Yayıncılık ticari bir metaya dönüştü

Faruk Şüyün'ün bu haftaki konuğu; Kezban Akçalı

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

 

Bu haftaki konuğum, 40 yılı aşkın bir süredir yayın sektörünün içinde olan, çeyrek asırdır sahibi olduğu Akçalı Telif Hakları Ajansı’nı yöneten Kezban Akçalı... Sohbetimizi Altıyol’da, Bahariye Caddesi’nin başında, boğa heykelinin yakınında Kadıköy’e hakim bir binada gerçekleştiriyoruz. Akçalı Telif Hakları Ajansı, bu binanın en üst katında, "bir zamanlar" muhteşem bir İstanbul manzarasına sahip bir dairede. Gerçi, bütün kötü yapılaşmaya rağmen, bugün de gökyüzü ve kentin bir bölümü görülebiliyor... Buranın hikâyesiyle başlayalım isterseniz...

"Ben, Kadıköylü’yüm. Burada, anneanneme de büyüklerinden kalan ahşap bir evimiz vardı. O yıllarda akaretler derlerdi, yan yana evler sıralanırdı. En baştakinde otururdu anneannem. Ondan önce de Valfredo’da oturmuşlar. Haydarpaşa’yı yapan mimar çizmiş, onun için İtalyan apartmanı derlerdi. Esas oranın manzarası olağanüstüydü. Burada da manzara vardı o kadar olmasa da. Çamlıca, deniz, adalar gözükürdü. 60’da filan taşındık buraya. Ondan sonra Mehmet gitti, annem gitti... Ardından ben buralarda oturamaz hale geldim. Bir da Altıyol değişti, yani eskinin Altıyol’u değil artık. İnsanlar burada yaşamıyorlar, işyerlerinden ibaret. Bana benzeyen birilerinin yanına taşınayım dedim, kalktım Suadiye’ye gittim. Bu binanın beşinci katında bizim ofisimiz vardı, orda nerdeyse birbirimizin üstünde falan oturacaktık. Dedik ki yukarda boş dairemiz var, buraya çıktık.

Evimi taşıdığım yerde, son derece sevimli, ama son derece sinirli, sürekli tabancasıyla gezen 90’lık bir hakimimiz var. Kardeşim piyano çalar diye boş bulunup bir laf ettim. ‘Burda piyano olmaaaz!’ diye çığlıklar attı, o yüzden meselâ piyanomuz burada kaldı. Şömineyi sökemedik, onun için gitmedi. Ben açık ofis seviyorum, yani ben buradan Pınaaaaaaar diye bağırıp işlerin nasıl gittiğini, yayıncıların telifleri ödeyip ödemediklerini sormak durumundayım."

Galiba en büyük dert bu telif ajansçılığında: Telifleri tahsil edebilmek...

"Evet. Çok seviyorum yayıncılarımı, ama bazı huylarına da fena halde sinirleniyorum, çünkü bir telif ajansına para ödemenin gereksiz olduğuna inanıyorlar galiba. Kâğıtçıya, matbaaya, ciltçilere, kapakçılara veriyorlar; dağıtıcılarla iyi geçinmek zorundalar, onlara ikramlar yaparaktan yüzde 40, 50 indirimler sağlıyorlar; çevirmenle iyi geçinmek durumundalar çünkü kitabını çevirtecek, ona da  ödüyorlar, ama  gel gör, elin gavuruna para gidecek ya! Bu işlere hiç yanaşmıyorlar."

Peki hep mi böyleydi bu yoksa son yıllarda mı tahsilatlarda problem yaşıyorsunuz?

"Hep böyle. Yani her zaman para almakta çok zorlandık. Orda da madalyonun öbür tarafına geçmek zorundasın: Yayıncıyı düşün, yani bu adam da kira veriyor, elektrik faturası ödüyor, çalışanlarının masrafı var, sigortaları var, demin saydığım adamlara paralar ödeniyor. Ondan sonra dağıtıma veriliyor... O zaman 3 aydı vade, 3 ay beklerlerdi, fakat 3 ayda da para gelmiyordu, gelmemesinin sebebi de bence dönüyor dolaşıyor bizdeki kitaçıların çok az olmasına dayanıyor. Onun da üstünde bir şey, benim inancım, kütüphanelerimiz yok. Dünyadaki her yayıncıyı kurtaran olay, kütüphanelerdir. Her ülkede en az 10 bin, 20 bin kütüphane var."

