Org. Başbuğ'dan 'Türkiye halkı' vurgusu

Harp Akademileri Komutanlığı'nda yıllık değerlendirme konuşması yapan Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ, gündemdeki konuları hafta yapacağı basın toplantısında değerlendireceğini söyledi

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

 

İSTANBUL - Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, gerek Osmanlı İmparatorluğu ve gerek Cumhuriyet döneminde, Kürt kökenli vatandaşlarara devletçe sistematik asimilasyon politikası uygulanmadığını belirterek, "Atatürk ne diyor: ‘Türkiye cumhuriyetini kuran Türkiye halkıdır.’ ‘Türk halkı’ derseniz bütün cümle düşer. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kim? Türkiye halkı. Atatürk burada yaşayan halkın bütününü işaret ediyor. Hiçbir etnik ve dini ayrım yok. ‘Türkiye’ sözünü çekin, yerine ‘Türk’ koyun etnik bir tanım olur" dedi.

Orgeneral Başbuğ, Harp Akademileri Komutanlığı Atatürk Harp Oyunu ve Kültür Merkezi'ndeki "Yıllık Değerlendirme Konuşması"nda değişik konulara ilişkin açıklamalarda bulundu.

Prof. Dr. Metin Heper'in "etnik çatışmalar" konusunda daha önce ortaya konulan kuramsal modeline işaret eden Orgeneral Başbuğ, Heper'in bunu 3 safhada özetlediğin ifade etti. Orgeneral Başbuğ, şöyle konuştu:

"Diyor ki, bu safhalar devletin belirli bazı etnik unsurlara zorla asimile etme çabasında olmalarıdır. İki, bu unsurların, bu çabaları direnmesi. Üç, devletin, bu unsurların çabalarını bastırılması ve asimilasyon çabalarının çoğaltılması..

Bakalım Türkiye'de böyle bir olay olmuş mudur? Devlet, Cumhuriyetin ilk yıllarında meydana gelen isyanlar nedeniyle ağır ikincil kültürel kimliklerin üst ortak birinci kimliğin önüne geçmesi ihtimaline karşı elbette bazı tedbirler almıştır. Bu bir gerçektir.

Alınan tedbirleri bir asimilasyon politikası olarak değerlendiremeyiz. Bu tedbirler ulus devlet inşası sürecinde gerekli görülen birtakım uygulamalardır. Fakat bu yapılanmalarda homojen, etnik bir yapı inşa etmek amaçlanmamıştır.

Örneğin cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanan zorunlu iskan politikaları bazıları tarafından yanlış değerlendirilmektedir. Eğer devlet asimilasyon politikası uygulamış olsaydı... Ben de soruyorum 1928 yılında Meclisin çıkardığı bir yasa ile batıya göç ettirilen birçok kişinin, ki aralarında isyancı liderler de vardı geri dönmelerini izin verilmesi... Bunu nasıl izah edersiniz? Dönmediler mi? Bu uygulamalar sistematik asimilasyon amacı güden göç politikaları değildir. Tam tersine bu uygulamalar isyancı liderleri kapsayan dar kapsamlı kanun ile hukuki meşrutiyeti sağlamış ve göç ettirenleri ekonomik olarak mağdur etmeksizin de yerine getirilmiştir.

Ayrıca yine Prof. Dr. Metin Heper'in belirttiği gibi alınan 3 aşamalı etnik çalışma modeli Türkiye için geçerli olsaydı yani asimilasyon modeli...

Peki, o zaman 1938 yıllarına dönelim... 84 yıllarına gelelim, bölücü terör örgütünün isteklerinin başladığı yıldır. 1938 ile 84 yılları arasındaki huzur ve barış ortamını nasıl izah edeceğiz? Asimilasyon oldu bitti mi? Veya 84'den sonra tekrar mı başladı. Bu da üzerinde çok düşünülmesi bir neden. Bu açıdan biz diyoruz ki bu model yani asimilasyon modeli Türkiye için geçerli değildir."

Orgeneral Başbuğ, "Gerek Osmanlı İmparatorluğu ve gerek Cumhuriyet döneminde, Kürt kökenli vatandaşlarımıza devletçe sistematik asimilasyon politikası uygulanmamıştır" dedi. Orgeneral Başbuğ, "Asimilasyon olmadığına göre şu soruyu sorabilirim? Asimilasyon olmadı ki... Farklı düşünceler olabilir. Cumhuriyet döneminde 38 yılına kadar olan doğu ve güneydoğuda meydana gelen isyanların nedeni neydi?" diye sordu.

Orgeneral Başbuğ, "TSK, Atatürk'ün bize emanet ettiği ulus devlet, üniter devlet yapısını korunmasında elbette taraftır, taraf olmaya devem edecektir. Bundan da kimsenin şüphesi olmasın" diye konuştu.

TSK'ya karşı sistematik muhalefet yapılması

Askerliğin toplumun güveni ve itimadı üzerine inşa edilmesinin önemini vurgulayan Orgeneral Başbuğ, TSK'nın yapılan anketlerde her zaman en güvenilir kurum olarak başta yer aldığını söyledi. Orgeneral Başbuğ, TSK'ya duyulan sarsılmaz güven duygusunun nedenlerinin Türk ulusunun tarih içinde şekillenen kolektif benliğinde bulunabileceğini dile getirdi.

TSK'nın toplum nezdindeki itibarını ve güvenilirliğini sarsmayı amaçlayan iki ön yargılı yaklaşım bulunduğunu belirten Orgeneral Başbuğ, şunları söyledi:

"Demokratlık kisvesi altında TSK'yı yıpratmak amacıyla TSK'ya karşı sistematik muhalefet yapılması her şeyden önce demokrasimizi geliştirmeyecektir. Bu, çoğulculukla ifade edilebilecek ya da açıklanabilecek bir husus değildir. Silahlı kuvvetleri demokrasinin gelişmesinde, çoğulculuğun toplumsal boyut kazanmasında engelleyici bir kurum olarak göstermek de yanlıştır.

İkincisi ise toplumumuzun özellikle mütedeyyin kesimlerini etkilemek amacıyla Türk Silahlı Kuvvetleri'ni 'din karşıtı' olarak gösteren kötü niyetli propaganda kampanyalarıdır. Ancak toplumumuzun mütedeyyin kesimleri bu propagandaya itibar etmemektedir. Ordusunu sevmekte ve güvenmektedir. Çünkü bu asker, Türk milletinin bizatihi kendisidir. Aynı hassasiyetlere sahiptir. Kim ne derse desin Türk milletinin ordusu halktır, halktandır, halk içindir."

Orgeneral Başbuğ'un konuşmasında öne çıkan bazı konular satır başlarıyla şöyle:

"-Güvenlik konularında karar siyasi makamlara aittir ve bunda en ufak tereddüt yoktur. Ancak samimi, gerçekçi, profesyonel tavsiyelerin dikkate alınması durumunda ortaya çıkacak olumsuz sonuçların sorumluluğu büyük ölçüde karar verici durumundaki siyasi makamlara aittir."

@page@

"-MGK'nın asker üyeleri kurul üyesi olarak, ki MGK'da her üye eşittir, görev ve sorumluluklarını bu anayasal platformda serbest olarak yerine getirirler."

"-Anayasal bir kurum olan MGK'nın gerekliliğini, yetki ve sorumluluklarını sorgulayanlara ilgili yasaları dikkatle okumalarını öneririm."

"-Dün olduğu gibi bugün de TSK vazifesini, Anayasa'da ifade edilen Cumhuriyetin temel niteliklerine bağlı olarak yürütmeye devam edecektir. Demokrasi, laiklik, sosyal ve hukuk devleti olmak vazgeçilmez unsurlardır."

"-Günümüzün şartları ve ihtiyaçları Silahlı kuvvetlerin önemini azaltmamaktadır. Aksine milli gücün diğer unsurlarıyla koordineli ve işbirliği içinde kapsamlı strateji çerçevesinde kullanılması konseptinin önemini giderek artırmaktadır."

"-Günümüzdeki sorunların yalnız, tek başına askeri güçle tam olarak ortadan kaldırılamayacağını anlamalısınız."

"-Yaklaşık 30 yıldır bölücü terör örgütü ulus devlet ve üniter devlet yapımızı, demokrasimizi tehdit etmektedir."

"-Terör örgütü nihai amacını gerçekleştirmek için terörü, etnik bir çatışmaya dönüştürmeye ve etnik bir çatışmaymış gibi takdim etmeye çabalamaktadır. Ancak bunu başaramamıştır."

"-Örgüt 1994'ten sonra, ki terörle mücadelede bir milattır, Marksist Leninist ideolojiyi geri plana iterken etnik kimliği öne çıkarmaya başladı."

"-Bu strateji değişikliğine rağmen örgüt, sorunu etnik çatışmaya dönüştüremedi."

"-Yüzyıllardan beri Osmanlı topraklarında yaşayan muhtelif gruplar arasında kültür alışverişi yaşanmıştır."

"-Bu dinamik coğrafyada yüzyıllardır süregelen sosyal, ekonomik, kültürel etkileşimlerimiz sonucunda aslında farklılıklarımız törpülenirken ortak kaygılar ve değerlerimiz artmıştır. Burada bir bütünleşme, birleşme, benzeşme var."

"-Yapılanmalar ve kuruluşlarda ayrışma yaşandığını öne sürmek de büyük bir haksızlık. Ne Osmanlı döneminde ne Cumhuriyet döneminde hiçbir kurumumuz etnik temelde yapılandırılmamıştır. Keşke bunu iddia edenler örnek gösterse."

"-Her Türk vatandaşı hiçbir fark gözetilmeksizin, rütbesi ne olursa olsun, TSK'da Anayasal görev ve hakkı olan askerlik hizmetini eşit şekilde yerine getirmektedir."

"-Terör örgütüne karşı sürdürdüğümüz mücadelede şehitlik ve gazilik mertebesine ulaşmış kahramanlarımız arasında çok sayıda Kürt ve Zaza kökenli vatan evladı var. Nereye koyacaksınız bunları?"

"-TSK bünyesinde Edirne'den Hakkari'ye kadar vatanın her köşesinde gelen subay, astsubay, erbaş ve erler var."

"-Milletimizin tüm bireyleri hiçbir fark gözetilmeksizin Türk Silahlı Kuvvetleri için değerlidir. Çünkü bizim ordu yapımızın sağlam oluşu, milli ordu oluşumuzun temel nedeni de budur."

"-TSK, hiçbir dönemde dine karşı olmamıştır. Bizim karşı olduğumuz husus siyasi ve kişisel, amaç ve çıkarlar için dinin ve din duygularının alet edilmesidir, araç olarak kullanılmasıdır."

"-Bazı din eksenli cemaatler, kendilerini demokratik alanın bir oyuncusu olarak takdim etmekte ve çeşitli nedenlerle, kendilerini güçlü bir konuma geldiğine inanmaktadır. Ancak bu güç, imaj ve algı yanıltılıcıdır. Kendilerine en rakip olarak TSK'yı görmektedirler. Bu yapılanmaya karşı, hukuk devleti kapsamında TSK'nın tepkisiz ve etkisiz kalacağını düşünmek ise büyük bir yanılgıdır."

"-Atatürkçü düşünce sistemi, ne yapılmasını anlatan bir ideoloji değildir. Atatürkçü düşünce sistemi akla ve bilime dayanarak nasıl karar verileceğini gösteren bir dünya görüşüdür."

Bölücü terör örgütünün yarattığı terör olayları

Orgeneral Başbuğ, Türkiye'de 1984 yılından beri bölücü terör örgütünün yarattığı terör olaylarıyla iç içe yaşayan bir ülke olduğunu ve bu gerçeğin herkes tarafından iyi anlaşılması gerektiğini söyledi.

