Ödül

Osman Ata ATAÇ İŞLETMECİLİK SOHBETLERİ oaatac@gmail.com

Bugün köşemde ne yazayım diye bir sıkıntım yoktu. Allah’a şükür yurdumda işletmecilik ve ekonomi konularında ‘ne yazayım’ diye bir sıkıntı olması pek olanaklı değildir. Günlük gazete haberlerinde düzinelerle yazı yazılacak malzeme bulunur. Ben de sizlere ‘ekonomi-politik’ içerikli bir yazıyla kainatta önemsenmeyecek bir yer işgal eden şu dünya dediğimiz yerde yaşayan canlılar arasında sayı olarak çok da önemli olmayan büyüklükteki insanların, çoğunun nereden çıktığı belli olmayan ülkelerinde, ahir ömürlerinde kriz üstüne kriz çıkararak zaten doğası gereği zor olan işleri yapmayı daha da zorlaştırmaları konusunda bir yazı yazacaktım.

Eskiden olsa başkaydı. Diğer ülkelerin ne halt ettiğini hem duymazdık hem de umursamazdık. Şimdi öyle değil İngiltere nezle oluyor, Avrupa hapşırıyor, Suudi Arabistan kızıyor, Türkiye’nin tansiyonu çıkıyor, Trump küresel ısınma yoktur deyip Paris Anlaşması'ndan çıkıyor, Yeni Zelandalılar ziyarete gelen ABD dış işleri başkanına yolu boyunca orta parmak gösteriyorlar (Bu doğru bir haber. Görülmemiş bir şey. Adamın konvoyu hava alanından nereye gidiyorsa yol boyu Yeni Zelandalılar sanki anlaşmış gibi orta parmak göstererek hoş gelmedin dediler). Onun için günümüzde ülke, şirket, örgüt yöneticiliğine soyunan birinin benim ‘ekonomi-politik’ dediğim konuda, eski tabiriyle ‘malumattar’, olması gerekiyor. Ama bu sabah yazımı yazmak için bilgisayarımın başına geçtiğimde dün gece yarısında bendeniz uyurken gelen bir mesaj yüzünden planladığım yazıdan vaz geçtim. Neden mi? Anlatayım

Yöneticilik her konuda çok ‘ödüllendiren’ bir meslek değildir. Ödüllendiren derken ayni (parasal olmayan) ve nakdi (parasal) ödüllerin tümünden bahsediyorum. Bazen nakdi ödüller yüksek olur. Yani, iyi para kazanırsınız. Onun için işletmeciliğin talibi çoktur. Bazen nakdi ödüller pek öyle etkileyici değildir ama ayni ödüller sizi mutlu eder. Bunlardan biri de beğenilmek, onaylanmak ve sevilmektir. Hayatımda "Ben sevilmek için burada değilim" veya "Kimin onayladığı umurum değil" veya "İster beğensinler ister beğenmesinler" diyen çok yönetici gördüm. İnanın tanıdıklarım arasında sevilmek, onaylanmak ve beğenilmek ihtiyacı en doyurulmamış olan insanlar da onlardı. Siz öyle dediklerine bakmayın. Beğenilmek, onaylanmak ve sevilmek çabalarıyla geçen çocukluğumuz arkamızda kalınca bu ihtiyaçların ortadan kalktıklarını ileri sürmek akıllı birinin inanacağı bir tez değildir.

Bununla yöneticilerin ne kararlarını, eylemlerini bu ihtiyaçlarını doyurmak için verdiklerini ne de vermeleri gerektiğini söylüyorum. İşletmeniz ve kendiniz için doğru olduğuna inandığınız kararları veriyorsunuz. Bu kararlar ve eylemler beğenilmeniz, onaylanmanız ve sevilmeniz sonuçlarını da doğuruyorsa ne ala. Siz yöneticiyken sizi beğendiğini, onayladığını ve sizi sevdiğini ima eden, söyleyen, yazan çizen elemanlarınız ve meslektaşlarınız olabilir. Bunlar da birer ödüldürler ama işin bir aması da var. Eğer patronsanız elemanlarınızın bir kısmı ‘yağcılık’ olarak algılanır korkusuyla hislerini açıklamazlarken bir kısmı da yağcılık olsun diye konuşur. Siz de uyanık kalıp yağcılarla samimiler arasında ayırım yapacağım diye sıkılırsınız. Samimi olduklarına inandığınız kişileri de değerlendirirken tarafsızlık yapacağım diye ne halt edeceğinizi şaşırırsınız. Samimi olmayanların kötü performans gösterecekleri şeklinde bir kural da yok. Size sizin hakkınızda ne düşündüklerini söylemeyenlerin iyi eleman mı kötü eleman mı olduklarını ayrıca değerlendirmek istersiniz. Sözün kısası patron kaldığınız sürece beğenilmek, onaylanmak ve sevilmek ihtiyacının tatmini zordur. Peki şimdi soruyorsunuz "Hoca seni yazacağın yazıdan vaz geçiren ileti ne? Bu kadar lafı neden ettin?". Anlatayım.

