”Türk tiyatrosu hâlâ hasta”

Gencay Gürün'ün yirmi yıl önceki söyleşimizdeki değerlendirmesi bugün de geçerli!

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

 

 "Türk tiyatrosu hasta. Kökendeki derin nedenleri tespit etmek için açık oturumlar yapılmalı, hatta bir tiyatro şûrası toplanmalı. Sistemiyle hasta tiyatro. Ancak, yardımı yalnızca devletten beklememeli, izleyicisi de oyuncusu da katkıda bulunmalı. Dünyanın pek çok ülkesinde işadamları, sanat olaylarıyla Türkiye'de olduğundan daha yakın ilgileniyorlar." Tam yirmi yıl önce, 7 Ekim 1988'de yine gazeteniz DÜNYA'nın sanat sayfasında kendisiyle yaptığım söyleşide böyle diyordu Gencay Gürün. O yıllarda Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni'ydi ve bu görevini, 1994 yılına dek sürdürecekti…

Notre Dame de Sion Lisesi mezunu olan Gürün, Ankara Hukuk Fakültesi'ni bitirmişti. London School of Economics'de Uluslararası ilişkiler ve diplomasi konularında lisansüstü diploma almış, Dışişleri Bakanlığı'nda diplomat olarak görev yapmıştı. Paris'e konsolos olarak tayin edilen Gürün, büyükelçi Kamuran Gürün ile evlendikten sonra meslekten ayrılmış ve gönül verdiği tiyatroya adamıştı kendini. 1979'da Devlet Tiyatrosu'nda Genel Sekreter ve Başdramaturg görevlerinde bulunmuş, 1984'te İstanbul Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmenliği'ne getirilmişti. 1994-1995 tiyatro mevsiminde kendi özel topluluğu olan Tiyatro İstanbul'u kuran Gürün, 1996'da İzmir'den XX. Dönem milletvekili seçilerek TBMM'ye girmişti. Gencay Gürün, tiyatroda çeviriler yapmış, "Çıkmaz Sokak Çocukları" isimli oyun ile Avni Dilligil En İyi Yönetmen Ödülü'nü almıştı. Basın Konseyi Yüksek Kurul Üyesi'ydi ve Fransa Hükümeti "Sanat ve Edebiyat Şövalyesi" (Chevalier dès Arts et dès Lettres) nişanı ile Boğaziçi Üniversitesi Fahri Doktorluk unvanlarına sahipti.

Gencay Gürün'ün Türk tiyatrosunu hâlâ hasta olarak görüp görmediğini çok merak ediyordum yirmi yıl sonra yanımda getirdiğim o tarihli gazetenin fotokopisinden söyleşiyi okumasını beklerken. 

Maalesef doğru görmüşüm

"Neydi tarih? Tam yirmi sene olmuş inanmıyorum! Maalesef doğru görmüşüm. Hastalığı daha da arttı tiyatronun. O zaman sorun olmayan şeyler eklendi. Özel televizyonlar, inanılmaz bir trafik sorunu -özellikle İstanbul'da- ve kültür düzeyinde bir düşüş...

Özel televizyonlar bir bakıma çok iyi. Öncelikle insanların evlerinde oturup kaliteli şeyler seyretmeleri için birer fırsat, ama eskiden televizyonlarda daha üst düzey, daha kaliteli programlar olurdu. Şimdi reklam ve reyting kaygısı bu programların düzeyini aşağıya çekmeye başladı. Bir dizi patlaması yaşanıyor. Her bir dizi iki saat sürüyor, geçmişini de gösteriyorlar öncesinde... Ben, dünyanın hiçbir yerinde iki saatlik dizi görmedim, eğer sitcom'sa 20- 25, dramaysa 40-45 dakika olur. Bu kadar çok dizi üretildiği zaman hem kalitelerini yükseltmek zorlaşıyor, hem de oyuncular, tiyatroyla büyük ücret farkından dolayı dizileri tercih ediyorlar haklı sebeplerden... Bu nedenle pek çok tiyatro oyuncu bulmakta zorlanıyor.

İkincisi insanlar o dizilere alışıp kaçırmamak için evde oturmak istiyorlar.

Üçüncüsü, televizyonlar sadece reyting'e önem verdikleri için Türkiye'nin kültür düzeyine -ki o da düşük bir eğitim düzeyidir- servis yapmaya başlıyorlar; kendi açılarından belki haklı olarak. Artık bırakın klasik müziği, Türk Sanat Müziği bile yok oldu. Onların yerini gittikçe daha basit, eskiden yasak olan arabesk ve benzerleri gibi müzikler almaya başladı. Ben pek dinlemiyorum, o yüzden fazla örneklendiremeyeceğim.