İyi anlaşılması gereken bir diğer konunun da terörle/terörizmle mücadele ve bölücü terör örgütüyle/teröristle mücadele kavramlarının arasındaki ilişki ve farklılık olduğuna dikkati çeken Orgeneral Başbuğ, şöyle konuştu:

"Terör, çoğu zaman devlet otoritesine meydan okuma, şiddet ve korku yoluyla toplumu etkileme çabasıdır. Terörle mücadele, devlet tarafından ve topyekun şekilde, esas itibarıyla, güvenlik, ekonomik, sosyo-kültürel (eğitim ve sağlık dahil), propaganda ve uluslararası alanlarda, birbiriyle paralel ve koordineli olarak yürütülen faaliyetlerdir. Bu faaliyetler birbirini tamamlar. Faaliyetler, bu şekilde yürütülebilirse terörle mücadelenin süreci de kısalır.

Terörle mücadelenin ana hedefi, terör örgütünün ve destekleyicilerinin başarı umutlarının yok edilmesidir. Böylece, terörle bir yere varılamayacağı herkese gösterilmiş olur. Bunun sağlanması terör örgütünün etkinliğinin tam olarak kırılmasına bağlıdır. Çünkü, terörizm ile teröristler bir bütünün parçalarıdır.

@page@

Terörle mücadele farklı boyutları olan, uzun soluklu, dinamik, karmaşık ve süreklilik gerektiren bir süreçtir. Mücadele bütüncül düşünmeyi, şartlardaki değişkenliği analiz etmeyi ve gerekli reaksiyon vermeyi, toplumsal ve yönetsel sabır göstermeyi ve terörün bir araç olarak görülmesi fikrinin kamu vicdanında mahkum edilmesini gerektirir."

"Terörist odaklı analizler"

Orgeneral Başbuğ, bir diğer önemli noktanın ise teröristin görünürlüğü sebebiyle çoğu zaman, sorunun bütününü kavramak yerine sadece terörist odaklı analizler yapılması olduğuna dikkati çekerek, böyle yaklaşımların terörle mücadele sürecinin uzamasına neden olabileceğini vurguladı. Orgeneral Başbuğ, sözlerine şöyle devam etti:

"Terörle mücadelenin ana stratejik prensibi, bu mücadelenin insan odaklı olmasıdır. Mücadele, insanların kalbine ve beynine hitap etmelidir. Bu kapsamda, teröristlerin ve destekleyicilerinin terörle bir yere ulaşabilecekleri yönündeki umutlarının kırılması önemlidir. Ümit duygusunun, gurur ve başarılı olma ile ilişkili olduğu da unutulmamalıdır.

Üzerinde önemle durulması gereken bir diğer konu da terörist ile masum bölge halkının karıştırılmamasıdır. Terör olaylarının yaşandığı bölgelerde, toplumun bütününü potansiyel terörist olarak görmek ve düşünmek, terörle mücadelede yapılabilecek en büyük hatadır.

Hayati önem taşıyan böyle bir konuda hata yapılmamalı, mücadele bütün zorluklarına rağmen, mevcut hukuki düzen içinde yürütülmelidir. Bu hususlara dikkat edildiği takdirde, mücadelede halkın tümünün desteği, güvenlik kuvvetlerinin yanında olacaktır.

Yürütülen mücadelede devlet kurumları ile halk arasında sıkı iş birliği sağlanmalıdır. Bunun için de halkı tanımak, halkın değerlerini, geleneklerini ve davranış kalıplarını iyi değerlendirerek, halkla ilişkileri sağlam ve samimi zeminlere oturtmak zorunludur."

Demokrasinin, haklar, özgürlükler ve sorumluluklar sistemi olduğuna işaret eden Orgeneral Başbuğ, ancak, demokrasinin sunduğu fırsat alanlarını kullananların, bireylerin en temel hakkı olan yaşam hakkını hedef alan terörizm faaliyetlerini hiçbir nedenle hoş göremeyeceğini anlattı.

Teröristin de neticede insan olduğunu ifade eden Orgeneral Başbuğ, bölücü terör örgütüne katılanların, örgüte neden katıldıklarının tespiti ve bu katılımları engellemek için gerekli tedbirlerin devlet tarafından alınmasının terörle mücadelede önemli hususlardan olduğunu belirtti.

"Örgütte bulunuş süresi ortalama 10 yıl"

Orgeneral Başbuğ, yapılan bir araştırmanın sonuçlarında örgüte katılımın nedenlerinin şöyle sıralandığını kaydetti:

"Çocukluğun sevgisiz bir ortamda geçmesi, şiddet kültürünün yaygın olduğu ortamlarda büyüme, yoksulluk, dışlanma duygusu, haksızlıklardan kaçış, şiddetin tek çare olduğuna inanma, eğitimde istenilen imkanların bulunamaması, toplumda bir yer edinme duygusu ve tabi ki en önemlisi de, yapılan etnik temelli propagandalara inanma.

Yine aynı çalışma, örgüte katılanların yaklaşık yüzde 70'e yakınının, örgüte 14-20 yaş grubunda iken katıldığını göstermektedir. Çeşitli nedenlerle bu yaş grubunu etkileme kolaydır. Büyük çoğunluğu 14-20 yaş grubunda iken örgüte katılanların neredeyse yüzde 80'inin örgütte bulunuş süresi, çeşitli nedenlere dayalı olarak, ortalama 10 yıldır. Bu durum, örgüte katılan teröristlerin ortalama olarak 26 yaşına ulaşamadan güvenlik kuvvetleri tarafından etkisiz hale getirildiği veya örgütten kaçtığı anlamına gelmektedir.

1984 yılından bugüne kadar, etkisiz hale getirilen terörist sayısı 40 bini geçmiştir. Bu rakam, bu yolun çıkmaz yol olduğunu göstermektedir. Çeşitli nedenleri istismar ederek gençlerin örgüte katılmalarını sağlayanların ve destekleyenlerin, aslında onları ölüme gönderdiklerini anlamalarını gerekir.

Çeşitli nedenlerle evlatlarını örgüte kaptıran ana ve babaların duydukları acıları ve onların içinde bulundukları durumları da düşünmek ve onları anlamak zorundayız.

Bölücü terör örgütü/terörist ile mücadeleye gelince; bu görev, güvenlik kuvvetlerine aittir. Görev, teröristlerin nerede ise aranıp, bulunup, etkisiz hale getirilmesi şeklinde ifade edilebilir. Aslında terörist kriminal bir suçludur. Teröristlerin, yakalanarak yargı önüne çıkarılmaları istenir. Ancak teröristlerle sağlanan temasların çoğu zaman çatışmaya dönüştüğü de unutulmamalıdır."

"Örgüt etkisizleştirilene kadar TSK'nın görevi devam edecek"

Orgeneral Başbuğ, bölücü terör örgütü ile mücadelede görev alacak güvenlik kuvvetlerinin genel yapısının nasıl olması gerektiğinin ise Türkiye'de yine pek iyi anlaşılamayan konulardan birini oluşturduğunu belirterek, sözlerini şöyle sürdürdü:

@page@

"Güvenlik kuvvetlerinin yapısını etkileyen faktörlerin başında terör tehdidinin nitelikleri ve boyutları gelmektedir. Bölücü terör örgütünün yarattığı tehditler ve riskler oldukça geniş bir yelpazededir. Bunlar, sokak eylemlerinden, meskun mahallerdeki terörist eylemlerine, büyük boyutta kırsal alandaki terörist yapılanmaya ve terörist eylemlere kadar uzanmaktadır. Aslında Örgüt, ağırlıklı olarak, bölgenin zor coğrafi şartlarından istifade ederek, kırsal alanda terörist eylemlerde bulunmak üzere yapılanmış ve eğitilmiş bir örgüttür. Dolayısıyla, bu örgütün terör eylemlerini, Afganistan'ın bir bölümü dışındaki, diğer ülkelerdeki terör eylemleri ile mukayese edemezsiniz.

Terör tehdidinin coğrafi boyutlarının, özellikle kırsal alanlarda geniş ve zor bir coğrafyaya yayıldığını söyleyebiliriz. Tabi, bu coğrafyaya bir de Irak'ın kuzeyindeki bölgeyi de ilave etmeliyiz.

Bu iki temel husus, yani tehdidin nitelikleri ve boyutları, bölücü terör örgütü ile mücadelede kolluk kuvvetlerinin yetersiz olduğunu göstermektedir.

Bu nedenlerden dolayı; mevcut yasalar çerçevesinde, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bölücü terör ile mücadelede vazife ve sorumluluk alması, değişik yasal düzenlemelerle, 1984'ten bugüne kadar süregelmiştir. Bundan sonraki süreçte de tehdidin nitelikleri ve boyutları değişinceye ve bölücü terör örgütü etkisiz hale getirilinceye kadar Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bu görev ve sorumluluğu devam edecektir."

"Örgürt stratejik savunma aşamasında kalmış"

Orgeneral Başbuğ, TSK'nın bu vazife ve sorumluluğunu, bölücü terör örgütü ile mücadele etmek için özel olarak teşkilatlanmış ve eğitilmiş birliklerle dört temel görevi yerine getirecek şekilde yürüttüğünü vurgulayarak, şunları kaydetti:

"Bunlar, bölgede yaşamakta olan halkımızın öncelikle teröristlerin baskısından korunması, güvenliğinin sağlanması,

-Kırsal alanda, alan hakimiyetinin sağlanması,

-Kırsal alanda, teröristlerin nerede ise aranıp, bulunup etkisiz hale getirilmesi,

-Sınır bölgelerinden giriş ve çıkışların etkin şekilde kontrol altına alınması.

Türk Silahlı Kuvvetleri bu vazife ve sorumluluğunu 1984 yılından beri, azimle, kararlılıkla ve başarı ile sürdürmektedir. Bu uğurda bugüne kadar Türk Silahlı Kuvvetleri'nin vermiş olduğu şehit sayısı 4 bin 970'tir. Kararlılıkla ve başarı ile sürdürülen bu mücadele neticesinde, örgüt stratejik savunma aşamasında kalmış, bugüne kadar hiçbir zaman yurt içindeki bir bölgede sürekli denetimi sağlayamamış, dağ kadrosunu denge aşamasına geçirebilecek nitelik ve sayıya ulaştıramamış ve bugüne kadar da 40 bine yakın personelini kaybetmiştir.

Özellikle 1994 yılında stratejik savunma safhasından daha ileriye geçemeyeceğini anlayan örgüt; terör eylemlerine devam ederken, asıl mücadeleyi siyasal alanda yürütme kararını almıştır. Terör örgütünü strateji değişikliğine zorlayan temel neden güvenlik güçlerinin amansız mücadelesi sonucunda teröristlerin azim ve iradesinin törpülenmesidir. Böylece örgüt, başlangıçta öngördüğü üç aşamalı stratejisini terk etmek zorunda kalmıştır.

1993 yılında toplam iç güvenlik olayı 5 bin 717, verilen şehit sayısı 538, hayatını kaybeden vatandaş sayısı bin 479 iken; 2008 yılında toplam iç güvenlik olayı bin 602'ye -ki bunun 990 adedi güvenlik kuvvetlerinin inisiyatifinde gerçekleşmiştir- verilen şehit sayısı 138'e -Elbette bir şehidin bile bizim için önemi çok büyüktür- hayatını kaybeden vatandaş sayısı ise 51'e inmiştir. Ayrıca, 1990'lı yıllarda bölgede ulaşım güvenliği, akşam hava karardıktan sonra dışarılarda yaşam güvenliği yokken, bugün bölgede bu tip sorunların kalmadığını unutmamak gerekir. Ayrıca bütün bu sorunların ortadan kaldırılması için verilen bu mücadelelerde, hiçbir fedakarlıktan kaçınmayarak canlarını ortaya koyanları ve bu uğurda şehit olanları da hiçbir zaman unutamayız, unutmamalıyız. Milletçe onların hatıralarını sonsuza kadar yaşatmak ve geride bıraktıklarına da sahip çıkmak bizler için bir görevdir."

Geçici gönüllü köy korucuları

Geçici ve Gönüllü Köy Korucularının, bölücü terör örgütü ile mücadelede, çok önemli görev ve sorumluluklar üstlendiğine dikkati çeken Orgeneral Başbuğ, şunları söyledi:

"Geçici ve Gönüllü Köy Korucuları bugüne kadar bu mücadelede bin 335 şehit vermişlerdir. Geçici ve Gönüllü Köy Korucularının devlet yanında bu mücadelede yer alması, sorunun etnik bir çatışma olmadığının ve Bölücü Terör Örgütünün bölge halkının desteğini sağlayamadığının da çok önemli bir göstergesidir.