Bizde bini bile bulmuyor

"Teşekkür ederim, bunu da böylece öğrendim. Bir yayıncı, oralarda kütüphaneler 10 bin tane kitap alırsa, berhudar oldum diyor."

İlk deneyim May'da...

Peki, Bâb-ı Âli’ye ilk geliş senelerinize dönelim... Yıllardan kaçtı?

"68 falan herhalde... 60’ların sonu diyelim. Ben Bâb-ı Âli hayatıma Mehmet Ali Yalçın ile başladım. May’da. Bir kütüphanedeydik, iki tane genç adam geldi, bir kitap bakıyorlardı, aynı zamanda da yayınevinde çalışacak birilerini. ‘İngilizce kim bilir?’ diye sordular, birkaç arkadaş cup dedik atladık işin içine. Mehmet Ali Bey’de bir sene çalıştım. Ordan çok ciddi bir müesseseye gittim. Vahdet Gültekin’in yanına. Bâb-ı Âli’nin prensi."

Güven Yayınevi, Şahaser Romanlar...

"Orda Türkçem gelişti. Çünkü, inanılmaz güzel çeviriler vardı, çok harikaydı, çok şanslıyım. Bir de Suna Abla gibi bir insanla tanıştım. Ara Güler’in eşi Suna Güler. Ondan sonra da hiç de ayrılmadık, yani belki yılda bir kere telefonda konuştuk, ama birbirimizi çok sevdiğimizi bilirdik. Orda da bir sene dayandım, ondan sonra…"

O "dayandım" lafını daha sonra açıklarsınız herhalde…

"Tabii tabii. Ondan sonra Tarık Dursun’un yanına gittim, Milliyet Yayınları’na... Orhan Veli’nindir değil mi, "Beni bu güzel havalar mahvetti. Böyle havada istifa ettim evkaftaki memuriyetimden." Her öyle güzel havalarda evkaftaki işimi terk edip başka bir yayınevine gittim, ama bu da bana çok güzel insanlarla tanışma imkanı verdi. O sene orda kalsam, on sene  Vahdet Bey ile çalışacağım, ama Tarık Bey’i kaçıracağım, Ulvi Bey’i kaçıracağım. Meselâ Ulvi Okar, babamı 63’de kaybettim, hiç kimseye bir daha baba lafı ağzımdan çıkmadı, bir tek Ulvi Bey’e ‘Ulvi Baba’ derdim. Nadir sevdiğim insanlardan biridir, Tarık Bey ise dünya güzelidir. Ondan sonra ordan da çıktım.."

Peki niye çıkıyorsunuz? Bir iş değiştirme deliliği!

"Canım sıkılıyor. Bir yerde çok fazla kalmak doyurucu gelmiyordu bana. Hadi yeniden kalkıp gidelim. Ben zapçıyım. Meselâ, sen de zapçısındır."

Aynı anda 3-4 filmi birlikte seyrederim.

"Aynen. İki film, üç film. Sonunda hepsini kaçırıyorum o da ayrı mesele. Olsun, ben illa zap yapacağım. Hiçbir şeyi kaçırmamalıyım. O yüzden de genel kültürüm hiçbir zaman çok derin olmadı, ama her şeyden bir parça var!"

Genel mi özel mi?!

"Bilmiyorum artık. Sonra bir sene başka bir firmada çalıştım, orda fenalıklar geldi içime, sıkıntıdan Milliyet’in bulmacalarına falan katılıyordum, hatta kafama ansiklopedi bile düştü! Ondan sonra 75’de kaldırdım kendimi Osman Bey’in yanına attım. Bak orda kaldım. Hem de 8 sene."

ONK'da sekiz sene...

Maşallah, ONK Ajans’ta, Osman Necmi Karaca ile...