Tiyatro seyircisi kır saçlı

Bir yarışma programı seyrediyordum, ilk başladığında arada bir içinde rap, hiphop'la dans edilen bir yarışmaydı, yavaş yavaş türkü ve folklara döndü, derken göbek dansı oldu. Son zamanlarda fark ettim ki Arap müziği ile dans etmeye başladı yarışmacılar. Bu çok net bir fotoğraf aslında. Halka verilmesi gerekeni değil, onun istediğini veren bir sisteme geçtik.

Tiyatro seyircisi ve klasik müzik dinleyicisi gittikçe kır saçlı olmaya başladı, yakında beyaz saçlı olacaklar, yaş ortalamaları yükseliyor. Onların da tabii bir süre sonra evden çıkma sorunları oluyor. Bunda da trafiğin çok büyük payı var. Ummayacağınız kadar. Ben şahsen çok zorlanıyorum Kadıköy tarafında bir etkinliğe giderken. Tiyatro seyircisi Kadıköy'de çok yoğundur, kültür düzeyi oldukça üstün insanlar otururlar karşıda çokça. Ben, geçen gün orada bir matineye gittim; beşte bitti sekizde evdeydim, yarım saat aktörlerle konuşmuş olsam, iki buçuk saat yol sürüyor; bu da insanları caydırıyor dolayısıyla seyircisinin yarısını kaybediyor tiyatro."

Yirmi yıl önce, "ülkemizde sağlam temellere dayanmıyor tiyatro" diyordu Gencay Gürün. Yani eğitimsizlikten yakınıyordu, bugün de aynı görüşte...

"Eskiden okullarda çok fazla tiyatro oyunu sergilenirdi. Üniversitelerarası tiyatro festivalleri, uluslararası tiyatro festivalleri yapılırdı. Bunlar yavaş yavaş yok oldu. Ciddi tiyatro yapan insanlar şöyle bir ikilemle karşılaşıyorlar: Ya kendi beğendiğimiz, düzeyli bulduğumuzu yapıp seyircisiz kalacağız ya da halkın istediğini vererek kendimiz tatmin olamayacağız... Tabii istisnalar var ama ben geneli konuşuyorum. Tiyatroya devletin yardımı var, iyi ki de var, özel tiyatrolar yaşamakta çok zorlanıyorlar çünkü. Hele eğer kendi salonları yoksa... Kiralar çok yüksek..."

Aynı sorunlar devam ediyor demek. Yirmi seneden çok fazla şey aşılamamış. Salonsuzluk hâlâ çok önemli:

"Bir iki yeni yer eklendi. Profilo buna öncülük etti. İlk defa bir alışveriş merkezinin içinde üç tane tiyatro salonu var. Bu konuda Jak Kamhi Bey'e bütün tiyatrocuların teşekkür etmesi gerekir. Böyle bir şeyi düşünen ilk o oldu. Sanıyorum Cevahir'de de böyle bir salon var, ama çok büyük değil, galiba üç yüz kişilik bir salon... İstanbul nüfusunun artış hızına bakılırsa bu salonlar yeterli değil. Muhsin Ertuğrul yıkıldı, AKM yok, Taksim Sahnesi yok... Şimdi düşünün kaç sahne birden eksildi bu sene. Yerine yenileri gelecek diye ümit ediyoruz.

Sonra bir tiyatro salonu sadece o amaçla kullanılmaz; konser salonu, konferans salonu olarak da kullanılabilir. Etkinlikler haftanın muayyen günlerine paylaştırılabilir.

Bakanlığın tiyatroya destek vermesi, yani devletin kültür politikasının bu yönde olması lâzım. Ulusları geleceğe taşıyan kültürdür. Kültürlerini ellerinden aldığınız vakit istediğiniz kadar gökdelen yapın o toplumun dünyada bir ağırlığı olmaz, gelecekleri parlak olmaz, dünyadaki saygınlığı da çoğalmaz, aksine azalır. Kültüre, sanata ve eğitime gereken önemi vermeyen, onları yüceltmeyen toplumların geleceği karanlıktır diye düşünüyorum."

Gencay Gürün, haklı olarak eğitimin önemini vurgulamaya devam ediyor.

"Türkiye'nin bugün Avrupa'dan aldığı notlar hep çok düşük. Bütün anketlerde eğitimde en aşağı düzeydeki ülkelerle birlikte sıralanıyor. Atatürk'ün Türkiye'si için bu hakikaten çok utanılacak bir şey. Geri gidiş var. Nüfus artışına öğretmen ve okul artışını uyduramadık. Çok iyi okullar da var, ama genel olarak düzey çok düşük. Çanakkale Savaşı'nın nerede yapıldığını bilmeyen lise öğrencileri var, komedi gibi... Seviye çok düştü.