Öte yandan Türkiye'de uzun süredir başarıyla uygulanan korucu sisteminin bir benzeri de, 2007 yılından itibaren ABD tarafından Irak'ta (Sons of Iraq) kullanılmaya başlamıştır. Bu sistemin kullanıldığı bölgelerde direniş ve askerî güçlere saldırı büyük ölçüde azalmıştır.

@page@

ABD, Afganistan'da da Irak'ta uygulanan koruculuk sistemine benzer mahalli güvenlik birimi ya da milis gücü (Afghan Public Protection Force) kurmak istemiş ve buna ilişkin pilot programa Şubat 2009'da başlamıştır. Bu milis güçleri kendi sorumluluk alanlarında, yollarda güvenliği sağlayacak, hükümet tesislerini ve personeli koruyacak ve saldırıları engelleyecektir."

"Bölücü terör örgütü şu an kan kaybeymektedir"

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Başbuğ, sıraladığı bu gelişmeler ışığında bölücü terör örgütünün bugün içinde bulunduğu durumla ilgili şunları söyledi:

"Bölücü terör örgütü şu an kan kaybetmektedir.

Irak'ın kuzeyi artık terör örgütü için emniyetli bir bölge olmaktan çıkmıştır. Örgüt, gerek Irak'ın kuzeyinde gerek yurt içinde büyük gruplar şeklinde hareket edememektedir. Bu ise örgüt içinde kontrol sorunları yaşatmaktadır. Haberleşmede, muhabere sistemlerinden ziyade kurye sisteminin kullanılması örgüte ayrı komuta/kontrol zorlukları getirmektedir. Örgütün lider kadrosu arasında sorunlar vardır. Örgütün moral seviyesi düşüktür. Örgüte katılımlar Örgütün istediği seviyelerde değildir. Örgütten kaçışlar ise devam etmektedir. İkmal faaliyetleri zorlukla yürütülmektedir.

Avrupa ülkelerinin, örgütün Avrupa'daki parasal kaynaklarına ve örgütün yönettiği uyuşturucu trafiğine karşı bazı önleyici tedbirleri artırarak alması örgütü zor duruma sokmuştur.

Bütün bu gelişmelere ilave olarak Irak'ın kuzeyindeki örgütün varlığına karşı Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri ve Irak tarafından yürütülen faaliyetlerin ve alınan tedbirlerin önümüzdeki dönemde daha etkin sonuçlar vereceğine inanıyoruz ve bekliyoruz.

Netice olarak, bugün terörizm ve bölücü terör örgütüyle mücadeleyi kararlı, programlı, bilinçli ve koordineli bir şekilde sürdürmek durumundayız. Unutulmamalıdır ki, bu mücadele doğası gereği uzun soluklu ve sabır üzerine kurulu bir mücadeledir. Ayrıca, önümüzdeki süreçte de örgütün kırsal alanlarda ve yerleşim yerlerinde bazı terör eylemlerinde bulunabilme imkanı mevcuttur. Güvenlik kuvvetleri bu muhtemel eylemlere karşı, koordineli istihbarat faaliyetlerine daha da önem vererek, yasalar çerçevesinde gerekli tedbirleri titizlikle ve kararlılıkla almak zorundadır.

Kararlılığımız karşısında, bölücü terör örgütünün amacına ulaşması mümkün değildir. Türk Silahlı Kuvvetleri bu mücadelede her zaman Türk milletinin desteğini yanında hissetmiştir.

Türk Silahlı Kuvvetleri, bugün bazı çevrelerin, vatanına ve milletine hizmet etmekten başka hiçbir amaçları olmayan ve bölücü terör örgütüne karşı kahramanca mücadele edenlerin şerefi, onuru ve morali ile oynanmasına duyarsız kalmaz ve bu konuda yetkili ve sorumlu herkesin de aynı duyarlılığı göstermesini bekler."

Tedbirler

Orgeneral Başbuğ, terörle mücadele sürecinin kısaltılması için bugün alınabilecek bazı tedbirlerin, düne nazaran daha etkili sonuçlar doğurabileceğine inanıldığına işaret ederek, bu tedbirleri şöyle sıraladı:

"- Devlet, örgüte katılımların nedenlerini iyi inceleyerek, alacağı tedbirlerle, örgüte katılımları kontrol altına almalıdır.

-Devlet, dağ kadrosunun örgütten ayrılmasını sağlayacak şekilde, mevcut yasal düzenlemelerin daha iyi şekilde uygulanabilmesini sağlamak için bazı değişiklikler yapmalıdır.

-Terörle mücadele, sadece terörist odaklı olarak görülmemelidir.

Terörle mücadele, devlet tarafından topyekûn şekilde, millî gücün bütün unsurları (güvenlik, ekonomi, sosyo-kültürel (eğitim ve sağlık dahil), propaganda ve uluslararası) kullanılarak, koordineli ve etkin bir şekilde yürütülmelidir.

-Bölücü terör örgütüne uluslararası verilen destek ve örgütün finans alanındaki serbestliği tam olarak engellenmelidir.

-Irak'ın kuzeyindeki bölücü terör örgütünün varlığı -ki bu varlık örgüt için hayatidir- mutlaka etkisiz hale getirilmelidir."

Laiklik karşıtı hareketler

Orgeneral İlker Başbuğ, "Laiklik karşıtı hareketlere, demokrasi ve yasalar çerçevesinde daha etkin cevaplar verebilmek için, bu olayların sosyal, ekonomik ve kültürel boyutlarının ne olduğunun doğru şekilde analiz edilmesi zorunludur" diye konuştu.

Orgeneral Başbuğ, Harp Akademilerinde yaptığı "Yıllık Değerlendirme Konuşması"nda ABD Başkanı Barack Obama'nın geçen hafta Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptığı konuşmanın başında söylediği sözleri hatırlattı.

@page@

Obama'nın "Bu sabah Atatürk'ün, sizin ülkenizin kurucusunun, anıt mezarını ziyaret ettim. Bu güzel anıttan çok etkilendim. Atatürk, tarihin şeklini değiştiren bir liderdir. Ama Atatürk'ün yaşamına ait en büyük anıt, hiçbir şekilde taştan ya da mermerden inşa edilemez. Kendisinin bıraktığı en büyük miras Türkiye'nin gücü ve laik demokrasisidir" dediğine dikkati çeken Orgeneral Başbuğ, ABD Başkanı'nın bu sözlerini, dost bir ülke halkına sempatik görünme arzusundan ziyade, ABD'nin karşı karşıya bulunduğu sorunlara bir çözüm arayışında bulunduğunu göstermesi açısından önemsediğini belirtti.

"Türkiye'yi bulunduğu bölgede farklı ve güçlü bir konuma getiren, laik ve demokratik bir ülke olmasıdır" diyen Orgeneral Başbuğ, Türkiye'nin, laik yapısı ve çağdaşlaşma hedefiyle, yüzyılı aşan demokrasi kültürüyle, ekonomik gücü ve dinamizmiyle bölgesinde benzeri olmayan lider bir ülke olduğuna işaret etti. Orgeneral Başbuğ, şöyle devam etti:

"Bu tespitler ışığında şunu ifade etmek isterim: Bundan yaklaşık bir asır önce koca imparatorluğun çöküşüne şahit olmuş kadroların, çağdaş medeniyetler seviyesinin üstüne çıkarmayı hedefledikleri Türkiye Cumhuriyeti'ni, demokrasi ve laiklik fikirleri üzerine kurma ufkuna bir daha saygı ve hayranlık duyuyorum ve Türkiye Cumhuriyeti'nin doğuşu ve gelişimini 20'nci yüzyılda yaşanmış devrimlerin en büyüklerinden biri olarak görüyorum.

21'inci yüzyılın başında, ülkemiz bu özgün karakteriyle gelecekte de ilgi odağı olmaya devam edecektir. Şüphesiz bunu başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Cumhuriyet'in kurucu kadrolarının stratejik vizyon ve öngörüsüne borçluyuz.

Öte yandan, Türkiye'nin bu özgünlüğü bizlere ağır sorumluluklar da yüklemektedir. Bu mirasa ve vazifeye karşı herkesin duyarlı, dikkatli ve sorumlu olması gerekmektedir."

Montesquei'nin ifade ettiği gibi "cumhuriyetin ilkesinin erdem" olduğunu ifade eden Orgeneral Başbuğ, cumhuriyetlerin, vatandaşları erdemli olduğu ölçüde gönençli olacağını söyledi. Orgeneral Başbuğ, "Cumhuriyetin erdemi tamamen siyasal erdemdir. Bu ise yasalara saygı ve bireyin topluluğa bağlılığıdır" dedi.

Laiklik ilkesinin Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesinin temel direklerinden biri ve Türkiye Cumhuriyeti'ni oluşturan tüm değerlerin de temel taşı olduğunu vurgulayan Orgeneral Başbuğ, laikliğin işlevsel tanımının, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın başlangıcı ile 24'üncü ve 174'üncü maddelerinde yer aldığını, Anayasa Mahkemesinin içtihatlarının da konuya açıklık getirdiğini belirtti.

Cumhuriyetin muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma hedefine ulaşabilmesi için siyasal yönetim biçiminin demokrasi olmasının da son derece doğal olduğunu dile getiren Orgeneral Başbuğ, "Çünkü modern bir cumhuriyet ancak demokrasi ile gerçekleştirilebilir. Bu nedenle de demokrasi de Cumhuriyetimizin temel niteliklerinden biridir" diye konuştu.

Demokrasinin aslında, halk egemenliği ve halk iradesinin siyasallaşması olduğuna dikkati çeken Orgeneral Başbuğ, buna rağmen siyaset bilimi literatüründe demokrasinin ortak bir tanımı olmadığının da bilindiğini, bu konudaki tartışmaların sürdüğünü söyledi. Orgeneral Başbuğ, şöyle devam etti:

"Tanımsal zorluğunun yanı sıra demokrasinin sürekli kendisini zamanın ruhuna ve şartlarına uygun olarak yenileyen ve geliştiren bir sistem olduğu da unutulmamalıdır. Antik Yunan'ın klasik demokrasi anlayışından, koruyucu demokrasi anlayışına, sosyal demokrasiden liberal demokrasiye ve çoğulcu demokrasiye kadar uzanan bir ortamdan söz edebiliriz. Önemli olan demokrasinin olmazsa olmaz koşulları ve temel ögelerinin neleri kapsadığıdır. Bu çerçevede şunları ifade edebiliriz: Kuvvetler ayrılığı, yargının bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğü, çoğulculuk, (çoğulculuk, temel hak ve özgürlüklerin çoğunluğa karşı güvenceye alınmasıdır), kurallar ve kurumlar rejimi olması, fırsat eşitliği, aynı zamanda haklar kadar sorumluluklar rejimi olması."

"TSK, demokrasi rejimine bağlı ve saygılıdır"

"Türk Silahlı Kuvvetleri; Cumhuriyetin temel niteliklerinden birini oluşturan demokrasi rejimine bağlıdır ve saygılıdır" diyen Orgeneral Başbuğ, demokrasi ve laiklik arasında çok sıkı bir ilişki olduğunun görülebileceğini, laiklik ilkesinin demokrasi ile çatıştığını iddia etmenin de sağlam bir temele dayanmadığını ifade etti.

Laik düzenin, Türk demokrasisinin gelişmesinde ana itici gücü oluşturduğunu vurgulayan Orgeneral Başbuğ, şunları kaydetti:

"Çünkü laiklik aynı zamanda demokrasinin en önemli koşullarından biridir. Etrafımızdaki bazı ülkelere bakılırsa bu gerçek görülebilir. Bu gerçek, bugün pek çok kişi tarafından açıkça görülmektedir. Laiklik, Türkiye'de sadece dinle devlet işlerini birbirinden ayırmamış, egemenlik sorununu da çözmüştür. Egemenliğin kutsallığa yani hilafete değil de millete ait olması, laikliği belirleyen ana ilkedir.

