Torosların gizemli dünyasını çağdaş edebiyata taşıdı...
Faruk ŞÜYÜN'ün bu haftaki konuğu; Osman Şahin
1940'ta Mersin'in bir Toros köyü olan Arslanköy'de doğdu. Kendi deyimiyle "kıraç tepedeki domates fidanı" gibi olan yoksul bir çiftçi ailesinin 13 çocuğundan biri. 1970'te ilk öykü kitabı olan "Kırmızı Yel"i yayınladı. O günden bugüne 39 yıllık sanat yaşamında öyküleri 9 dile çevrildi; 28 kitabı yayınlandı; yapıtlarından uyarlanan 23 filmiyle Türk sinemasına ulusal ve uluslararası çok sayıda ödül kazandıran 32 senaryoya imza attı; edebiyat alanında ise bugüne kadar 15 ödülün sahibi oldu… Bu ödüllerin en yenisi, Mersin Ticaret ve Sanayi Odası (MTSO) tarafından düzenlenen Mersin Kenti Edebiyat Ödülü'ydü... Osman Şahin ile sohbetimize, bu ödülle başlıyoruz.
"3. kez verildi bu ödül. Geçen yıl Tahsin Yücel , evvelki sene ise Nezihe Meriç almıştı. Mersin Kenti Edebiyat Ödülü'nün özelliği Türkiye'de ilk kez bir kentin kendi ödülünü veriyor olması. Sadece Mersinli olanlara verilmiyor ödül. Bir rastlantı benim de Mersinli oluşum. Edebiyat birikimi, geçmişi olan edebiyatçılarımızın tüm yapıtlarının bir değerlendirmesi bu. Oradaki törene katılanlar da söylediler Mersin Ticaret ve Sanayi Odası'nın 300 kişilik salonunda, 450'den fazla kişi vardı ödül töreninde. Benim izlenimlerime göre ilk kez halk karıştı bir ödül törenine. Hani hep belli edebiyatçılar, belli insanlar katılırlar ya böyle etkinliklere, burada ilk defa halk vardı. Arslanköylüler, benim köylülerim katıldılar. Arslanköy kadınları, erkekleri, Belediye başkanı, 3-4 otobüs dolusu gelmişlerdi. Bana çam kozalakları hediye ettiler. Ben de şöyle söyledim orada; 'bu kozalağın içinde en az 500 yılı içinde taşıyan bir tohum vardır. Sözcük gibi güçlüdür o kozalaklar.' Öyle bir benzetme yaptım. Bu arada film afişleri sergimiz açılmıştı salonda. Tören öncesinde de perdede benimle ilgili bir barkovizyon gösterisi yapıldı. Her şey çok mükemmeldi."
Hemen köyünüzden söz açalım. Arslanköy, Toroslar'ın tepesinde 1453 metre yükseklikte bir yer. Kuvvayı Milliye'de Fransız'a karşı Mersin direnişi orada başlamış. Eski adı Efrenk imiş. Kurtuluş Savaşı direnişinde gösterdiği kahramanlık dolayısıyla adı, TBMM kararıyla Arslanköy olmuş.
"Benim doğup büyüdüğüm yer. Oradan yukarıda yerleşim yeri yok zaten. Çevresi akıl almaz yükseklikte ormanlık, kayalık dağlarla çevrili. Elmacılık, şeftalicilik yapıyorlar. Esas adı Efrenk, sizin de belirttiğiniz gibi Kurtuluş Savaşı'nda ilk Kuvayi Milliye örgütlenmesi orada oluyor. Örgütlenmeyi sağlayan 4 kişinin birisi de benim İlyas dedem. Karacaoğlan'ın geçip gittiği, Hitit kraliçelerinin atlarının otladığı, hatta Roma devlet adamı General Pompeius'un kaplan avladığı bir yer Arslanköy..."
Siz orada doğup büyüdünüz… Bütün kitaplarınızda bu yörenin çok etkisi var. Zaten ödül gerekçesinde de "Toplumsal sorumluluk duygusunu tutkuyla yüklendiği öykü yazarlığında otantik bir Türkiye gerçeği içinden evrensel gerçekliğe ulaştığı; Torosların bilinmeyen antik kentlerinin gizemli dünyasını epik, yalın ve masalsı bir söyleyişle çağdaş Türk edebiyatına taşıdığı" deniliyor.