Sekiz sene mecburi eğitim, dil öğrenimini çok geriletti Türkiye'de. Bileşik kaplar haline gelen dünyadan Türkiye kendini soyutluyor. Çünkü dil bilen insanı gittikçe azalmaya başladı. Okullarda on beş yaşından sonra dil öğrenmek çok zordur. Sekiz sene mecburinin yanına kesintisiz kelimesi eklenmeseydi bunlar yaşanmayacaktı. Ortaokuldan sonra, o yaştan sonra iyi dil öğrenilemez.

Söylediğim gibi nüfus artışına uygun öğretmen yetiştiremiyoruz. Öğretmenlerimize o kadar az maaş veriyoruz ki bu mesleği istenmeyen hale getiriyoruz. Halbuki bir ülkenin geleceğini öğretmenler şekillendirir. Biz öğretmenlere gereken önemi vermiyoruz. Laf olsun diye söylemiyorum bunları. Çok önemli tehlikeler, alarm zilleri olarak görüyorum. Muallim okulları sistemi vardı eskiden. En akıllı çocuklar parası olsun olmasın o okullara gidiyorlardı. Şimdi o kadar az maaşı var ki kimse öğretmen olmak istemiyor."

Rakamlarla konuşursak

Gencay Gürün bu kez rakamlarla konuşuyor:

"1960'larda İstanbul nüfusu bir milyon civarındaydı. Otuz küsur özel tiyatro vardı. Şimdi nüfus on milyon desek on misli kadar özel tiyatro olmalı. Bu oran bugün Paris'teki orandır. Biz otuz sene evvel Paris'le aynı yerdeyken bugün çok uzaktayız. İstanbul'da üç yüz olması gereken tiyatro sayısı bugün otuz bile değil. Bu rakamlar bile yeterli durumu açıklamaya...

Tiyatroyu seyredecek ve tiyatroyu yapacak insanları yetiştirmek lâzım. Son yıllarda nedense eğitimle ve kültürle ilgili kararlarımızı geleceği en doğru şekilde görerek vermiyoruz. Günü gününe, günü kurtaracak kararlar alıyoruz."

Söyledim ya Gencay Hanım tiyatro düşünüyor, tiyatro yaşıyor. Bu arada İngilizce ve Fransızca'dan çevirileriyle de bu sanat dalına katkılarını sürdürüyor.

"Evet çeviriyi severek ve çok hızlı yaparım. Son günlerde biraz yorgunum, ama iki üç günde bitiririm bir oyunun çevirisini."

Gencay Gürün'ün disiplini meşhurdur. Her şeye rağmen taviz vermiyordur diye düşünüyorum, haksız mıyım?

"Biz her oyunu birinci sınıf bir prodüksiyon olarak yapmaya çalışıyoruz. Dekoruyla, kostümüyle çok özenerek hazırlıyoruz. Sanırım seyircilerimiz de bunun farkında. Oscar Wilde oynadığımız vakit kullandığımız çerçevenin o dönemin art nouveau gümüş çerçevelerinden olması için yurtdışından getiriyorum. Kostümleri, sahne dekorlarını birinci sınıf yapıyoruz. Aktörlerimizi de birinci sınıf tutuyoruz. Burada oynanan bir oyun buradan kalkıp dünyanın herhangi bir şehrinde oynanabilsin, o düzeyde olsun istiyoruz. Her şey çok iyi olsun istiyoruz, tabii o da bizi biraz yoruyor."

Yani titizliği sürüyor Gencay Hanım'ın...

"Biraz titizliğim vardır. Hakikaten oyunun zamanının dışında bir şey dekordaysa beni çok rahatsız eder; ‘bu burada olamaz' derim içimden. Belki ben de hatalar yapmışımdır, ama olmamasına çok çalışırım, çok dikkat ederim. Ailem çok disiplinliydi. Babam doktordu. Çok disiplinli bir aileydik biz, sesimizi yükseltemezdik, her şeye dikkat edilirdi; giyime kuşama.. Sonra da çok disiplinli bir okula gittim Dame de Sion'a. Disiplinli bir aile ve disiplinli bir okul beni bu şekilde oluşturdu sanırım.

Ben başka bir tiyatroya gittiğimde de maddi hata varsa beni fena halde rahatsız eder. Çevirideki ya da dekordaki hatalar... Bir İngiliz oyununa gidip de orada o döneme hiç uymayan bir Fransız deseni görürsem çok rahatsız olurum."

Tiyatro İstanbul'un yeni oyununun hazırlıklarından söz edebiliriz şimdi. Sanıyorum prömiyer tarihi biraz gecikti...