"Hem de Osman Bey ile. Çok mutluydum. Demek ki işini sevmek çok önemli. Ben yaptığım işi seviyordum, fakat Osman Bey’in de bana inanılmaz müsamahası oldu. Sekiz sene sonra da ordan ayrılmak, biraz tatsız, huysuz bir olay oldu. Yine herhalde havalanma zamanım gelmişti. ‘Ayrılıyorum efendim’ dedim, çıktım. Sonra, Paymaş’a gittim. Çünkü orda hayatımda en sevdiğim erkeklerden biri, benim fakültedeki asistan hocam Metin Sözen vardı. Metin Abi’nin peşinden Çin’e bile gidebilirim."

Sonra, tabii ki oradan da ayrıldınız...

"Frankfurt Kitap Fuarı’na gittim elimde broşürlerle. O güzelim broşürleri gösterdim. O zamanlar Türkleri hiç kimse sevmiyordu galiba. Onları gözümün önünde çöpe attılar. Gözümün içine baka baka, lanet olsun."

Ve bu darbenin üzerine de kendi işinizi kurmaya karar verdiniz...

"Bir gün beni matbaaya mı ne bir yere yolladılar Cağaloğlu’na. ONK’un önünden geçiyordum, dedim ki kızım sen ONK’da yaptığın işi seviyordun. Hadi gel sana bir ajans kuralım. Nasıl kuracağız? Boşver, öğreniriz dedim. Gittim, yine herhalde havalar basmıştı, iyi günleeeer, ben istifa ediyorum dedim. Ordan da ayrıldım."

Ve böylece Akçalı Telif Hakları Ajansı kuruldu. Yıl kaçtı?

"1985."

Arkada bir teşekkür belgesi var, geçen sene Frankfurt Kitap Fuarı’ndan verilmiş 25 senelik katılımınıza teşekkür ederiz diye... Burada ajansınız için kuruluş yıldönümü töreni yapmayı falan düşünmüyor musunuz?

"Artık 30’da falan yaparım."

Yapamayacağım iş...

Peki Türk yazarlara girmeyi düşünmediniz mi?

"Düşünmedim değil, geldiler… Bir güzel yazarımız geldi, kitabını okuyordum, ‘zehir gibi yeşil renkli kavaklar var,’ diye yazmış, ben de o zaman safım tabii, dedim ki kavak açık yeşildir. ‘Ben sanatçıyım’ diye cevaplayınca, aa anladım tamam dedim ben bu işi yapamam. Yani sanatçıyım diye koyu renk yapraklı bir ağaç dersin, ama bile bile kavağa zehir renkli…"

Birçok ünlü yazarın kitabında böyle vahim doğa yanlışları var...  Yani sonuçta bu nedenle mi girmiyorsunuz Türk yazarların telif ajanslığına...

"Bizim yazarlarımız satırlarının değişmesine izin vermiyorlar. Bir gün bir mecmuada okudum, William Saroyan, Amerika’nın tanınmış yazarı, adam diyor ki ‘kitabımı beş kere tepeden tırnağa yeniden yazdırdılar.’

Dışarıdaki kitabı takip eden, okuyan, ajansla konuşacak, anlaşmalara bakacak, telifleri takip edecek, bir de o arada Türk yazarın bir kitabını düzeltecek. Yok böyle bir olay. O bambaşka bir kuruluş. O yüzden de ben Türk yazarlarla uğraşamıyorum."

Telif haklarına tekrar dönersek, Türkiye’de telif hakları zaten hep sorun, zihinsel emeğin karşılığı bir şeye para ödemek galiba bize lüks geliyor. Meselâ kütüphane yaparlar, derler ki ‘bize kitap bağışlar mısınız?’ Ama hiçbir zaman "bize tuğla bağışlar mısınız" demezler, ona parayı bastırırlar.

"Hı hı hı, bunlar hıçkırık sesleri, ağlıyorum, artık bağış kitap da almıyorlar. Demin de söyledim, bize çok kitap geliyor, onları bağış olarak yollamak istiyorum. Buradaki büyük kalem masraflarımızdan biri de kargoya parası ödenmiş koliler, yollayacağız size, ‘istemiyorum, yerimiz yok’ diyor. Yani kafanı nerelere vurursun…"

Peki nasıl görüyorsunuz sektörü, ajans telif haklarında nasıl bir Türkiye?