Bütün bu düşüncelere ve gerçeklere rağmen; Türkiye'de Cumhuriyetin kurulduğu günden bugüne kadar laiklik karşıtı hareketlerle de çok çeşitli düzeylerde karşılaşılmıştır. Bu durum farklı dönemlerde, farklı boyutlarda ve şekillerde ortaya çıkmıştır.

@page@

Yaşanılan ve karşılaşılan bu hareketlerin sosyal, ekonomik ve kültürel boyutlarının bulunduğu unutulmamalıdır. Bu nedenle, laiklik karşıtı hareketlere, demokrasi ve yasalar çerçevesinde daha etkin cevaplar verebilmek için bu olayların sosyal, ekonomik ve kültürel boyutlarının ne olduğunun doğru şekilde analiz edilmesi zorunludur."

Max Weber'in, modern sosyologlar için önemli bir ilham kaynağı olduğunu belirten Orgeneral Başbuğ, Weber'in en büyük özelliğinin "anlayışı" sosyal bilimlerde öne çıkarması olduğunu ifade etti. Anlayış sosyolojisinde öncelikli olanın insan olduğuna dikkati çeken Orgeneral Başbuğ, dolayısıyla insanların inandıkları değerlerin anlaşılmasının önemli olduğunu belirterek, "Bu değerler içinde elbette inançlar sistemi de vardır" dedi.

"Silahlı kuvvetler hiçbir dönemde dine karşı olmamıştır"

Dinin toplumsal bir bağ oluşturma, ortak bir duyarlılık yaratma bakımından öneminin inkar edilemeyeceğine işaret eden Orgeneral Başbuğ, "Türkiye için böyle şeyleri tartışmak dahi abestir. Yanlış olan ise - Anayasa'nın 24'üncü Maddesinde de ifade edildiği gibi - dinin toplumsal davranışı, sosyal düzeni belirleyen bir sistematik olarak düşünülmesi ve kabul edilmesidir. Burada önemli olan diğer bir nokta ise bütün insanların ve onların düşünce ve davranışlarının toptancı bir anlayışla aynı kefeye konulmamasıdır. Diğer bir deyişle, gerçek mütedeyyin kişilerle kimsenin hiçbir sorunu olmamalıdır" diye konuştu.

Atatürk'ün dine ilişkin görüşlerini de hatırlatmakta fayda gördüğünü belirten Orgeneral Başbuğ, Atatürk'ün "Din gerekli bir kurumdur. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur. Yalnız şurası var ki, din Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Biz din işlerini millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, amaca ve eyleme dayanan bağnaz hareketlerden sakınıyoruz ve buna asla meydan vermeyeceğiz" dediğini kaydetti.

Atatürk'ün bu düşünceleri aslında, dinin önemini ortaya koyarken cumhuriyetin ve demokrasinin sağlıklı işleyebilmesi için dini alanın nasıl sınırlanması gerektiğine ışık tuttuğunu dile getiren Orgeneral Başbuğ, şöyle devam etti:

"Askerlik, moral değerlere önem veren mesleklerin başında gelmektedir. Elbette bireysel değerler açısından din de bir etkendir. Bu açıdan ordunun halkımızın değerlerine saygı duymaması düşünülemez. Türk Silahlı Kuvvetleri binlerce evladını vatan savunmasında 'şehit' vermiş bir ordudur. Bizim için şehitlik ve gazilik kutsal bir mertebedir. Bu kutsiyeti halkın iradesini yansıtan TBMM'de kanunla tescil etmiştir. Ayrıca, halkımızın arasında ordunun en yaygın adlarından birinin de 'Peygamber Ocağı' olduğunu bilmekteyiz. Açıkça söyleyebiliriz ki, Silahlı Kuvvetler hiçbir dönemde dine karşı olmamıştır. Bizim karşı olduğumuz husus siyasi ve kişisel amaç ve çıkarlar için dinin ve dini duyguların alet edilmesidir, araç olarak kullanılmasıdır.

Bütün bu düşüncelere rağmen, laikliğin din karşıtı olma ve dinin bireylerin hayatlarından soyutlaması anlamına geldiğinin söylenmesi ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin din karşıtı bir kurum olarak gösterilmesi; Gazi Mustafa Kemal Atatürk'e ve O'nun ordusuna karşı yapılabilecek en büyük sorumsuzluk ve haksızlıktır."

Weber'e göre, sosyolojik açıdan, dinlerin belirli sosyal ve tarihsel ortam içinde almış olduğu görünümün yani "yaşanan dinin" önemli olduğuna işaret eden Orgeneral Başbuğ, yaşanan dinin de bir noktada, kitlelerin o dini algılama ve uygulama biçimi olduğunu ifade etti.

Yaşanan dinin görüldüğü en önemli alanın, sosyal ve ekonomik yaşamla dini bağdaştıran sosyal gruplar ve cemaatler olduğuna dikkati çeken Orgeneral Başbuğ, şunları kaydetti:

"Burada yine Weber'e göre önemli bir nokta var. O da: İnanç boyutu bir sosyal olgu olarak ele alınıp bu boyut ile sosyal, ekonomik ve siyasal yaşam arasındaki etkileşim incelendiğinde, din, ekonomi ve siyaset arasında bir ilişki olduğu görülebilir. Bu görüş, geçerliliğini bugün de korumaktadır. Weber, bu düşünce çerçevesi içinde Batı kapitalizminin gelişmesiyle Protestanlık arasında çok sıkı bir bağ olduğunu öne sürmüştür. Gelişen burjuvazi ekonomik iktidarını kurduktan sonra siyasal iktidarı kilisenin ve monarşinin elinden almıştır. Böylece Batı demokrasisinin kurulmasında önemli bir evre de oluşmuştur.

Bu durum, bugün için de geçerliliğini korumaktadır. Ancak, yakın dönemde bazı gelişmeler, dinle toplum, dinle ekonomik yapı arasında yeni bir ilişkiyi öne çıkarırken mevcut ilişkilerin de yenilenmesini sağlamıştır. Yeni kimlik ve aidiyet arayışları, ekonomik beklentiler, yaşanan büyük göç olgusu ve sosyal devlet olgusunun zayıflaması, toplumları ister istemez yeni dayanışma arayışlarına itmiştir. Bu nedenler, günümüzde de sosyal gruplaşmaların ve din ekseninde bazı cemaatleşme yapılanmasının gittikçe artmasına neden olmuştur.

Bugün bazı cemaatler öncelikle bir ekonomik güç olmaya ve daha sonrada sosyo-politik yaşamı biçimlendirmeye, dine bağlı bir tek tip yaşam tarzı olarak sosyal kimliklerini ortaya koymaya çalışmaktadırlar.

İşte sorun da buradadır. Sorun, dinin ve dini duyguların kendi amaçları için, alet ve araç olarak kullanılmasıdır."

@page@

Orgeneral Başbuğ, bu gerçeği 1927'de gören Atatürk'ün, konuya ilişkin görüşlerini Nutuk'ta "Daha önce olduğu gibi, bugün de milletlerin bilgisizliğinden ve bağnazlığından yararlanarak bin bir türlü siyasi ve kişisel amaç ve çıkar sağlamak için, dini alet ve araç olarak kullanmak girişiminde bulunanların, içeride ve dışarıda varlığı, bizi bu konuda söz söylemekten, ne yazık ki, henüz uzak bulundurmuyor" sözleriyle ifade ettiğini söyledi.

"Cemaatlerin güç imajı ve algısı yanıltıcı"

Weber'in, modernitenin düşünürlerinden birisi olduğunu hatırlatan Orgeneral Başbuğ, Weber'e göre modern organizasyonunu, özgürleşmeye dayalı olduğunu belirtti. Orgeneral Başbuğ, şöyle devam etti:

"Sivil örgütler ise giriş ve çıkışın özgür iradeye bağlı olduğu, gönüllülük temelinde işleyen açık örgütlerdir. Dinsel cemaatler ise kapalı ve içe dönüktür. Cemaate giriş ve çıkış çok farklı dinamiklere bağlıdır. Bu koşullar altında, dinsel cemaatlerin, hele çıkar çevresinde örgütlenmişse, sivil toplum hareketi olduğunu öne sürmek çok güçtür.

Bu düşünceye rağmen, bugün de bazı din eksenli cemaatler, kendilerini demokratik alanın bir oyuncusu olarak takdim etmekte ve çeşitli nedenlerle de görünürde kendilerinin güçlü bir konuma geldiğine inanmaktadırlar. Ancak bu güç imajı ve algısı yanıltıcıdır. İşte bu tip bazı cemaatler hedeflerine ulaşmada kendileri için en büyük engel olarak Türk Silahlı Kuvvetlerini görmektedir. Bunun için de her fırsattan istifade ederek, destekleyicilerinin de yardımıyla Türk Silahlı Kuvvetleri aleyhine faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Bu yapılanlara karşı, hukuk devleti kapsamında Türk Silahlı Kuvvetlerinin tepkisiz ve etkisiz kalacağını düşünmek ise büyük yanılgıdır."

Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğuna dikkati çeken Orgeneral Başbuğ, Anayasanın 24'üncü maddesinde laikliğin, işlevsel olarak en geniş anlamıyla; "Herkes, vicdan dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. 14'üncü Madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla, ibadet, dinî ayin ve törenler serbesttir. Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi ve hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez veya kötüye kullanamaz" şeklinde ifade edildiğini anımsattı.

Anayasa'nın 24'üncü maddesinin; herkese vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetini sağladığını, ibadet, dini ayin ve törenleri serbest bıraktığını vurgulayan Orgeneral Başbuğ, "Zaten bu maddeye rağmen, bu konularda hürriyetlerin tahdit edildiğini ileri süren iddiaları da anlamak mümkün değildir. Yine aynı maddeye göre kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi ve hukuk temel düzenini kısmen de olsa din kurallarına dayandıramaz. Netice olarak, Türkiye'de herkes Anayasa'nın 24'üncü Maddesine uygun hareket etse, ortada bir sorunun kalmayacağı aşikardır" dedi. Orgeneral Başbuğ, şöyle devam etti:

"Burada haklı olarak şu soruları sorabiliriz:

Anayasa'nın 24'üncü maddesinde açıkça belirtilmesine rağmen; dinin sosyal, ekonomik ve siyasi düzeni kısmen de şekillendirmesi kabul edilebilir mi? Bu kapsamda din eksenli bazı cemaatleri, toplulukları hareketleri, Anayasa'nın 24'üncü maddesine göre nereye koyacağız?

Önemli olan dinin ve dini duyguların veya dince kutsal sayılan şeylerin, herhangi bir şekilde herhangi bir amaçla istismarının önlenmesi değil midir?

Dinin araçsal hale getirilmesi, dine yapılabilecek en büyük kötülük değil midir?

Dinsel cemaatlerin siyasal alanda rol alması, modernitenin çok önemli bir özelliğinin aşındığı anlamına gelmez mi?

Modern toplumlarda, kişi artık bir cemaatin üyesi olarak değil, birey ve vatandaş olarak yer almıyor mu?

Toplumu inanan/inanmayan, dindar/dindar olmayan ayrımı yapanlar, diğerlerinin iman ve dini inançlarını değerlendirmeye kalkarak aslında İslam dinine karşı büyük bir suç işlemiyorlar mı?

Bu çeşit sosyal gruplaşmalar, cemaatleşmeler toplumu ciddi boyutta kutuplaşmalara ve bölünmelere götürmüyor mu? Bu bölünmeler ve kutuplaşmalar ciddi güvenlik sorunlarına ileride dönüşemez mi?

Türkiye Cumhuriyeti, Anayasamızda açıkça belirtildiği şekilde demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir. Laik ve demokratik devlet nitelikleri birbirini tamamlamaktadır. Asla birbiri ile çelişkili de değildir. Bu iki nitelik Türkiye'yi dünyada farklı ve güçlü konuma getiren, Türkiye'ye özgün bir karakter kazandıran niteliklerdir. Bu açıdan, Türk toplumunun bütün bireylerinin bu niteliklerin korunmasında, yaşatılmasında ve yıpratılmamasında duyarlı ve sorumlu davranması vatandaşlık görevidir."