Okurlarım bilirler ben Birleşmiş Milletlerin Uluslar Arası Ticaret Merkezi’nde (ITC UNCTAD/WTO) on-beş yıl Baş Teknik Danışman ve Bölüm Başkanı olarak yöneticilik yaptım ve oradan emekli oldum. Kurduğum bölümlerde otuzu aşkın yirmi küsur milletten elemanım vardı. Sizin anlayacağınız kültürel olarak çok karmaşık bir yerdi. İyi çalıştık. Çok da başarılı olduk. Emekli olduğumdan bu yana neredeyse dokuz sene geçti. Bu sabah daha yirmili yaşlarında işe aldığım bir Fransız elemanımdan aşağıda kelimesi kelimesine tercümesini verdiğim bir yazı geldi.

"Selam Patron! Nasılsın?

Bir insanın hayal edebileceği en iyi patron olduğun için sana nasıl teşekkür edebilirim?

Anlattığın hikayelerden öğrendim, özel derslerinden, yazdıklarından, gülmelerinden, kavgalarından, seni gözlemekten hatta sessizliğinden öğrendim.

Personelini korudun, bizim için mücadeleler verdin, kabahat bizlerde olsa dahi namımıza sen özür diledin, hepimizi hem bireyler olarak teker teker hem de bir ekip olarak savundun.

Çalıştığım en çok şey isteyen ve en zor beğenen patron olmana rağmen bana yapabileceğimin üzerinde iş çıkartmayı öğrettin. Tüm bunu da olabilecek en iyi çalışma ortamında yapmayı başardın.

Şimdi bu elektronik posta nereden çıktı diye düşünüyorsan, bu sabah bir meslektaş tavsiyemi istedi. Ona senin bize söylediğin bir şeyi söyledim.

Seni özlüyorum ve seviyorum

Kızın"

Mektubu dikkatle okursanız, bu kişiye göre, neyi doğru yaptığımı da anlarsınız. Gülerek, güldürerek eğitmişim, kavga ederek eğitmişim, konuşarak, susarak, yazarak eğitmişim, bir takım kurmuş, korumuş, kollamışım, ortalığı muharebe meydanına çevirmeden iş çıkarmaya zorlamışım, arkamda unutulmayan dersler bırakmışım ve de babalık etmişim.

Şimdi bende piyasada düzinelerle bulunan İsa’dan, Musa’dan, başkalarının yaptıklarını iddia ettikleri işletmecilikten veya kendi işletmeciliklerinin abartılarından, hani Chrysler’in eski patronu Iaccoca gibi, şişirme kitaplar yazan yazarların küstahlığı olsa otur bir kaç kitap da sen yaz. "Çok Kültürlü Ortamlarda Yöneticilik", "Yöneticilikte Espri ve Öfke", "Bir eğitmen olarak yönetici", "Takım Ruhu", "Çalışma Ortamını Germeden Elemanlarınızdan Nasıl Maksimum Verim Alırsınız?" gibi yaldızlı başlıklar at, bir promosyon ajansıyla anlaş, TV ve magazin röportajları ayarla, sen de kitap sat. Satamazsan bile ününe ün kat. Ama bende nerede o akıl!

Çok kültürlü bir ortamda bunları başardığını öğrenmek kendi başına çok değerli bir ödül. Her ne kadar "Marifet iltifata tabidir" dersek de, ben sık sık "Bir şeyi yapmış olmanın en büyük ödülü onu yapmış olduğunuzu bilmektir" derim. Ben bir marifet yaptığımı biliyordum ama, iltifat emekliliğimden neredeyse dokuz sene sonra bu süre zarfında hiç haberleşmediğin bir elemanın tarafından yapılınca! Hele hele böyle adetleri pek olmayan, ‘vefa’ kavramı zayıf bir Avrupalı tarafından yapılınca! kendi yanağımdan bir makas alıp sırtımı sıvazlamak istedim. Bu yazı o işte.

Sağlıcakla kalın

Tüm yazılarını göster