Borç teknesi ile sörfün sonu yok

Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Geride bıraktığımız yaz, hareketli ve heyecanlı geçse de, seçim ertesi için az da olsa umutlandığımız temel gündeme odaklanma ve temel sorunların çözümüne yönelik bir yol haritası bağlamında hiç de olumlu işaretler vermedi. Batı sistemi merkez bankalarının, resesyon korkusuyla, piyasa dostu tutumlarını sürdürmeleri ile artan risk iştahı ve ABD ile ilişkilerdeki gerginliğin bir ölçüde yumuşaması TL’de, güvenli Batı kağıtlarında sıfır hatta negatif faiz varken, hala oldukça yüksek bulunan getiri düzeyi ile birleşince döviz talebinin şimdilik durulması ancak kısa vadede olumlu bir işaret; üstelik bu durulmada Merkez Bankası’nın açık pozisyon taşıyarak piyasaya döviz sürmesinin rolü olması ihtimali, sürekliliği açısından kaygı kaynağı. Ayrıca Türkiye’nin ülke riskine ilişkin algının giderek kötüleşmesi ve CDS primlerinin zirve yapması, dünyada artan risk iştahına rağmen dışarıdan fon girişi konusunda diğer yükselen pazarlardan olumsuz ayrışmasına yol açıyor. Unutmamalı ki küresel sermayenin önemli bir bölümü güvenli piyasalardaki küçük bir zararı, yüksek riskli piyasalardaki büyük kazanca tercih ediyor. Dünyada negatif getirili borçlanma kağıtlarının 15 milyar doları aşması da bunun işareti. Geçen yaz sonundaki kur şokundan bu yana yabancı sermaye girişi azalırken güven eksiği nedeniyle yerli sermayenin yurt dışına çıkışında rekor artış olması da büyüme ivmesinin önündeki çukuru derinleştiriyor. Reel kesimdeki sermaye sıkıntısının ve artan risklerin hükümet de farkında ki, ağustos ayında Hazine’nin şirketlere doğrudan iştirakini öngören bir kararname çıkarılmış durumda.

Ekonomi alarm veriyor

Öte yandan hala %20’nin üzerinde duran kredi faizleriyle yatırım ve üretim cesaret gerektiriyor. Bankaların kredi hacmini dondurmasına rağmen, TL mevduatın artmaması ve kredi geri ödemelerinin aksaması nedeniyle kredi mevduat oranı hala %140 gibi çok riskli bir düzeyde. Kaldı ki KGF garantili kredilerin üç yıllık bir vade ile yapılandırılmasının istenmesi, riskli kredi oranının görünenden daha yüksek olduğunu açıkça gösteriyor. Kamu borçlanmasındaki artış eğilimi de reel kesimin ve tüketicinin kredi erişimini kısıtlayan bir etken. Döviz dengesine olumlu etki yapan turizm mevsiminin sona ermesi ile, faiz indirimi politikasının devam etmesi halinde, yeniden döviz rezervleriyle ilgili soru işaretlerinin belirmesi de muhtemel. Bütçe tarafında en azından resmi rakamlarla merkezi yönetim kamu borcu açısından %30’lar bandı gibi düşük bir düzey var görünüyorsa da KÖİ modeli ile yapılan büyük altyapı projelerindeki hazine garantileri dolayısıyla bu düzeyin gerçekte daha yüksek olduğu biliniyor. (Sadece şehir hastanelerinde ödenecek kira bedeli sağlık bakanlığı bütçesinin üçte biri)

Reel kesime gelince, en büyük 500 firmamızın faaliyet karı içinde eskiden %50 yer tutan finansman maliyetinin artık %90’a yaklaştığını, bu nedenle faiz öncesi kar artarken vergi öncesi karın azaldığını görüyoruz. Sektörün geri kalanının ise % 70’e yakın bölümü 100,000 TL’den düşük sermayeli mikro işletmelerden oluşuyor. Kalan %30, finans kaynaklarına erişim kısıtı olan ve ayakta durma savaşı veren, ancak küçük bir bölümü yüksek teknoloji ve ihracat odaklı KOBİ’ler. Bu yapı içinde ve dış kaynağa dayalı kredi modeli içinde yaptığımız üretimin bizi, bırakın ilk 10’a girmeyi, ilk 20 içinde tutması da beklenemez. Nitekim sıralamadaki yerimiz şimdiden 20’nciliğe gerileyecek gibi görünüyor.

Hedeflerde 10 yıllık aşağı yönlü revizyon

Türkiye’nin küresel kriz sonrasındaki ekonomik performansının hiç de iyi olmadığının dramatik bir göstergesi, 11’inci Kalkınma Planı’nın hedeflerinin 2013 yılındaki ekonomik büyüklüklerle aynı olması. Yani gerçekleşemeyeceği zaten başından beri belli olan, ancak özel kesim temsilcileri dahil herkesin hala referans yapmaya devam ettiği 2023 hedefleri, umulandan da kötü bir geri dönüşle resmi olarak da 10 yıl öncesine revize edilmiş durumda. Sürpriz değil, ne toplum, ne de yönetim gerçek bir dönüşüm programına gönüllü olmadıkça başka türlü bir sonuç mucize olurdu.

Eski yazılarımızdan birinde vurgulamıştım, sektör temsilcileri ve kamu yönetiminin, hatta akademisyen ve uzmanlarımızın söylemleri ile gerçek düşünceleri arasında ciddi bir farklılık olduğu kanısındayım. Öyle sanıyorum ki kimsenin, ülkenin kendi iç dinamikleri, tasarrufları, katma değerli üretim gücüyle küresel piyasalarda etkili bir oyuncu olacağına inancı yok; aksine okyanusta sörf yapan bir tekne gibi fırsatlardan ve dış finansman kaynaklarından nasıl yararlanabileceğinin hesabı yapılıyor. Oysa küresel ekonomi de, yukarıda belirttiğimiz negatif faizli borçlanmadaki artışın gösterdiği gibi, büyük dalgalanmaların eşiğinde gibi görünüyor. Piyasa ekonomisinin kitlelerin refah ve adalet özlemlerine cevap verecek çözümler geliştirmekte zorlandığı açık. Risk iştahının devam etmesine ne kadar olacağı belirsiz bir süre için izin veren bir ortamda bile kaynak çekemiyorsak, bu süre bittiğinde alt üst olabilecek finans sisteminin yıkıntıları altında soluk almakta güçlük çekebiliriz. Kaldı ki dış kaynak girişine bağımlı bir modelde büyüme sürecinin, risk birikiminden dolayı, sık sık kesintiye uğradığını ve ayrıca yapısal çıkmazları derinleştirdiğini defalarca yaşamış ve öğrenmiş bulunuyoruz. Yakında her ülkenin kendi başının çaresine bakması gereken bir döneme girebiliriz. Suni gündemleri ve kısır tartışmaları bırakmalıyız.

Tüm yazılarını göster