"Benim kuşağım, Dedem Korkut öykülerine, Yunus Emre ilahilerine, Karacaoğlan'a, Pir Sultan Abdal'a ve Dadaloğlu türkülerine doğmuştur. Öykülerimde kullandığım dil yurdum, dil yatağım oralardır. Bu dil Toros insanlarının ana memesidir. Dil, düşüncenin toprağıdır. Bu dil Yörük ve Türkmen dilidir. Yörüklük ve Türkmenlik özünde çok büyük bir doğa ve insan birikimidir."
Siz, yerelden yola çıkarak, olması gerektiği gibi evrensel duyguları dile getiriyorsunuz. Bir arkeolojik kazı yapar gibisiniz...
"Asıl mesleği arkeolog olan değerli öykü yazarımız Nursel Duruel der ki 'senin bütün öykülerinde arka planda antik bir arkeoloji var.' Bu, Yaşar Kemal'de de vardır. Bizim Arslanköy'de, 'Son Yörük' isimli kitabımda - Fransızca'ya da çevrildi – yazdım bunu 5 tane kale bulunuyor. Hititlilerden, Bizanslılardan, Romalılardan kalma kaleler dağ doruklarında. Ve orada 18 tane kaya mezar var. Ben, bu mezarların hepsinin içine girdim, ölçtüm, biçtim, hangi döneme ait olduklarını arkeologlarla konuştum.
Hatta bizim bahçemizin içinde bile içi oyulmuş, fakat yarım kalmış antik Roma mezar taşı vardı ve biz çocukken, üzümler toplanınca ağabeyim, onları orada ezerdi. Biz, onun ne olduğunu bilmiyorduk, pekmez kaynatıyorduk orada. Dünyaya açılınca, kitap okudukça, diyalektik olarak olaya baktığım zaman müthiş bir hikâye gizli olduğunu gördüm, ama bunu yazamadım tabii. O Romalı bir beyin, zengin bir Romalı'nın mezarıydı. Kapağı kırılmıştı herhalde vaktiyle veya içine zamanla başkaları kendi ölülerini de koymuşlardı. O taş, birkaç Romalı ölünün, orada oturan insanların kanlarını emmişti. Biz, bunu bilmiyorduk tabii, pekmez kaynatıyorduk orada. Yani o pekmez kimin kanıydı?! Benzetme yapıyorum şimdi… Bu, beni müthiş çarpmıştır."
Tıpkı Hayyam'ın şarap içtiğin elindeki bu toprak kâse, bir zamanlar kimin gözleriydi dediği gibi...
"Evet, evet, işte oralarda çocukluğumuzda keçe toplarla oynardık. O kadar antik kaya vardı ki - korunması gerekiyor aslında - kale yerine iki Roma taşı koyardık. Çok vardı çünkü…
Çok eski pagan kültürlerin yurdu, Luwi ve Hitit tanrıçalarının yüksek kaya yüzlerine resimlerinin oyulduğu, dağ tanrılarının gözü sayılan mağaralar, kaya mezarları ve antik yerleşimler yurdudur Arslanköy. Öykülerimin dokusuna sinen arkeolojik doku ve renk oradan geliyor. 1994 yılı Sait Faik Hikâye Armağanına değer görülen "Selam Ateşleri" kitabımda anlattığım dev mağara, köyümün karşısındaki dev Şaymana Mağarası'dır. Pagan kültürler döneminde tapım görmüş olan bu dev mağaranın sessiz çığlığı, derin kazılmış ağzının damağında, yüz binlerce yıldan beri donmuş, kalmış gibidir. 92 metredir, ağzı açılmış, çok yaşlı bir kadına benzer, hep bir şey anlatacakmış gibidir. Ben, onu efsaneleştirerek anlattım. Türk edebiyatında en iyi mağara betimlemesi dediler o zaman.
Dağ Tanrısının gözleri
Bizim köyün onun karşısında kurulmuş olması rastlantı değildir. Aynı bölgede başka mağaraların karşılarında başka köyler de var. Dağ Tanrısının Gözü önünde kendilerini emniyette hissediyorlardı herhalde. Ben böyle bir yorum getiriyorum tabii. Baktığınız zaman her yerde eski yaşantılar var.
