Geçici değil kalıcı normalleşme gerekli

Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Toplum olarak öyle bir hale geldik ki kısa süreli normalleşme belirtileri bile mutlu olmamıza yetiyor. Sözgelimi döviz fiyatının bir ay aynı düzeylerde kalması, mevsimsel nedenlerle de olsa bazı gıda fiyatlarında düşüş görülmesi, sonrası belli olmasa da sınır ötesinde askeri operasyonlarının durması ve sınır güvenliğinin sağlanması moral bozukluğumuzu onarıveriyor.
Ekonomimizin batılı gözlemcileri zaman zaman şaşırtan esnekliği ve dayanıklılığı da bu özelliğimizin başka bir yansıması olsa gerek. Bütün olumsuz gelişmelere, yaptığımız hatalara rağmen bir çıkış yolu bulacağımıza dair umudumuzu da bu yüzden kaybetmiyoruz. Tabii insan bir de kendimizi değiştirip hatalarımızdan ders almayı, uzun vadeli strateji kurgulamayı, verimlilik ve rekabetçilik odaklı bir zihniyet ve ekosistem geliştirmeyi becermemizi, böylece bu güzel topraklarda daha yüksek refah düzeylerini yakalamayı hayal ediyor. Bu nedenle ekonomide kalıcı normalleşmeyi değil, kısa vadeli rahatlamayı hedefleyen politikalar, döviz kurları ve faizlerin piyasa sistemi dışına taşan yollarla baskılandığı söylentileri, gelecekte daha büyük sıkıntılara yol açacağı için, kaygı uyandırıyor. Reel kesimin de sürekli destek ve teşvike bel bağlayıp yapısal dönüşüme yönlendirilememesi aynı nitelikte bir sorun kaynağı. Düşük operasyonel kârlılık, reel kesimde de finans kesiminde de özkaynak zaafı yaratacağından sadece para politikalarına odaklanmanın orta vadeli istikrar perspektifine zarar verebileceği unutulmamalı.