"Atatürkçü düşünce sistemi ne yapılmasını anlatan ideoloji değildir"

Harp Akademileri mensuplarına da seslenen Orgeneral Başbuğ, "Ufku geniş, düşünme becerileri gelişmiş, sorgulayabilen, yaratıcı zekaya sahip, lider ve aynı zamanda yöneticilik niteliklerini kazanmış komutanların yetiştirilmesi, hiç şüphesiz geleceğin inisiyatifimizle şekillendirilmesine büyük katkı sağlayacaktır. Bu nedenle günlük sorunlara, olağan (rutin) işlere takılıp kalmamalısınız. Çünkü, geleceği sizden sonraki kuşakların sorunu olarak görme lüksünüz yok" dedi.

@page@

Harp Akademileri mensuplarının bugün alacağı kararların, yapacağı çalışmaların ve tohumlarını atacağı projelerin, yarınların şekillenmesine katkı sağlayacağını dile getiren Orgeneral Başbuğ, "Onun için sizler; bilim ve aklın her çağa uyum sağlayan dinamik yapısı içinde kendinizi sürekli yenilemelisiniz. Bunu yaparken öncelikle Ebedi Başkomutanımız Atatürk'ün entelektüel düşünce yapısına, nelerin etki ettiğini iyi incelemelisiniz. Atatürkçü Düşünce Sistemi, ne yapılmasını anlatan bir ideoloji değildir. Akıla ve bilime dayanarak nasıl karar verileceğini gösteren bir dünya görüşüdür" diye konuştu.

Orgeneral Başbuğ, şöyle devam etti:

"Görev bilinci gelişmiş bireyler olarak başarısızlıklara mazeret aramadan nedenlerini araştırmalı ve olumsuzlukları giderici tedbirler almalısınız. Görev bilinci yüksek olan birey, görevini iyi bilen, yeterlilik düzeyi yüksek ve bilgi düzeyini sürekli güncel tutan kişidir. Görev bilincine sahip kişiler yüksek verimliliğe, mükemmelliğe ve kaliteye de sahiptirler. Görev bilincinin yaygınlaştırılması maksadıyla, yetkilerinizi astlarınızla paylaşmalı ve onları inisiyatif kullanmaları konusunda da desteklemelisiniz. Bu bilinçle yürüteceğiniz çalışmalar, gelişmelerin takipçisi değil, yönlendiricisi olmak için gücümüze güç katacaktır.

Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır. Geleceğe doğru emin adımlarla yürüyüşümüzün teminatı sizlersiniz. Sizlere emanet edilecek olan vazife bayrağını daha yükseklere çıkararak ülkemiz ve ulusumuz için büyük atılımlara imza atacağınıza büyük bir içtenlikle inanıyorum.

Ebedi Başkomutanımız Atatürk'ün, Afyonkarahisar Kolordu Dairesinde subaylara hitaben yaptığı konuşmada ifade ettiği gibi, konumumuz gereği üzerimize düşen vazifeyi yerine getirmek adına fedakârlar sınıfının en önünde bulunmak mecburiyetinde olduğumuzun bilincindeyiz.

Bu hassas coğrafyada sahip olduğu maddi ve manevi bütün zenginlikleri ile güven ve istikrarı simgeleyen Türkiye, güçlü ve demokratik kurumları, ekonomik gücü ve birbirine güvenen insanları ile çağdaş topluluklar içinde hak ettiği yeri almak zorundadır."

Sivil-asker ilişkileri

Konuşmasında sivil-asker ilişkilerine değinen Orgeneral Başbuğ, hemen hemen her ülkede üzerinde sıkça tartışılan, her zaman güncelliğini koruyan fakat, özü pek anlaşılmayan konuların başında sivil-asker ilişkilerinin geldiğini belirtti.

Soğuk savaş sonrası dönemde, demokrasi, liberal ekonomi ve refah toplumu tartışmalarının gündemde daha fazla yer aldığını vurgulayan Orgeneral Başbuğ, öte yandan milli güvenlik kavramı genişlerken tehditler ve risklerin de çeşitlendiğine dikkati çekti. Bu gelişmelerin sivil-asker ilişkileri konusunun farklı boyutlarda tartışılmasına neden olduğunu anlatan Orgeneral Başbuğ, "Konu, siyaset bilimi literatüründe de farklı düzeylerde ve farklı yaklaşımlarla ele alınarak tartışılmaktadır. Sivil-asker ilişkileri üzerinde oluşan akademik literatürde Samuel Huntington, Morris Janowitz ve Eliot Cohen gibi klasik realist düşünürlerin yanı sıra liberal teori ve yapısalcı akımların da etkisi görülmektedir. Akademik anlamda da, bilim adamları, düşünürler ve bu işin profesyonelleri arasında çeşitli uzlaşmazlık alanları mevcuttur" diye konuştu.

Sivil-asker ilişkilerini daha sağlıklı değerlendirebilmek için öncelikle askerlik mesleğinin ne olduğunu anlamak gerektiğini ifade eden Orgeneral Başbuğ, şunları söyledi:

"Askerlik, tabi ki profesyonel bir meslektir. Her profesyonel meslek gibi, askerlik büyük deneyime, yüksek mesleki ölçülere sahip olmayı gerektirir. Fakat askerî profesyonellik, Weberian bürokratik yapılanma ve iş dünyasındaki yönetişim yapılanmalarındaki profesyonellikten farklıdır. Askerliği diğer profesyonel mesleklerden ayıran temel farklılıkların başında, askerlikte maddi gereksinimlerin önceliğinin daha az oluşu ve askerliğin bir meslekten ziyade adeta bir yaşam biçimi oluşudur."

Sivil-asker ilişkileri ve askerlik üzerine yazılmış kitapların içerisinde ayrı bir yeri olan "Asker ve Devlet" başlıklı eserinde Huntington'ın askerliğin profesyonel bir meslek oluşunu üç temel esasa dayandırdığına dikkati çeken Orgeneral Başbuğ, konuşmasına şöyle devam etti:

"Birincisi; uzun süreli eğitim/öğretim ve tecrübe sonucunda uzman olunması ve teori ile pratiğin bir arada bulunmasıdır. İkincisi; icra edilen vazifenin toplumun yaşam ve güvenliği için gerekli ve hayati öneme sahip olmasıdır. Üçüncüsü; icra edilen vazifenin aynı duyguları paylaşan kişilerden oluşan bir birlik içinde, kendilerini bu grubun bir parçası olarak görenler tarafından yerine getirilmesidir.

Askerlikte sadece yeterlilik değil, etkinlik ve topluma yararlılık da öne çıkar. Askerliğin ve silahlı kuvvetlerin ulusal yapılar içindeki önemi bu noktada düğümlendiği için konu çok önem taşımaktadır. Toplumsal yarar ve ortaya çıkardıkları toplumsal iyi, bugün de farklı modeller içinde ama değişmez bir ilke olarak geçerliliğini korumaktadır.

@page@

Toplumların dönüşümünde, modernleşmede asker daima öncü olmuştur. Silahlı kuvvetler aynı zamanda teknoloji demektir. Teknoloji alanlarında sağlanan ilerlemeler çoğu zaman silahlı kuvvetler bünyesinde kendini gösterir. Bu teknolojik gelişmelerin toplumsallaştırılması, özellikle gelişmekte olan ülkelerde, silahlı kuvvetlerin bu yoldaki öncülüğü ile olur."

"TSK 'millete hizmet etmek' ortak amacı çin vardır"

Orgeneral Başbuğ, silahlı kuvvetlerde etik/ahlaki değerlerin çok önemli olduğunu ifade ederek, bu değerlerin içerisinde askerin ve üniformasının şerefi ve onurunun her şeyin üzerinde olduğunu vurguladı. Askerliğin şerefinin, toplumun yaşam ve güvenliği için hayati sorumluluğa sahip olunmasından geldiğine dikkati çeken Orgeneral Başbuğ, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Askerlikte güven ve itimat ilişkisi de çok önemlidir. Bu ilişki ise üç boyutludur. Bunlar toplumun güven ve itimadına sahip olma, sivil ve askeri liderlerin güven ve itimadına sahip olma, ast rütbeli personelin güven ve itimadına sahip olma.

Elbette bunların içinde en önemli olanı, askerliğin toplumun güveni ve itimadı üzerine inşa edilmesidir. Toplumun bu mesleği icra edenlerin bilgisine ve uygulamalarına güven ve itimat duyması hayatidir. Aslında bir kurumun güvenilirliği, güvene layık oluşu; kurumun sorumluluğu ile etkinliğine ilişkin değerlendirmelere dayanır. Silahlı kuvvetlerin halkın vergisiyle oluşturulduğu da unutulmamalıdır.

TSK, yapılan anketlerde her zaman en güvenilir kurum olarak başta yer almaktadır. Bu sonuç nasıl oluşmaktadır? Söz konusu sarsılmaz güven duygusunun nedenlerini ulusumuzun tarih içerisinde şekillenen kolektif belleğinde bulabilirsiniz. TSK, ulusumuzun güvenine mazhar olmuştur çünkü ülkemizin riskler ve fırsatlarla dolu jeopolitiğinde hiçbir fedakarlıktan kaçınmayarak güvenliği sağlamaktadır. Aynı zamanda, TSK hızla dönüşen sosyal, ekonomik ve siyasal yapının toplumda yarattığı güven arayışına da cevap verebilmektedir. TSK 'millete hizmet etmek' ortak amacı için vardır."

TSK'nın itibarını sarsmayı amaçlayan ön yargılar

"TSK;nın toplum nezdindeki itibarını ve güvenilirliğini sarsmayı amaçlayan iki ön yargılı yaklaşıma" dikkati çeken Orgeneral Başbuğ, şunları söyledi:

"Bu arada, Montesquei'nun 'Kanunların Ruhu Üzerine' adlı başyapıtının ön sözünde, ön yargıyı: 'Bazı şeyleri bilmemek değil, kendi kendini bilmemek' şeklinde tanımladığını da hatırlatmak isterim.

Bahsettiğim ön yargılı yaklaşımlardan birincisi, demokratlık kisvesi altında TSK'yı yıpratmak amacıyla TSK'ya karşı sistematik muhalefet yapılması inanınız ki demokrasimizi geliştirmeyecektir. Bu çoğulculukla ifade edilebilecek veya açıklanabilecek bir husus değildir. Aynı şekilde, silahlı kuvvetleri, demokrasinin gelişmesinde, çoğulculuğun toplumsal bir boyut kazanmasında engelleyici bir kurum olarak göstermek de yanlıştır.

İkincisi ise toplumumuzun özellikle mütedeyyin kesimlerini etkilemek amacıyla TSK'yı din karşıtı olarak gösteren kötü niyetli propaganda kampanyalarıdır. Ancak, toplumumuzun mütedeyyin kesimleri bu propagandaya itibar etmemektedir. Ordusunu sevmekte ve güvenmektedir. Çünkü bu asker, Türk milletinin bizatihi kendisidir. Aynı hassasiyetlere sahiptir. Kim ne derse desin, Türk milletinin ordusu halktır, halktandır, halk içindir."

"Sivil-asker ilişkileri, ülkelerin kendine özgü şartları dikkate alınarak incelenmeli"

Sivil-asker ilişkileri kapsamında sivil ve askeri liderler arasındaki güven ve itimatın da büyük öneme sahip olduğunu belirten Orgeneral Başbuğ, şunları kaydetti:

"Her ülkede karar mekanizmalarının nasıl işleyeceği, asker ve sivil arasındaki yetki ve sorumlulukların nasıl paylaşılacağı, o ülkelerin anayasa ve yasalarında belirtildiği şekilde olmaktadır. Bu hususta, siyasal ve kurumsal kültür, güvenlik ortamı ve toplumsal algı da belirleyici özelliğe sahiptir. Bu nedenle sivil-asker ilişkileri, ülkelerin kendine özgü şartları dikkate alınarak incelenmelidir.