Bizim köyün doğusunda Çağıloluk köyü var, adı gibi çakıltaşları içinden su çıkan bir köy. Erken Roma döneminde 3 bin nüfuslu bir kent varmış orada. Bunu ilk kez ben yazdım Türkiye'de, hatta Kültür Bakanlığı'nın da dikkatini çekmiş. O 3 bin kişilik kent, 500 sene kadar varlığını sürdürmüş. Benim köyümün bugünkü nüfusu kadar. Arkeologlar götürdüm, evet dediler. Yakılmış, duvarları varmış, yıkılmış. Çok stratejik bir yerde. Oranın bütün taşlarını taşımışlar, bizim köyün cami yapımında, minare yapımında, evlerde kullanmışlar. Hatta benim doğup büyüdüğüm 200 yıllık evin köşe taşlarını da oradan getirilmiştir. Hiçbir şey değişmemiş aslında. O zamanlar Romalılar, Toroslara çıkanlardan orada para alıyorlarmış, şimdi de Devlet Karayolları, Külek Boğazı'ndan geçerken alıyor. Yani hiçbir şey değişmiyor. Bir öykücü olarak baktığım için bunlar beni hep etkilemiştir. 'Sonuncu İz' adlı öyküde de antik bir dünyaya giriş söz konusudur. 'Kar Avcısı' öyküsünde yine arkeoloji vardır. Beni hep etkilemiştir arkeoloji. 'Çatal Islık' öyküsünde de gene antik bir kale görürüz."
Yayınlanmış 28 kitabınız, 117 öykünüz var değil mi?
"Bunların 11'i öykü kitabı, 6'sı çocuk, 3'ü gençlik romanı; 3 tane büyükler için roman var, denemeler var. Yaşar Kemal ile ilgili olan örneğin 'Geniş Bir Nehrin Akışı /Yaşar Kemal' adıyla çıktı; kimi senaryoları da kitap haline getirdim"
Öykülerinizden 23'ü sinemaya aktarılmış… Bunların 18'inin senaryosunu siz yazmışsınız. Bu da bir rekor herhalde, hem edebiyatçı olup…
"Edebiyatçıların içinde de senaryo yazanlar vardır. Orhan Kemal gibi…"
Bu kadar fazla yazan var mı?
"Bilemiyorum."
İkisi Yunus Nadi olmak üzere 15 ödül almışsınız. Aralarında TRT Büyük Öykü Ödülü, Nevzat Üstün Öykü Ödülü, Ömer Seyfettin Öykü Ödülü, Sait Faik Hikâye Armağanı, Edebiyatçılar Derneği Onur Ödülü de var. Neredeyse ülkedeki bütün büyük ödüllere sahipsiniz…
"Teşekkür ederim. Çok değerli kitaplar katılmıştı o ödüllere. Yani sayın seçici kurul üyeleri verdiler bu ödülleri, ben kazanmadım. Değerli yazarlarımızın katılımıyla da o ödüller daha da değerlenmiş oldu tabii."
Mersin'deki ödülün gerekçelerinden birisinde "acı çekerek sevdiği güney/doğu insanımızı kendine özgü anlatım dehası, gerçekçi ve etkin bir edebiyat diliyle dramatize ettiği" cümlesiyle vurgulanıyor edebiyatınız...
"Bütün öykülerimde, romanlarımda hatta filmlerimde genel bir tema vardır hiç değişmeyen… Bir tane aşk öyküsü yazmışımdır ancak. 'Dişler' diye bir öykü. 'Mahşer'de… Öykülerimdeki insanların çoğu, özünde acı çeken, yoksul insanlardır. İşsizlik derdi, geçim, adam hesabına alınmama, eziklik, güvensizlik, hastalık ve ölüm korkusu onların temel yasasıdır. Karakolu, jandarmayı, polisi ve hastaneyi iyi bilirler. Mahkemeleri de… Yürekleri iyilik ve haset doludur. Haklarının biraz yenildiğine, yaşamlarında hep yanlış yerde olduklarına inanırlar. Yaşadıkları yanlışların kökleri hem geçmişlerinde vardır, hem de bu günkü zaman içinde vardır. Onlar fazlasıyla acı çekerler. Bu insanlar ülkemiz nüfusunun en büyük tabanını oluştururlar.Ben bu insanları yazdım. Şimdi 6-7 milyon resmi işsiz var ya hep onları yazıyorum ben, o insanlar onlar. Onları iyi tanıyorum çünkü."
Filmlerden 35 ödül geldi
Bu konular, film olunca da çok ilgi gördüler... "Yağmurdan Sonra", 2008, Yönetmen: Faruk Turgut; "Aşkın Kesişme Noktası", 1990, Yönetmen: Bilge Olgaç; "Zincir", 1987, Yönetmen: Korhan Yurtsever; "Keriz", 1985, Yönetmen: Kartal Tibet; "Züğürt Ağa", 1985, Yönetmen: Yavuz Turgul; "Ayna", 1984, Yönetmen: Erden Kıral; "Firar", 1984, Yönetmen: Şerif Gören; "Adak", 1979, Yönetmen: Atıf Yılmaz; "Kibar Feyzo", 1978, Yönetmen: Atıf Yılmaz; "Fırat'ın Cinleri", 1977, Yönetmen: Korhan Yurtsever; "Kızgın Toprak", 1973, Yönetmen: Feyzi Tuna. Bir çırpıda sayabileceğim, hemen ilk aklıma gelen filmler... Bu filmlerle de yurt içi ve yurt dışında ödüller kazandınız.