"İki-üç sene önceydi, Ankara’da bir yayınevi bizim ona okumaya yolladığımız bir kitabı bastı, utanmadan da içine hakları Akçalı Ajans’tan alınmıştır yazdı. Kitabı bulduk tabii, bulunmayacak bir şey değil, Tüyap’da satılıyor. Princeton Üniversitesi’nin kitabı. Neyse ki o kadar uzun zamandır çalışıyoruz ki ne olur üzülme diye beni teselli ediyorlar.

O zaman bu işte ONK’dan çok yarımcı oldular. Osman Bey’in avukatı çok akıllıdır, o böyle şeyler istiyor dışarıdan, büyükelçiliklere gideceksin, orda yazılar yazdıracaksın, bilmem ne olacak, onlar Türkiye’ye gelecek, falan dedi. ‘Valla Kezban’ dedi Princetonlu ‘biz bütün bu işleri yapacağız da senin bize yollayacağın para 900 dolar. Ben burada 19 bin dolar harcayacağım nerdeyse...’ Dolayısıyla vazgeçtim tabii.

İşte o an şurda benim kalbim çıt dedi kırıldı. Peki zavallı Altın, gümüş, Doğan, Can, cin… Bana para veriyorlar, yani bu insanlar kazançlarını bizimle paylaşıyor. E peki bu adam niye bedavaya getiriyor her şeyini? Onlar da yapmayabilir. Çünkü o kadar zor bir iş ki, hakim benim kendimi ispatlamamı istiyor. Ordaki yazarın Princeton ile yaptığı anlaşma, benim Princeton ile yaptığım anlaşma, yok bilmem kimin bilmem nesi. Bu kaçak, sahte, sen ona bir sorsana Akçalı ile bir sözleşmen var mı diye. En kolayı, en düzü. Biz taaa nerelere gidiyoruz."

Artık kırıldım...

Galiba yasaların olması yetmiyor, anlaşılan hakimin de polisin de bu konuda eğitim alması ya da ihtisas mahkemeleri kurulması ve ihtisas polisinin olması lâzım. Yoksa yasa çıkarmakla filan…

"Hiçbir işe yaramıyor, çünkü yasayı niye çıkarttığımızı bilmiyoruz, ne işe yarayacağını bilmiyoruz. Öööyle dolaşıyoruz ortalıkta. Artık kırıldım. O son darbe oldu. Bir anda herkes telif ajanslarından bir saniyede nefret edip her şeyi telifsiz basabilir. Onu gördüm. O andan sonra da, artık eskisi gibi ajansa da gelmiyorum, bazı günler hiç gelmiyorum, geç geliyorum, bir şeylerim kırıldı. Ben bu insanlar için uğraştım, didiştim. Niye uğraştım, kendi keyfim için uğraştım, ama bir karşılığı vardı. Birileri kitabı basıyordu, o kitabı elime aldığım zaman, Türkçesini gördüğüm zaman böyle evlat sahibi olmuş gibi filan hissediyordum. Şimdi birtakım üvey evlatlar var etrafta, sadece seni sömürüyor, sütünü emiyor, yağını yiyor ve karşılığında hiçbir şey yok. Gözünü oyuyor, e olmaz böyle bir şey. Ha bu adamların bizden şikayetleri yok mu, git yayıncılarla konuş, sabaha kadar bizi şikayet etsinler…"

Günümüzün yayıncı profili için ne diyeceksiniz?

