriyordu. 't' harfini yazmaktan korkuyordum birilerine gider diye... Daktilonun o tuşuna basmaktan korkuyordum."
D. K. : Peki, eski gazeten Cumhuriyet'le görüşüyor musun?
"Cumhuriyet'te Orhan Ağabey'le konuştuk, Orhan Erinç'le... Daha önce Celâl Üster - Arif Damar ölünce - bir yazı istedi. 'Yazar mısın?' Yazarım dedim. Fakat şöyle bir sorun var o zamanlar Sabah'ta kadrolu olduğum için derler ki 'biz sana para veriyoruz, niye bizim gazetede yazmıyorsun da gidip orda yazıyorsun?'... Celâl, istersen takma adla yaz dedi...
Yine bakın tarihi bir şey söylüyorum: Eskiden Cumhuriyet'te edebiyat sayfaları vardı, iki yazı olmasın diye Fikret Kaynakçı diye yazıyordum. Dedi ki, 'takma adla yazarsın' hatta son yazımı öyle gönderdim.
Sonra Sabah'tan atılınca dedim ki, kurtuldum, adımı koyun dedim. Celâl de istiyordu. Şimdi haftada bir kültür-sanat sayfasında yazmam da söz konusu olabilir..."
Verimli bir dönem...
Sonuçta, uzun yıllar süren sağlık sorunlarının ardından formda bir şekilde çalışmaya devam ediyor Refik Durbaş diyebilecek miyiz? Yeni şiirler yazılıyor, yazılacak...
"Evet, şiiri zaten hiçbir zaman bırakmadım ki... Ben Sabah'tayken de her hafta bir şiir koydum…"
Yok canım bir ara siz küsmüştünüz, hiçbir şey yazmıyordunuz, bırakmıştınız her şeyi...
"Evde yine yazıyordum, ama yayınlanmıyordu.'
D. K. : Üretiyordu, fakat paylaşmıyordu.
"Yine meselâ bir çalışmam var. 18–20 tane şiir yazdım bir kitap olabilir. İçki üzerine Bektaşi fıkralarını, Ehlikeyf Efe diye bir Bektaşi kahramanı yaratarak şiir olarak yazdım."
D. K. : Yayınlandı mı bir yerde?
"Hiçbir yerde yayınlanmadı, bir defterde duruyor."
O zaman, onları da basılı olarak görmeyi bekliyoruz...
"Uçurumlara Dar Gelen" şiirinden...
Şair'in "Uçurumlara Dar Gelen" şiiri, onun şiir macerasının bir özeti olarak da okunabilir. İşte o şiirden bir bölüm:
"...
Anayasası olmayan tek cumhuriyet şiir değil midir?
Bütün kutsal kitaplardan kovulmuştur.
Devletten de...
Yine de sürgün olduğu söylenemez.
Her şiir kendi yasası üzre kendi devletini kurmuştur.
Ne yöneten vardır orada, ne yönetilen. Kul da kendidir, tanrı da. Söz de sözcük de...
Bu yüzden mi hep uzak durur yasal işlerden?
Bu yüzden mi adı illegale çıkmıştır?
Yasadan, yasalardan uzak duranın şiirini yazmak isterdim.
Duranın, eylemsizin yanında değildir şiir, devinim halindedir.
Yanar döner, durmaksızın değişir.
Göğün yüzündeki güvercindir, yerin altındaki akarsu,
Yeraltındaki kömür.
Güvercinin attığı taklayı, akarsuda akıp giden susuzluğu, kömürde yanıp sönen ateşi yazmak isterdim.
..."
"Küçük küçük hikâyeler yazdım"
Düz yazı çalışmaları var mı?
"Evet, küçük küçük hikâyeler yazdım."
Öyle mi? Bunlar yeni, bilmiyordum.
"Yeni… 20-25 tane… Meselâ 'kahvesini içti, bastonunu eline aldı, eve doğru yürüdü. Kapıda yalnızlığından başka kendisini karşılayan yoktu.' Bu kadar. 'Yalnızlığın arkadaşı yoktur, kendisinden başka.' Bu kadar.'
Yani çalışmalarınız son sürat sürüyor. Bir ara çalışmıyordunuz, sanki küsmüştünüz.
"Evet, küsmüştüm…"
Ama şimdi, çalışılıyor ve güzel ürünler geliyor, şahane…
"Evde oturuyorum, kalkıyorum, çalışıyorum...