"35'ten fazla ödül..."
Doğdunuz köye gidiyor musunuz?
"Köyümde evim var benim. Hiç bırakmıyorum orayı. Çok güzel bir dağ evim var."
Oradaki insanların acılarını, ağıtlarını yaşamayı, yazmayı sürdürüyorsunuz...
"Evet, ağıt geleneği vardır meselâ. Avrupa'da ağıt geleneği yoktur. Kızılderililerde de vardır. "Beyaz" insanlarda ağıt geleneği olmadığını saptadım. Ortadoğu ve Doğu toplumlarında, yani acı çeken toplumlarda ağıt geleneği var. Yazar Elias Canetti bir Osmanlı yurttaşıdır, Rusçuk doğumludur. Ben çok etkilenmişimdir ondan. 'Halkın açılmış yaralarını yazmaya çalışmalıdır yazar. Acı insanı edebiyatçı yapar. Kanayan, yarası olmayan bir yazar edebiyatçı değildir' diyor. Anadolu kökenli ünlü, ABD'li yazar William Saroyan; 'Türkçe acının dilidir, Türkçe kalbin ve ağıtın dilidir' diyor. Buna benzer örnekleri çoğaltabiliriz. Kutsal kitaplarda anlatılan 'Nuh Tufanı' aslında durmuş değildir, bütün gücüyle sürüyor. Böyle bir durumda biz yazarlara, şairlere büyük işler düşüyor.
Bir de Nâzım Hikmet'in bir dizesi çok hoşuma gider, benimle örtüşür: 'Boşlukta çürür kelam, / Topraktan gelmemişse, / Toprağa dalmamışsa, / Kökünü salmamışsa.' Toprak, burada halk…"
Yeni projelerle bitirelim sohbetimizi...
"Bu yıl içinde 'Sarı Yatak' ya da 'Dar Ağacı Avlum' adıyla yayınlanacak bir öykü kitabım Can Yayınları'ndan çıkacak. Çok güçlü öyküler. Bunlar, benim son kırsal kesim öykülerim olacak. Ondan sonraki senede yani 2011'de, ki yazarlığımın 40. yılı olacak, ilk defa İstanbul'u anlatan bir öykü kitabımı 'Duvarlar' adıyla yayınlayacağım."
Bu öyküler henüz yayınlanmadı değil mi?
"Yayınlamadım, ama bekletmem lâzım. Gerçek İstanbul'u anlatmıyorlar, çünkü ben gerçek İstanbul'u anlatamam. Çok yüksek kültür, ben 35 senedir İstanbullu olduğum için gerçek İstanbul'u da gördüm. Ama ben, İstanbul'a Anadolu'dan gelen ve basamakları 5'er 6'şar çıkıveren, sonra da İstanbul'un çatalı altında öğütülen kişileri yazdım. Okuduğunuz zaman çok etkileneceksiniz…"
Doğdunuz yerlerle ilgili öyküler artık gelmeyecek mi?
"Bir de 'Eğri Yağmur Taneleri' adıyla - bu, aslında ünlü Rus şairi Mayakovski'nin bir dizesidir oradan aldım, zaten kitabın girişinde de onu belirteceğim - bir roman üzerinde çalışıyorum. Çocukluğumu 12 yaşına kadar anlatıyorum orada. İlk Mersin'e indiğim zaman yalınayak, orada bitiyor roman. Çocukluğumu ve bütün köyümü, etrafımı, Arslanköy olaylarını, Fransızları anlatıyorum. Ben çocukken tavanarasında kılıçlar sokuluydu. Çekildiği zaman kanıyla sokulmuş kılıçlar, paslılardı yani. İlyas dedemin evinde meselâ ihbarcıyı vurmuşlar, hâlâ eşikte kurşun izi vardır. Aslında oranın müze haline getirilmesi lâzım... Bunları anlatacağım..."
Büyük beyaz bulutların, kalın karların ülkesinden geldi
Eğitim aldığınız meslek, öğretmenlik...