Eliot Cohen, sivil ve asker ilişkilerini eşit olmayanlar arasındaki bir diyalog olarak tanımlamaktadır. Bu ilişkide elbette sivil liderler gerçek güce, otoriteye sahiptir. Ancak sivil otoritenin askeri konulara müdahalesinde, tespit edilmiş katı prensiplerden ziyade sağduyulu davranışlar öne çıkmalıdır. Tabi, Cohen'i bu noktaya getiren düşünce de askerlik mesleğinin, profesyonel bir meslek oluşundan ileri gelmektedir. Sivil-asker ilişkisi, elbette yasalarla çizilen sınırlar içinde, karşılıklı samimiyete, güven ve itimada ve askerlik mesleğinin profesyonel niteliğine saygı gösterilmesine dayandırılmalıdır."

Huntington'a göre, silahlı kuvvetler üzerinde sivil otoriteye en sağlıklı ve en etkin kontrolü sağlayan normun, "objektif kontrol" olduğunu belirten Orgeneral Başbuğ, objektif kontrolün ise askerlik mesleğinin profesyonel yeteneğinin artırılması ve askerlerin politikadan uzaklaştırılması ile sağlanacağını vurguladı. Bunun doğal sonucu olarak da askerlere kendisini organize etme ve görevlerini yürütme açısından önemli boyutta otonomi verilmesi gerektiğini anlatan Orgeneral Başbuğ, "Elbette bu otonominin boyutları yasalarla belirlenmelidir. Ancak bu durum, kurumun gizlilik ihtiyaçları gözetilirken kurumun saydam olmasına da engel teşkil etmemelidir" dedi.

@page@

Günümüzde ast rütbeli personelin güven ve itimadına sahip olma hususu daha fazla önem kazandığını ifade eden Orgeneral Başbuğ, bunun için üstlerin astları ile çok iyi iletişim içinde olmaları, karar öncesi onların düşünce ve tekliflerini dinlemeleri ve uygun olan hususları dikkate almalarının zorunlu olduğunu söyledi. Orgeneral Başbuğ, silahlı kuvvetlerde üstlerin, astlarının güven ve itimadına zarar verebilecek davranışlarda bulunmamaya özen göstermelerinin önemine de dikkati çekti.

"Samimi, gerçekçi tavsiyeler dikkate alınmalı"

Orgeneral Başbuğ, "sivil-asker ilişkilerinde, askeri liderlerin sorumluluklarının çok önemli olduğunu" ifade ederek, konuşmasını şöyle sürdürdü:

"Huntington'a göre askeri liderlerin üç temel sorumluluğu vardır. Bunlar;

-Devlet yapılanması içinde, askerî güvenlik ihtiyaçlarının tespit edilmesi ve ilgili makamlara iletilmesi,

-Yine güvenliği ilgilendiren konularda, muhtemel hareket tarzlarının askeri açıdan incelenerek, karar mekanizmasındaki yetkili siyasi makamlara tekliflerde bulunulması, danışmanlık yapılması,

-Yetkili siyasi makamlar tarafından alınan kararların icra edilmesidir.

Güvenliğe ilişkin ihtiyaçların tespitinin, bu konuda öğretim, eğitim görmüş ve tecrübeye sahip askerler tarafından yapılması doğaldır. Güvenliği ilgilendiren konularda danışmanlık yapılması hususuna gelince, bazen bu konu üzerinde doğru olmayan değerlendirmeler de yapılmaktadır. Denilmektedir ki, 'Askerler konuyla ilgili tekliflerini yaparlar ve görevleri burada biter.' Bu görüş pek doğru değildir. 2003'teki İkinci Irak Savaşı süresince ABD'de yaşanan sivil-asker ilişkileri bu konuda son derece öğreticidir. Askerlerin profesyonel öneri ve kaygılarının sivil otorite tarafından dikkate alınmaması halinde yaşanabilecek olumsuzluklar Irak Savaşı ve sonrasında görülmüştür.

Nitekim, bu durum Irak Çalışma Grubu'nun 2006 yılında hazırlamış olduğu raporda dile getirilmiştir: 'Askerler, samimi olarak profesyonel tavsiyelerini yaparlarken, şu anlayışa da sahiptirler. Yaptıkları tavsiyeler, teklifler dinlenecek ve değer verilecektir.' Sivil-asker ilişkilerinde bu husus ilişkilerin sağlıklı yürütülmesi için önemlidir.

Buna rağmen, denilebilir ki karar siyasi makamlara aittir. Elbette bu husus doğrudur. Ancak, samimi, gerçekçi, profesyonel tavsiyelerin dikkate alınmaması durumunda, ortaya çıkacak olumsuz sonuçların sorumluluğu da büyük ölçüde karar verici durumundaki siyasi makamlara aittir."

Genelkurmay Başkanı'nın sorumluluğu

Orgeneral Başbuğ, Genelkurmay Başkanı'nın Anayasanın 117'nci Maddesi'ne göre; silahlı kuvvetlerin komutanı ve sivil-asker ilişkilerinin yürütülmesinde yetkili ve sorumlu makamın Genelkurmay Başkanı olduğunu belirterek, "Genelkurmay Başkanının, üç temel sorumluluğunu yerine getirmesini ve sivil-asker ilişkilerini yürütmesini, politik ve siyasal hareketler olarak değerlendirmek doğru değildir. Tersine bu bir zorunluluktur ve işin özüne tartışmasız bir biçimde de uygundur. Bu faaliyetler bütün ülkelerdeki en üst askeri makamlar tarafından da yapıla gelmektedir. Genelkurmay Başkanı bu görev ve sorumluluğunu, ilgili makamlara yapacağı görüşmeler ve toplantılar vasıtasıyla yerine getirir. Gerekli hallerde de silahlı kuvvetlerin görüşlerini de kamuoyu ile paylaşır.

Türkiye'de sivil-asker ilişkilerinin yürütüldüğü diğer anayasal platform da Milli Güvenlik Kurulu'dur. MGK'nın asker üyeleri, kurul üyesi olarak görev ve sorumluluklarını, bu anayasal platformda serbest olarak yerine getirirler.

Anayasal bir kurum olan MGK'nın gerekliliğini, yetki ve sorumluluklarını sorgulayanlara ilgili yasaları bir kere daha dikkatle okumalarını öneririm. Ayrıca, bu konuda, ABD Başkanı Obama'nın Milli Güvenlik Danışmanı Emekli Orgeneral James Jones'un Washington Post'ta çıkan yazısı ve Münih Güvenlik Konferansı'nda yaptığı konuşmanın metni de son derece yararlı olabilir."

Askerlik mesleğinin, bir profesyonel meslek olarak, mesleğin temel etik/ahlaki değerlerini korurken, yeni ihtiyaçlara ve farklı koşullara uyabilme niteliğine de sahip olma zorunluluğuna dikkati çeken Orgeneral Başbuğ, dün olduğu gibi bugün de TSK'nın vazifesini anayasada ifade edilen Cumhuriyetin temel niteliklerine bağlı olarak yürütmeye devam edeceğini, demokrasi, laiklik, sosyal ve hukuk devleti olmanın vazgeçilmez unsurlar olduğunu söyledi.

21'inci yüzyılın şartlarına ve ihtiyaçlarına silahlı kuvvetlerin daha etkinlikle cevap verebilmesi için üzerinde önemle durulması gereken hususları da Orgeneral Başbuğ, şöyle sıraladı:

@page@

"Silahlı kuvvetlerdeki bütün personelin sahip olması gereken; dürüstlük, sadakat, disiplin, cesaret, sorgulama ile anlama gücü ve fiziki uygun şartlara her zaman sahip olunması gibi nitelikler bugün de önemini korumaktadır.

Bugün, silahlı kuvvetlerin genel faaliyetlerinde üç temel husus daha da önem kazanmakta ve öne çıkmaktadır. Bunlar; açıklık, sonuçlara odaklanma ve sorumluluklardır. Açıklık iş birliğini, ilişkilerde dürüstlüğü ve karşılıklı güven ve itimadı zorunlu kılmaktadır. Sonuçlara odaklanma ise yaratıcılığa, inisiyatif tanımaya ve açık ve net olmaya bağlıdır. Sorumluluk ise sorumluluğu devretmeden görev ve yetkilerin verilmesini ve görevlerin yerine getirilmesine fazla müdahale edilmemesini içermektedir. Günümüzün şartları ve ihtiyaçları silahlı kuvvetlerin önemini azaltmamaktadır. Aksine, günümüzün şartları silahlı kuvvetlerin milli gücün diğer unsurları ile koordineli ve iş birliği içinde ve kapsamlı bir strateji kapsamında kullanılması konseptinin önemini giderek artırmıştır.

Bu konsepte bugün 'gayret birliği' denilmektedir. Bu husus ise askeri liderlerin bilgi alanının daha da genişlemesini zorunlu kılmaktadır. ABD Başkanı John F. Kennedy, bir konuşmasında bu konuya şu şekilde açıklık getirmektedir: 'Siz profesyonel askerler strateji, taktik ve lojistik konuları mutlaka bilmelisiniz. Bunun yanında ekonomi, siyaset, diplomasi ve tarihi de bilmelisiniz. Askeri güç ile ilgili her şeyi bilmelisiniz, bunun yanında askeri gücün limitlerini de bilmelisiniz. Günümüzdeki sorunların, yalnız tek başına askerî güçle tam olarak ortadan kaldırılmayacağını da anlamalısınız."

Anayasa'nın 5'inci Maddesi'nde yer alan devletin temel amaç ve görevlerine de dikkati çeken Orgeneral Başbuğ, bu maddedeki devletin temel amaç ve görevlerini, "Türk milletinin bağımsızlığını, bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, ve kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak" şeklinde sıraladı.

"Terörü etnik çatışmaymış gibi taktim etmeye çalışıyorlar"

Orgeneral Başbuğ, Türkiye, 1970'lerin başından itibaren değişik ideoloji ve amaçlara sahip terör örgütleri ile mücadele ettiğini belirterek, şöyle konuştu:

"Şüphesiz ki; bu terör örgütleri içerisinde ülkemize en fazla zararı veren PKK bölücü terör örgütüdür. Yaklaşık 30 yıldır bölücü terör örgütü halkımızı hedef alarak, ulus-devlet ve üniter-devlet yapımızı ve demokrasimizi tehdit etmektedir. Bölücü terör örgütü nihai amacını gerçekleştirmek için terörü, etnik bir çatışmaya dönüştürmeye ve etnik çatışmaymış gibi takdim etmeye çabalamaktadır. Ancak bunu başaramamıştır.

Bölücü terör örgütü, bugün faaliyetlerini etnik bir temel üzerinde yürütmeye çalışmaktadır. Etnik çatışma ile bir terör örgütünün faaliyetlerini etnik bir temel üzerinde yürütmeye çalışması aynı şey değildir. Peki, bugün yaşananlar bölücü terör örgütü ve destekçilerinin iddia ettiği gibi 'etnik çatışma' olarak tanımlanabilir mi? Terör ve terörle mücadelenin karmaşıklığının ana nedenlerinden biri de işte bu kavram karmaşasıdır.

Bir yandan, sorunun karmaşıklığı ve kavramların henüz yeterince oturmamış olması öte yandan da konunun kasıtlı olarak saptırılması, kavram karmaşasına neden olmaktadır."

"Terör örgütü etnik kimliği ön plana çıkardı"

Örgütün, 1994'ten sonra, Marksist-Leninst ideolojiyi gittikçe geri plana iterken, etnik kimliği ön plana çıkardığına dikkati çeken Orgeneral Başbuğ, örgütü bu değişime zorlayanın, Soğuk Savaş sonrası döneminin konjonktürel gelişmeleri olduğunu söyledi.

Orgeneral Başbuğ, "Soğuk Savaş sonrasında Bölücü Terör Örgütünün benimsediği ideoloji/birincil kimlik geçerliliğini yitirince örgüt, bütün vurgusunu etnik kimlik üzerine yapmaya başladı. Böylece, terör ve şiddeti kullanarak bir yandan Kürt kökenli vatandaşlarımız üzerinde sosyal kontrol sağlamayı, bir yandan da yeknesak bir etnik kimlik inşası gerçekleştirmeyi amaçladı" dedi.