"Yayıncı profili her yerde değişti. Ticari meta oldu. Frankfurt’a ilk gittiğimde içeri girdiğim anda yerlere diz çöküp Tanrıya yakarmak, şükretmek filan istedim. Bütün yayıncılar orda, tek kat. İçerisi inanılmaz bir çiçek deryası, sahici çiçekler ve kitaplar. Ve gençten orta yaşa, yaşlıya birtakım güzel insanlar. Hintlisi, Almanı, Türkü, Fransızı herkes ordaydı çünkü tek salondu. Böyle güzel bir yerde beş gün yaşamak; ömrümün en güzel beş günüydü belki de. Şimdi bir git, yüksek topuklar üzerinde dolaşan birtakım kızlar ‘valla vaktim olup da okuyamadım, ama güzelmiş!’ diyorlar. Kitaplar hakkında bilgileri yok ve ben artık onların yanına gitmiyorum, çünkü ödlerini koparıyorum, annelerinden bile yaşlıyım."

Peki ne olacak sonuç?

"Bilmiyorum, zaten e-kitap geliyor artık."

"Usta yazarlar, şimdilerde gençlik kitapları yazıyorlar"

Yakın zamanlara kadar  yayıncılara danışmanlık da yapıyor gibiydiniz. Çoğu yayıncının yurtdışını izleyecek ne ekibi vardı ne de kendileri dil biliyorlardı... Siz, bütün kitapları okuyor muydunuz?

"Bize durmadan kitap gelir, yani dışarısı bizi beslemek zorunda. Bir de şimdiki gibi internetti, fakstı, bilgisayardı hiçbir şey olmadığı için kutularda paket paket gönderilirdi. Bu kitapları okumak zorundasın. Onları yüklenir 5. kata çıkarırım, hele annemden sonra yapacak işim de yok, kardeşim de gitmiş, o kederi bir şeyle unutmak zorundasın. Sabaha kadar kitap okurdum, ama kitabın baştan 20 sayfası, ortadan 20 sayfası, sondan 50 sayfası. Sonuna kadar okuduğumu da hiçbir zaman iddia etmiyorum."

Bu mesleki bir okuma...

"Öyle de, bir tanesinde işi kaçırdım, kahramanlardan biri gay olmuş sonunda. ‘Kezban Hanım bu kitabı bize nasıl verdiniz?!’ dediler, bunu kaçırmışım. O zaman pek ayıptı öyle olmak. Yani böyle şeyler de oluyor atlayıp zıplarken. O yüzden ben herkese kitabı satın almadan tepeden tırnağa okuyun, derim. Ne olur ne olmaz.

Şimdi sadece çocuk kitabı ve dedektiflik kitapları okuyorum. Bayılıyorum gençlik kitaplarına. Orda da çok haklıyım, çünkü yazarlar artık büyükleri anlatacak masal bırakmadılar. Ama hâlâ içlerinde bir şey var, bir şeyleri söylemek istiyorlar. Usta yazarlar gençlere yöneldiler. Koca koca adamlar gençler ve çocuklar için romanlar yazıyorlar."

Galiba dünyada böyle bir trend oluştu. Ben de takip ediyorum.

"Çünkü artık büyükler bıktı. Ben 20 senedir Joyce Carol Oates okuyorum, hâlâ mı okuyacağım?"

Yalnızca "en çok satanlar"a bakıp kitap istiyorlar

Günümüzde yayınevleri yurtdışından kitap seçiminde daha donanımlı sanırım..

"Şimdi şöyle oluyor, meselâ Amazon’a giriyorlar, en çok satan kitaplar listesinde birinci ikinci ve üçüncüyü istiyorlar, Amazon’a o kitapla ilgili biraz bilgi için, kime aittir, nereye başvuracağız diye bakınca kitabın 850 sayfa olduğunu görüyorsun ve dönüp yayıncına soruyorsun, ‘yav siz hiç 850 sayfalık kitap yapmazsınız, emin misiniz bunu istediğinize?’ diye, ‘aaa o öyle miymiş?!’ diyorlar."

Pek durum değişmemiş yani…

"Hayır. Pek sevgili bir yayıncım, herhalde 15 sene oldu, bir gün geldi ‘ben bu kitabı istiyorum’ diye, ‘en çok satanlarda birinci sıradaki kitap, bunu mutlaka elde etmem lâzım,’ bir baktık: İncil. Bunu sen pek yapamazsın, gel bu orda kalsın, Redhouse yapıyor bunu zaten, dağıtıyor, dedim. Yalnızca ‘en çok satanlar’a bakıp kitap istiyorlar."