"Beden Eğitimi öğretmeniyim. Dicle Köy Enstitüsü son dönem mezunuyum... Adnan Binyazar, Gülşen Kafkas - Cumhuriyet'te yazıyor arada sırada - benim sınıf arkadaşlarım. Aynı sınıftan 3 yazar çıktı. Ama Adnan, tabii oraya geldiği zaman da çok kültürlüydü. Shakespeare'i ben ilk kez Adnan Binyazar'dan duymuştum 1. sınıfta, 1950 yılında. Fakat Dicle Köy Enstitüsü, itiraf etmeliyim benim ikinci doğum yerimdir. Geri dönüş yapayım izin verirseniz, benim doğup büyüdüğüm köy, büyük beyaz bulutların, kalın karların ülkesidir. Hititlerin Fırtına Tanrısı dedikleri yer. Ne olacağını, havanın nasıl olacağını, nereden dolu yağacağını kestiremezsiniz, arabaların camlarını kırar dolu. Orada tabii o antik kentler, işte o Yörük göçebe kültürü… Çocukluğumda kervanlar vardı, onların deve çanlarını hâlâ saklıyorum. Ben, o dönemi gördüm, o göçebe dönemi. Yaşar Kemal'in Binboğalar Efsanesi'nde yörüklüğün sonu diye anlattıklarını yaşadım ben çocukken.
Bir Arslanköy ağıtında "damlaydım, bir akara karıştım, denizden denize savurdu beni" dizeleri gibi, yaşam beni ve benim kuşağımı da savurdu. Kuşkusuz yukarıda anlattıklarım, her yazar için eşsiz bir malzemedir. Ama yine de bunlar bir insanı yazar yapmaya yetmez. Benim, ikinci doğum yerim saydığım Köy Enstitüsü'nde de "kitapla- ekmeği" bir tutmak anlayışı yaygındı. Ekmek doyururdu, kitap ruhunuzu açar, zenginleştirirdi. Kitap okuma alışkanlığını orada öğrendim.
Benim köylülerim de biliyorlar benim bildiklerimi, ama yazar olamıyorlar. Yazar olabilmek için ne gerekiyor? Çok kitap okumalı. Eğer bir yazar kitap okumazsa olmaz. Çok kitap okumalı, biraz da çektiği acının farkına varmalı sanatçı. Beni aslında yazar yapan bu tür şeylerdir."
33 köyde folklor araştırmaları yaptı
Öğretmenliğiniz sırasında Anadolu folklorundan derlemeler yaptınız mı?
"Ben Malatya'da beden eğitimi öğretmenliğinde 7 yıl çalıştım. Bu sürede 33 köy hakkında incelemeler yaptım. Benim evimdedir o çalışmalarım. Boğaziçi Üniversitesi istedi, vermedim. 80'er sayfa her köy için…"
Bunlar yayınlanmadı mı?
"Yayınlanmadı. 1644 bulmaca topladım. Biraz ayıp olanlar vardı, onları çıkardım 'Su Kurusu' adıyla yayınladım diğerlerini. Su kurusu da bir bulmaca adı. Su kurusu, buz demektir… Okuma yazma bilmeyen o cahil köylüler, 40-50 sene önce neler yaratmışlar, nasıl bir söz sanatı yaratmışlar."
Anadolu bitip tükenmez bir kaynak değil mi?
"Köylü olduğum için bir köylüyle, herhangibir yoksul insanla, mesela bir pazar yerine gidiyorum onlarla çok güzel diyalog kuruyorum."
Demek edebiyatın köylüsü, şehirlisi yok... Bir şeyi iyi anlatırsanız, iyi edebiyat oluyor?
"Siz bunu benden daha iyi bilirsiniz. Edebiyatın tek şaşmaz gerçeği hikâye, insana aittir. Geçen yıl Dünya Öykü Günü Bildirisi'ni ben hazırladım, Cumhuriyet'te yayınlandı. Orada da dile getirdim, öykü, insanı anlatır. Söz insandadır. Edebiyat da bir söz sanatıdır ve içinde insan olmayan bir söz olamaz. Biz, o insanların o acı çekenlerini iyi bildiğimiz, tanıdığımız için anlattık. Dünyada geçer bir kural vardır bir yazar, neyi iyi biliyorsa onu anlatmalıdır. Selim İleri, İstanbul'u iyi bildiği için onu anlatıyor, ben de bunları iyi bildiğim için anlatıyorum.
Büyük sessiz birikimlerin, sessiz çığlıkların adıdır kitaplar. Bunca yıllık bir yazar olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, en güzel semtlerde, köşklerde yaşamaktansa kitap sayfaları arasında kaybolmayı yeğlerim. Çünkü bir yazar okudukça ve yazdıkça insana ulaşabilir. Sanat, insana ulaşabilmenin biricik yoludur zaten. "