Bu strateji değişikliğine rağmen, örgütün uyguladığı terör ve şiddetle sorunu etnik bir çatışmaya dönüştüremediğini vurgulayan Orgeneral Başbuğ, şöyle devam etti:

"Bu konuyu akademik bir açıdan değerlendirmek istediğimizde, bu alandaki çalışmalarıyla tanınan Sammy Smooha ve Theodor Hanf'ın, bir ülkenin etnik veya diğer nedenlerle ciddi boyutlarda ayrışmasına ilişkin ifadelerine bakmak yardımcı olabilir.

Onlara göre, bir ülkede ciddi boyutlarda etnik çatışmanın olabilmesi için, ülkede şu ayrışmaların olması gerekir: Gruplar arası büyük kültürel farklılıklar, bürokratik kuruluşlarda ve sosyal yapılanmalarda bölünmeler, özellikle siyasal haklarda eşitsizlikler veya diğer tarafa verilen öncelikler ve ülkenin ana konularında farklı görüşler.

Şimdi, Türkiye'deki durumu, ortaya konulan bu faktörler çerçevesinde inceleyelim:

Yüzyıllardan beri, Osmanlı topraklarında yaşayan muhtelif gruplar arasında bir kültür alış verişi yaşanmıştır. Anadolu coğrafyası, çok hareketli bir sosyal, ekonomik ve kültürel karakteristiğe sahiptir. Bu dinamik coğrafyada yüzyıllardır süregelen sosyal, ekonomik ve kültürel etkileşimlerimiz sonucunda farklılıklarımız törpülenirken, ortak paydalarımız ve değerlerimiz artmıştır. Burada bir bütünleşme ve benzeşme söz konusudur. Dolayısıyla kültürel yaşamımızda farklılıklardan ziyade, ortak noktaların daha çok olduğu yadsınamaz bir gerçektir.

@page@

Yapılanmalarda ve kuruluşlarda ayrımcılık yapıldığını ileri sürmek de yine büyük bir haksızlık olur. Ne Osmanlı İmparatorluğu döneminde ne de Cumhuriyet döneminde hiçbir kurumumuz etnik temelde yapılandırılmamıştır."

Montesqueı'nin, cumhuriyetin temel niteliklerinden birisini ifade ederken, "Eğer Cumhuriyette erdem; yasa sevgisi, topluluğa bağlılık ise ve çağdaş bir deyimle vatanseverlik ise, bu son çözümlemede eşitlik anlayışına ulaşır. Cumhuriyet insanların toplulukla ve topluluk içinde yaşadıkları, kendilerini vatandaş hissettikleri bir rejimdir, bu onların kendilerini birbiriyle eşit hissetmeleri ve eşit olmaları anlamına gelir" dediğini belirten Orgeneral Başbuğ, bu düşüncenin aksini düşünmek ve Türkiye'de aksinin yaşandığını iddia etmenin doğru olmayacağını söyledi.

"Türkiye'de etkin ayrışmadan söz etmek mümkün değil"

Türk Silahlı Kuvvetlerinin de bu konuda emsalsiz bir örnek olduğunu vurgulayan Orgeneral Başbuğ, her Türk vatandaşının, hiçbir fark gözetilmeksizin Türk Silahlı Kuvvetlerinde anayasal görev ve hak olan askerlik hizmetini eşit şekilde yerine getirdiğine işaret etti. Orgeneral Başbuğ, şöyle konuştu:

"Bölücü terör örgütüne karşı sürdürdüğümüz mücadelede, şehitlik ve gazilik mertebesine ulaşmış kahramanlarımız arasında çok sayıda Kürt ve Zaza kökenli vatan evladı vardır.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin yapısına baktığımız zaman, Edirne'den Hakkari'ye kadar vatanın her köşesinden gelen subay, astsubay, uzman çavuş, er ve erbaşlar ile sivil memurları görebilirsiniz. Türk Silahlı Kuvvetleri için milletimizin bütün bireyleri, hiçbir fark gözetilmeksizin, çok değerlidir. Bizim ordu yapımızın sağlam oluşunun, milli ordu oluşumuzun temel nedeni budur.

Diğer bir faktör olan siyasal eşitlik konusuna gelince, hiçbir siyasal hak ve görev etnik temelde tanzim edilmemiştir. Birinci Meclis'ten beri, Türk siyasal hayatında tüm vatandaşlarımız, etnik köken ve dini inanç ayrımı yapılmaksızın eşit siyasal, sosyal hak ve yükümlülüklere sahip olmuştur.

Etnik köken farkına bakılmaksızın her vatandaşımız kanun önünde eşittir. Siyasal alanda bireysel haklarını eşit olarak kullanabilmektedir. Serbest piyasa kurallarının sağladığı fırsat alanlarından faydalanabilmektedirler. Cumhuriyetimizin her bir yurttaşı, giderek daha da güçlenen bir demokrasi, dinamik serbest piyasa ekonomisi ve geniş sosyal devlet hizmetlerinden faydalanabilirken, Türkiye'de bir etnik ayrışmadan söz etmek mümkün değildir."

Chaim Kaufmann'ın "etnik çatışma ortamlarında etnik grupların güvenlik kaygılarının, onları göç yoluyla homojen yaşama alanlarına yönlendirdiğini" söylediğini vurgulayan Orgeneral Başbuğ, Balkanlar'da, Kafkaslar'da, Irak'ta ve Lübnan'da yaşananların bu durumun birer örneği olduğunu kaydetti.

Türkiye'de ise tam tersi bir durumun söz konusu olduğuna dikkati çeken Orgeneral Başbuğ, "Ülkemizde farklı etnik kökenli vatandaşlarımız arasında ayrık ve homojen yaşam alanları oluşmamıştır. Kürt kökenli vatandaşlarımızın bir kısmı ülkemizin batı illerine göç etmiştir. Bu durum, ülkede sorunun nasıl algılandığını göstermektedir. Eğer etnik bir çatışma olsaydı, ne Kürt kökenli vatandaşlarımız batı illerine göç edebilirdi ne de göç alan bölgelerdeki halk bu göçü kolayca kabullenirdi" dedi.

"Asimilasyon politikası uygulanmadı"

Prof. Dr. Metin Heper'in, etnik çatışmalar konusunda daha önce ortaya konulan kuramsal modeli, üç safhada özetlediğini ve bu safhaları Türkiye özelinde değerlendirdiğini dile getiren Orgeneral Başbuğ, bu safhaların, "devletin belirli bazı etnik unsurları zorla asimile etme çabaları", "bu unsurların bu çabalara direnmesi", "devletin bu unsurların çabalarını bastırması ve asimilasyon çabalarını yoğunlaştırması" olduğunu anlattı. Orgeneral Başbuğ, şöyle devam etti:

"Devlet, Cumhuriyetin ilk yıllarında meydana gelen isyanlar nedeniyle alt/ikincil kültürel kimliklerin üst/ortak birincil kimliğin önüne geçmesi ihtimaline karşı elbette bazı tedbirler almıştır. Alınan bu tedbirleri asimilasyon politikası olarak değerlendirmek doğru değildir. Bu tedbirler, ulus devlet inşası sürecinde gerekli görülen bir takım uygulamalardır. Fakat bu uygulamalarla homojen etnik bir yapı inşa etmek amaçlanmamıştır.

Örneğin, Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanan zorunlu iskan politikaları bazıları tarafından yanlış değerlendirilmektedir. Eğer devlet asimilasyon politikası uygulamış olsaydı, 1928 yılında, Meclisin çıkardığı bir yasa ile batıya göç ettirilen birçok kişinin, ki -aralarında isyancı liderler de vardı-, geri dönmelerine izin verilmesini nasıl izah edebilirsiniz? Bu uygulamalar, sistematik asimilasyon amacı güden göç politikaları değildir. Tam tersine bu uygulamalar isyancı liderleri kapsayan, dar kapsamlı, kanun ile hukuki meşruiyeti sağlamış ve göç ettirilenleri ekonomik olarak mağdur etmeksizin yerine getirilmiştir.

Ayrıca, Prof. Dr. Metin Heper'in de belirttiği üzere, anılan üç aşamalı etnik çatışma modeli Türkiye için geçerli ise 1938-1984 yılları arasındaki huzur ve barış ortamını nasıl izah edebilirsiniz? Dolayısıyla bu model, Türkiye için geçerli değildir. Gerek Osmanlı İmparatorluğu gerekse Cumhuriyet döneminde, Kürt kökenli vatandaşlarımıza devletçe sistematik asimilasyon politikası uygulanmamıştır."

@page@

"Asimilasyon olmadığına göre özellikle Cumhuriyet döneminde, 1938 yılına kadar Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde meydana gelen isyanların nedenleri nedir?" diye soran Orgeneral Başbuğ, bunun aslında, bugünü anlamak için de üzerinde iyi düşünülmesi gereken yerinde ve doğru bir soru olduğunu söyledi.

Konuyla ilgili uzmanların ve akademisyenlerin üzerinde mutabık kaldığı bazı nedenleri de anlatan Orgeneral Başbuğ, nedenleri şöyle sıraladı:

"Cumhuriyetin başlattığı modernleşme ve merkezileşmenin doğal bir sonucu olarak, merkezi bir yönetim biçimine karşı yerel tepkiler, laik devlet düzenine geçişin başlaması ve bu değişikliklerin bölgedeki yerel dini liderlerin ve şeyhlerin otoritesine olumsuz etki yapması, dış dinamikler ve kışkırtmalar, bölgenin geri kalmışlığı, devletin bazı memurlarının bölge halkına zaman zaman kötü muamelede bulunması."

"Sonuç olarak, esas itibarıyla Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan ayaklanmalar etnik temelli değildir" diyen Orgeneral Başbuğ, Türkiye'nin, bazılarının görmek istediği gibi etnik farklılıkları nedeniyle ayrışmış bir ülke olduğunu vurgulayarak, "Vatandaşlarımızın güçlü ve derin bir ortak geçmişi ve umutlu bir geleceği paylaştığını görmekteyiz. Türk milletinin, bir bütün olarak ülkenin ana ulusal konulara bakışında da büyük farklılıklar yoktur" diye konuştu.

Orgeneral Başbuğ, şunları kaydetti:

"2006 yılında yapılan KONDA Toplumsal Yapı Araştırmasında: 'Vatandaşlıktan ne anlıyorsunuz? Vatandaş olmak için sizce en önemli olan husus nedir?' sorusuna, araştırmaya katılanların yüzde 82'sinin cevabı şu olmuştur: 'Türkiye'yi seviyor olmak.'

'Kimliklerinizi özgür bir şekilde ve huzur duyarak yaşayabiliyor musunuz?' sorusuna ise katılanların yine yüzde 82'sinin cevabı 'Evet' olmuştur.

Bu araştırmaya ilaveten, 2008 yılında yapılan ancak sonuçları henüz kamuoyuna açıklanmayan bir başka araştırma da bu sonuçları teyit etmiştir.

Ana dili Kürtçe/Zazaca olan vatandaşlarımıza yöneltilen: 'İmkanınız olsa hangi ülkede yaşamak istersiniz?' sorusuna, katılanların yüzde 88'i cevap olarak: 'Türkiye'de' cevabını vermiştir.

Anadili Kürtçe/Zazaca olan vatandaşlarımıza yöneltilen: 'Türkiye Cumhuriyeti'nin bölünmez bütünlüğünün ulusal simgeleri olan İstiklal Marşı ve bayrak ile ilgili' sorulan sorulara, katılanlardan yüzde 90'ının üzerinde olumlu yanıtlar alınmıştır.

Bütün bu değerlendirmeler, Türkiye'de etnik bir çatışmanın hiçbir zaman yaşanmadığını ve yaşanmayacağını da göstermektedir.

Bir ülkenin etnik çatışmaya sürüklenmesi, ülke sathında kardeş kavgasına sürüklenmesi demektir.

Çeşitli iç ve dış çevrelerin, mevcut duruma uluslararası bir boyut da kazandırarak, Türkiye'ye yönelik böyle düşünceleri olabilir. Bu çerçevede, herkes bu tip oyunlara karşı çok dikkatli ve sorumlu davranmak zorundadır."

"Türk devrimi ve modernleşmesi"

"Türk Devrimi ve Modernleşmesi" konusundaki tespitlerini de anlatan Orgeneral Başbuğ, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu bir devrim, devrimin amacının ise bir ulus devletin yaratılması olduğunu kaydetti.