Yeni oyun hazırlıkları

"Evet. Nevra Serezli ve Cihan Ünal oynuyorlar. Nevra'nın bacak kası yarıldı. O bizi çok üzüyor. Tarihi erteledik. İki kış evvel dünyada yirmi ayrı şehirde oynandı bu oyun. Adı, ‘Altı Haftada Altı Dans Dersi'. New York'ta, Londra'da, Berlin'de, Tel Aviv'de, Tokyo'da... İki kişilik çok hoş bir oyun. Yaşlı bir kadının kendinden genç dans hocasıyla arasında gelişen, ancak aşk olmayan, hoş ilişkilerini, dostluklarını anlatıyor. Kadının kocası ve kızı ölmüş, bir yalnızlığı var, adam da yalnız... İki yalnızlığın itişmeli kakışmalı dostluğa dönüşmesini anlatan bir oyun. Yücel Erten çevirdi. Altı sahne var, her sahnede bir dans öğretiliyor. Tango, vals, ça ça ça gibi..."

Peki, tezgâhta yeni çeviri var mı?

"Şu anda daha henüz yok, arıyorum. Çok zorluk çekiyorum. Dünyada da artık eski büyük yazarlar yok... Her sene bir oyun çıkaranlar, büyük oyunlar yazanlar yok ve bazı oyunlar yazıldıkları ülkelere has oluyor, bize uymuyorlar. Yani dünyayı kapsayan karakterler yok, özel problemleri konu alan, dünyaya geniş bakamayan oyunlar var. Kolay değil, çok zorlanıyoruz oyun bulmakta."

Biraz karamsar bir söyleşi oldu galiba. Düşünün, yirmi yıl geçmiş ve hâlâ Türk tiyatrosunun sorunları sürüyor. Gencay Hanım'dan bu umutsuz ortamda son değerlendirmelerini almak istiyorum:

"Atatürk'ün iki sözünü mutlaka söylemek istiyorum bir tanesi ‘Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.' İkincisi 1926'da yani Cumhuriyet'i kurduktan sadece üç sene sonra söylediği ve benim için müthiş doğru olan bir sözü var; ‘Türkiye Cumhuriyeti her ne pahasına olursa olsun eğitim ve kültüre ağırlık vermelidir. Bu sözde kalmayıp pratiğe geçirilmelidir.' Bugün ne yazık ki öyle değil."

Umarım eğitime, kültüre ağırlık verilecek günler gelecektir...

Tiyatro İstanbul 14 yaşında

Tiyatro İstanbul'un kurucusu Gencay Gürün. 1994'te Şehir Tiyatroları'ndan ayrıldıktan bir yıl sonra, tiyatrocu arkadaşlarının ısrarıyla kuruyor ve salon aramaya başlıyorlar:

"Bedrettin Dalan Bey kendi okulundaki tiyatro salonunu verdi ve orada başladık Tiyatro İstanbul olarak. Bedrettin Dalan'ın tiyatroya  çok büyük desteği olmuştur. Şehir Tiyatroları'nda da öyleydi. Benim Şehir Tiyatroları'nda geçirdiğim ilk dönem 1984-1989 arası Dalan dönemidir. Şehir Tiyatroları, onun ve Atanur Oğuz Bey'in desteği ile büyük atılımlar yapılmıştır. Şehir Tiyatroları'ndan ayrıldıktan sonrada yine el uzattı ve hiçbir ücret almadan salonunu verdi. O bize cesaret verdi ve başladık.

Sonra Profilo kuruldu ve Jak Kamhi Bey bize oranın salonunu verdi..."

Peki Tiyatro İstanbul da aynı sorunları yaşıyor mu?

"Kendi tiyatrom için de aynı şeyleri söyleyeceğim. Örnek verecek olursam; kendi tiyatromda da, Dormen Tiyatrosu'nda da, mesela Dormen Tiyatrosu'nda 1989 senesinde ‘Çılgın Sonbahar' oyununu sahneye koydum, ben çevirmiştim Nevra ve Metin Serezli oynadı. Zannediyorum beş sene devam etti. Bugün böyle bir şey bahis konusu bile değil. Daha sonraları bizim burada oynadığımız oyunlarımızda iyi tutan bir oyun, iki sene mutlaka oynanıyordu, bazen üç dört seneye sarkabiliyordu. Şimdi hiçbir oyun iki sene gitmiyor. En çok tutan, iskemle koyarak oynadığımız oyun en fazla bir sezon izleniyor. Bu yeterli bir ölçü mü? Aynı oyuncular, aynı tür oyunlar... Seyircinin gittikçe başka yönlere gitmesi ve tiyatronun seyirci kaybetmesi olarak yorumluyorum ben bunu."