Yeni OVP, 2020 Bütçesi ve soru işaretleri

Eylül’de açıklanan yeni OVP (YEP’i böyle adlandırmak daha açıklayıcı sanırım), bir yıl önce açıklanan programdan ciddi sapmalar içeriyor. Ekonomideki yavaşlama ve baz etkisiyle düşen enflasyon ve cari açık dışında ( ki malum bu sonuçlar da pek istenen şeyler değil) hemen bütün göstergeler, ciddi ölçüde aşağı yönde revize edilmiş durumda. Aslında bu revizyonun sadece yıllık ve üç yıllık programlarda değil, daha genel perspektifte de fiilen yapılmış olduğunu ve 2023 hedeflerinin zımnen 10 yıl öncesine yani 2013’e çekildiğini geçtiğimiz haftalarda vurgulamıştık. Ama giderek kısalan ekonomik ufkumuzu düşünerek sadece bu yıl sonu beklentilerinin bile ilk YEP’e göre bütçe açığında yaklaşık 45 milyar TL, milli gelire oranla bütçe açığında %1.1, faiz dışı dengede %1.3, milli gelirde 46 milyar dolar ve yatırım azalışında %10 negatif sapma göstermesi gerçekten çarpıcı. Ayrıca düşen enflasyona rağmen işsizlik tahmininin artması da dikkate değer. Üstelik bu sonuçlar dahi son çeyrekte piyasaların durulup riskin düşeceği ve ekonominin olumlu performans göstereceği varsayımına bağlı; umarız öyle olur. Yeni programın 2020-2022 için öngördüğü yıllık %5’lik büyüme rakamlarının ise bugünkü veriler üzerinden izahı oldukça zor. Mevcut model ile bu ancak yeniden önemli cari açık verilebilmesi halinde mümkün olabilir ki birikmiş riskler ve bozulan dengeler, açıkçası yakın gelecekte buna izin verecek gibi görünmüyor. Seçimler öncesinde genel olarak ve sonrasında da Suriye sorunu nedeniyle savunma ve güvenlik itibariyle artan kamu harcamalarının bütçe dengesinde yarattığı bozulma ise özel olarak üzerinde durulmayı gerektiriyor.
Bu yıl, o da iyimser senaryo altında, 125 milyar TL açıkla sonuçlanacağı beklenen bütçenin gelecek yılda daha büyük açık vereceği ve bunun yeni programa göre 139 milyar TL’ye varacağı öngörülüyor. Üstelik açıktaki artışın bununla sınırlı kalması da vergilerin 2020 yılında %18’ e varan oranda arttırılmasına, bu arada ithalat KDV’si, motorlu taşıtlar vergisi ve harçların sırasıyla %25, %22.5 ve %35 gibi daha yüksek düzeylerde gerçekleşmesine bağlı. Bütün bunların cari açık verilmeyeceği, işsizliğin artacağı ve talebin ve ücretlerin kontrol altında tutulacağı program varsayımları çerçevesinde ne kadar gerçekçi olduğu soru işareti. Bütçe giderlerinin ise, sadece savunma harcamaları için 141 milyar TL ve kamu özel işbirliğiyle yapılan projelerdeki garantiler nedeniyle 20 milyar TL ayrıldığı düşünülürse, öngörülen 1.1 trilyon TL’yi aşıp aşmayacağı da belli değil. Vergi ve harcama hedeflerinde sapma oluşursa bütçe açığının daha yüksek düzeyde gerçekleşmesi de muhtemel. Bu arada son günlerde medyada yer alan bir habere göre hazırlanan bir tasarı ile gelir, kurumlar ve emlak vergilerinde bazı değişiklikler düşünüldüğü söylentisi de bütçe hedeflerine ulaşılması kaygılarından doğmuş olabilir. Tasarıda %35 olan gelir vergisi tarifesi tepe oranının üç kademe ilavesiyle %45’e çıkarılması, döviz mevduat faiz gelirlerinden yapılan stopajın arttırılması, Kurumlar vergisi oranının da finans sektörü hariç ilk yıl %20’ye, 2021’de %18’e indirilmesi, Emlak Vergisinin ise değeri 5 milyon TL’yi aşan konutlarda %1’e çıkarılması gibi değişiklikler öngörülüyor. Henüz hükümet tasarısı haline gelmemiş olmakla birlikte bu önerilerin, bir bölümü hukuka uygunluk ve vergi adaleti açısından sorunlu olması dışında, gelir tahsilatı açısından da marjinal bir katkı yapacağı, ayrıca mükelleflerin gönüllü uyumu ilkesini zedeleyeceği ve vergiden kaçınma eğilimini arttıracağı kanısındayım. Yıllardır vergi reformu taslaklarında yer alan kent rantları kaynaklı gelirlerin vergilendirilmesi yerine bu türden zorlama yöntemler denenmesi korkarız ki vergi sisteminin tutarlılığını daha da bozacaktır.

Öncelik risk algısı ve güven inşası olmalı

Kamu yönetiminin öncelikli amacının bundan böyle ülkenin risk algısının iyileştirilmesi ve böylece, hem batıda yeniden güçlenen genişletici politikalarla artan sermaye akımlarından daha fazla pay almayı, hem de yerli sermayenin yurtiçinde yatırıma yönlendirilmesini sağlamak olduğunu düşünüyorum. Uluslararası Finans Enstitüsü’nün tahminlerine göre bu yıl gelişen ülkelere net sermaye akışında sıçrama olmuş ve Çin, Hindistan gibi devler bir yana Endonezya’ya 35, Meksika’ya 23, krizdeki Arjantin’e bile 19 milyar dolar akmış iken Türkiye’ye sadece 5.4 milyar dolar girişi olmasını kabullenmemek ve süratle güven inşasına yönelmek gerekir.

Ayrıca para politikalarını fazla zorlamadan finansal istikrarı amaçlamak ve dengeli maliye politikaları geliştirmek de önemli. 2008 krizi patladıktan sonra çare olarak yürürlüğe konan düşük faiz politikaları döneminde bankaların riskli gördükleri küçük ve orta boy işletmeleri fonlamaktan kaçınmalarının yavaşlamanın nedenlerinden biri olduğunu hatırlamalıyız.

Tüm yazılarını göster