Bu düşünceden hareket ederek Atatürk'ün, Türk milletini "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran, Türkiye halkına, Türk milleti denir" şeklinde tanımladığını anımsatan Orgeneral Başbuğ, "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran kimdir? Cevap, Türkiye halkıdır. Görüldüğü gibi buradaki halk ifadesi, sınırları çizilen bir coğrafyada - ki burası Türkiye'dir - yaşayan halkın bütününü, yani hiçbir dini ve etnik ayrım yapılmaksızın, Türkiye halkını işaret etmektedir. Aynı ülkü etrafında toplanmış ve Türkiye sınırları içinde yaşayan Türkiye halkının, siyasal ve sosyolojik bir olgu etrafında kendi rızası ile birleşmesiyle bir milletin oluşacağı ve bu millete ise Türk milleti denileceği, Atatürk'ün 'Türk milleti' tanımında açıkça yer almaktadır" diye konuştu.

Atatürk'ün veciz söyleminde, Türkiye Cumhuriyeti'nin sonsuza kadar yaşatılmasının ülkü birliğini temsil ettiğini, bu görevin Türk milletine verildiğini ifade eden Orgeneral Başbuğ, şöyle devam etti:

"Bu tanımda da görüleceği gibi, 'Türk milleti' tanımlamasındaki 'Türk' sözcüğü bir sıfat olarak değil, değişik unsurların hepsine verilen ortak bir isim olarak kullanılmıştır. Aynı şekilde kullanımı, diğer ülkelerde de görmek mümkündür.

Bütün bunlara rağmen bu bütünleyici tanıma ve kavrama, özellikle etnik yüklemeler yapmak, bu kavrama sanal anlamlar vermekten başka bir şey değildir.

Şimdi yeri gelmişken kendimize şu soruları sormamız uygun olur: 'Bu ulus devlet yapısının ortak değeri ne olacaktır?' '21'inci yüzyılda ulus devlet yapısı hangi temel esasa dayanmalıdır?'

@page@

Ulus devlet yapısının ortak değerleri aslında Anayasa'nın 5'inci maddesinde açıkça yer almaktadır. Yine hatırlamamız gerekirse bu değerler: Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamaktır.

'Ulus devlet yapısı hangi temel esasa dayanmalıdır?' sorusunun cevabı çok açıktır: Vatandaşlık esasına dayalı milliyetçilik anlayışıyla."

Entegrasyon

Orgeneral Başbuğ, ABD Başkanı Barack Obama'nın Türkiye ziyareti esnasında yaptığı konuşmalardaki bazı bölümlerde: "Biz aynı zamanda farklı kökenlerden, ırklardan ve dinlerden gelen, ancak ortak idealler etrafında birleşen bir milletiz" ve "Amerika Birleşik Devletleri'nin en güçlü yanlarından biri, bizim son derece büyük bir Hristiyan nüfusa sahip olmamıza rağmen, kendimizi bir Hristiyan, bir Yahudi, bir Müslüman ulus olarak görmememizdir. Biz kendimizi idealler ve değerlerin birbirine bağladığı vatandaşların oluşturduğu bir ulus olarak görüyoruz. Zannederim, modern Türkiye de benzer birtakım prensipler üzerine kuruldu" ifadelerini kullandığını hatırlatarak, Obama'nın bu sözlerinin, ulus devletin ne olduğunu ve ulus devletlerin bugün için de geçerliliğini koruduğunu anlamayanlara veya anlamak istemeyenlere iyi bir cevap teşkil ettiğine inandığını söyledi.

"Vatandaşlık esasına dayalı milliyetçilik ırk ve din farkı gözetmeksizin, ortak kimlik/üst kimlik etrafında her vatandaşı 'Türk' saymaktır, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı saymaktır" diyen Orgeneral Başbuğ, kültürel kimliğin ise bir bireyin toplumsal ilişkiler ağı içinde kendisini tanımlayabileceğine inandığı özgül kimlik özellikleri olduğunu kaydetti.

Orgeneral Başbuğ, "Kişi toplumsal kimliğini üst/ortak bir kimlik olarak benimseyecek ve kabul edecek, bireysel kültürel kimliğini ise ikincil kimlik olarak ifade edebilecektir. Vatandaşlığa dayalı milliyetçilik bu anlamda, Türkiye halkını oluşturan değişik dini ve etnik farklılıklara sahip vatandaşların, topluma entegre edilmesini/olmasını gerektirir" dedi.

Entegrasyonun, "kişilerin, aidiyet duygusu hissettikleri ikincil kültürel kimliklerini engellemeden, üst/ortak Türk kimliklerini muhafaza etmelerini sağlamak" olduğuna işaret eden Orgeneral Başbuğ, entegrasyonun, "farklılıkları kabullenmek, ancak farklı olanların uyum içinde yaşamalarını sağlamak" olduğunu belirtti.

Orgeneral Başbuğ, şunları kaydetti:

"Entegrasyon elbette sadece, kimlikler üzerine dayandırılmamalıdır. Asırlarca kader birliği yaptığımız, kederde ve sevinçte ortak olduğumuz bireylerle ortak bir gelecek tasavvurumuz ve ortak değerlerimiz, bizleri birbirimize bağlayacak en büyük neden olmalıdır. İmparatorluğun çöküşüne şahit olmuş Cumhuriyetin kurucu kadroları, İmparatorluğun son iki yüz yıllık acılı tarihinden de etkilenmiştir. Ancak Cumhuriyeti, acılardan beslenmiş intikamcı bir hafıza üzerine kurmamışlardır. Cumhuriyeti ve ulus devleti kuranlar, etnik veya dini referanslı bir milliyetçilik anlayışı benimsememişlerdir.

Burada karşı karşıya kalınan diğer bir soru da şudur: İkincil kültürel kimlikler doğrudan doğruya mı tanınacaktır yoksa sadece bireysel seviyede ikincil kültürel özgürlüklerin önünün açılması yeterli midir?

Modern ulus devlet anlayışı ve liberal demokrasi, bireysel özgürlüklerin önünü kapatmaz. Aksine modern ulus devlet, bireysel kültürel özgürlükleri genişletir, kalitesini artırır. Kültürel alanda bireysel özgürlüklerin önünün açılması, etnik kimliği güçlendirecek bir unsur olarak değil, aksine vatandaşların bireysel özgürlük alanını, yaşam kalitesini ve ülkelerine olan sadakatlerini güçlendirici bir unsur olarak görülmelidir.

Çağdaş demokratik toplumlarda, üst/ortak kimliğin dışında, kültürel ikincil kimlik özelliklerinin de dile getirilmesi ve yaşanması mümkündür. Önemli olan kültürel ikincil kimliklerin, bizi bir arada tutan üst/ortak kimliğin önüne geçerek, onu parçalayan egemen bir kimlik haline dönüştürülmemesidir.

Aynı durum diğer ulus devletler için de geçerlidir. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri'nde, Latin Amerikalılara Devlet resmi söylemlerinde 'Latin Amerikalı' olarak değil, 'Amerikalı' olarak hitap etmektedir. Aksi şekilde hitap etmek, ikincil kültürel kimliklerin üst/ortak kimliğe dönüşmesini kabul etmek demektir. Amerika Birleşik Devletleri'nde federatif 'birleşik devletler' tanımı, üst/ortak kimliğin dışında bir hâkimiyet alanına izin vermemektedir."

Etnik kimliğin siyasallaşması

Etnik kimliğin siyasallaştırılmasının, siyasal temsil aracı olmasının, toplumsal siyasal kimlik unsuru haline getirilmesinin, devletle olan siyaset ilişkisinin etnik kimlik üzerinden yapılması demek olduğunu belirten Orgeneral Başbuğ, bu durumun ise üst/ortak kimliğin tartışmaya açılması anlamına geldiğini söyledi.

"Lübnan, Irak ve Balkanlar'da hüküm süren istikrarsızlık ve şiddet sarmalı, etnik kimliğin siyasallaştırılmasının ve bir ortak kimlik yaratılamamasının sonucunda yaşanabilecekler için bir örnek teşkil etmektedir" diyen Orgeneral Başbuğ, şöyle konuştu:

@page@

"Netice olarak şunu söyleyebiliriz:

İkincil kimlikler ancak ikincil kültürel kimlik şeklinde bireysel seviyede yaşanabilir, geliştirilebilir ve korunabilir. Bunu kültürel bir zenginlik olarak görüyoruz. Bireysel özgürlüklerin sınırının, azınlık ve grup hakları ile kesişmesine, yeni azınlıklar ve üst kimlikler yaratılmasına izin veremeyiz. Tarihsel hafızamız, ulusumuzun mutlu ve müreffeh geleceği ve anayasal düzenimizin korunması bunu gerektirmektedir.

İkincil kültürel kimliklerin anayasal ve yasal çerçevede tanınması - ki bu grup hakkı olarak tanınması - anlamına gelir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, ulus devlet ve üniter devlet yapısı içinde bu mümkün değildir.

Devlet, ulus devletin güçlendirilmesi amacıyla, aldığı tedbirlerle ve bütün söylemleriyle vatandaşlarını, daha müreffeh, daha özgür ve daha mutlu bir hayata sahip olabileceklerine inandırmalıdır.

Bu açıdan devletimiz, tüm yurttaşlarına olduğu gibi özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşamakta olan Kürt ve Zaza kökenli vatandaşlarımıza 'daha müreffeh bir yaşam', 'fırsat eşitliğinden daha fazla yararlanabilme' ve 'kendilerini her alanda geliştirebilme' imkanlarını sağlamak zorundadır. Ayrıca, bu yurttaşlarımızın 'mağduriyete uğradıkları şeklindeki algılarının' düzeltilmesi ve değiştirilmesi gerekmektedir. Bu, devletin asli görevidir.

Türkiye Cumhuriyeti'nin bütün vatandaşlarına düşen görev ise sadakat içinde ülkesini ve milletini sevmektir. Unutulmamalıdır ki, Cumhuriyetin vatandaşı olmak sadece haklar değil, sorumluluklar da içerir."

"TSK ulus devlet ve üniter devlet yapısının korunmasında taraftır"

Ülkeye ve devlete duyulan sadakatin çok önemli olduğuna işaret eden Orgeneral Başbuğ, ulus devlet olgusunun, vatandaşların sadakatine bağlı olduğunu kaydetti.

Ortak bir geleceğe sahip olma isteği ve kararlılığının, en az ortak geçmişe sahip olmak kadar önemli olduğunu dile getiren Orgeneral Başbuğ, vatanseverliğin, sadakat için de çok önemli bir olgu olduğunu söyledi.

"Ülke sevgisi üzerine bina edilen vatanseverlik, hem akıllı bir sadakat hem de duygusal bir bağlılıktır" diyen Orgeneral Başbuğ, şöyle devam etti:

"Ülke sevgisi de akılcı ve rasyonel temeller üzerinde yükseltilmelidir. Bu açıdan tüm vatandaşların paylaşacağı ortak değerler çok önemlidir. Bu kapsamda, Cumhuriyeti ve Cumhuriyetin değerlerini sahiplenmek ile tarihî geçmişe ilgi duymak ve geçmişle bağlarını koparmamak birbiri ile çatışmamalıdır.

Dün olduğu gibi bugün ve gelecekte de bu topraklarda, barış içinde, el ele yaşamamızın engellemesine izin verilmemelidir.

Ancak, unutulmamalıdır ki; her konuyu tartışabilme özgürlüğü devletlerin varlığını riske sokacak, ülkeyi kutuplaşmaya, ayrışmaya ve çatışma ortamına sokacak konuları içeremez.

Kimse Türkiye'den, ne Türkiye'nin ulus devlet ve üniter devlet yapısını zayıflatabilecek ne de Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez maddelerinin değiştirilmesi yönünde isteklerde bulunabilir.

Türk Silahlı Kuvvetleri; Atatürk'ün bize emanet ettiği ulus devlet ve üniter devlet yapısının korunmasında taraftır ve taraf olmaya da devam edecektir. Bundan kimsenin şüphesi olmasın."