Dilek ve temennilerin ötesine geçmek

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

 

Orhan AKIŞIK

Güney Kore'nin başkenti Seul'de 11-12 Kasım tarihlerinde yapılan G-20 Zirvesi, küresel dengesizliğin giderilmesinden döviz kurlarının belirlenmesine kadar birçok önemli sorunun çözümü konusunda bir mutabakata varılmadan sonuçlandı.

Oysa ki, uluslararası finansal sistemin yeniden yapılandırılması için 2008 yılının Kasım ayında Washington'da yapılan ilk zirvede üye devletlerin, dünya ekonomisinin içinde bulunduğu krizden kurtarılması ve istikrarlı büyüme sürecine bir an önce geri dönülmesi konusunda işbirliği isteği, bazılarının Washington Zirvesi'ni Bretton Woods II olarak adlandırmasına bile neden olmuştu. Daha sonraki Zirvelerde ise beklentilerin aksine çözüm yolları konusundaki görüş ayrılıklarının giderek derinleştiği görülüyor. Bu gelişmede resesyonun sona ermesi kadar, AB içinde yaşanan borç krizi'nin de etkisi var.

Bu son Zirve'de, şimdiye kadar ki tüm Zirvelerin ana gündem maddesini oluşturan küresel dengesizlik sorununun geri plana itildiğini görüyoruz. Amerikan Merkez Bankası'nın (FED) ekonomiyi canlandırmak amacıyla piyasaya hazirana kadar 600 milyar dolar daha taze para sürme kararının bundaki payı büyük. Resesyonun başladığı tarihten bu yana ABD'nin küresel dengesizliğin giderilmesi için dış ticaretleri fazla veren ülkelerin büyümelerini iç pazarın genişlemesine dayandırmaları yönündeki taleplerinden bunalan Almanya ve Çin'in, FED'in kararını firsat bilerek karşı atağa geçtikleri görülüyor. Halbuki Çin, zirvenin başlamasından önceki günlerde bu konuda işbirliğine istekli olduğu yönünde bir izlenim uyandırmıştı. Çin'in bu tavrını sonradan değiştirmesinde değer kazanan euronun ihracat gelirlerini sekteye uğratarak ekonomik büyümesini yavaşlatmasından korkan Almanya'nın etkisinin olduğu açık.

Bu iki ülkeye göre, ABD'nin amacı doların değerini düşürerek ihracatını arttırmak. Hatta, Çin parasal genişlemenin global ekonomiye bir katkısının olmayacağını, sadece ABD'deki istihdamı arttırmaya yönelik olduğu şeklinde, aslında ABD tezini kısmen doğrulayan tuhaf bir açıklamada da bulundu.

Geçen haftaki yazıda da belirttiğimiz gibi, fiyat istikrarının dışında, istihdam artışını da sağlayacak para politikalarını uygulamak FED'in görevleri arasında. Parasal genişlemeye yönelik kararda da öncelikli olarak bu amaç etken olmuştur. Yoksa, rezerv paraya sahip bir ülkenin özellikle parasının değerini düşürmek amacıyla para miktarını arttırması akla yakın gelmemektedir. Kaldı ki, FED'den yapılan açıklamada, bono alımlarının ekonominin gidişatına göre gözden geçirileceği de belirtilmektedir.

FED'in para arzını arttırma kararı, iddia edildiği gibi yükselen piyasa ekonomilerinde finansal köpüklerin oluşmasına yol açarak yeni finansal krizlere ortam hazırlar mı? Bu konuda kesin bir şey söylemek zor. Ancak, resesyonun ülkelere kısa vadeli sermaye hareketlerine eskiden olduğu gibi kayıtsız kalınamayacağını öğrettiği görülüyor. IMF ve Dünya Bankası gibi, fınansal küreselleşmenin önde gelen savunucuları bile bugün artık spekülatif sermaye hareketlerinin kontrol altına alınması gerektiği görüşündeler.

İstendiğinde spekülatif sermaye hareketlerine sınırlama getirmek, 1990'ların başında Şili örneğinden hatırlanacağı üzere pekala mümkün. Bu konuda Uzakdoğu ve Latin Amerika'daki birçok ülkede para politikasından sorumlu otoritelerin fınansal işlemler üzerine vergi getirilmesinden sermaye girişleri üzerinde miktar kısıtlamasına kadar çeşitli tedbirler geliştirdiği görülüyor. Bu bağlamda, TCMB'nin 2010 yılının son çeyreği ile ilgili enflasyon raporunda sermaye girişlerinin yakından izleneceği ve gerektiğinde kısa vadeli faizler dışında ek politika araçlarından da yararlanılabileceği görüşüne yer verilmiştir.

Finansal krizlerin ortaya çıkışında önemli rol oynayan sıcak para hareketlerinin kontrol altına alınması genel kabul gören bir görüş olsa da, bazı iktisatçılar sermaye kontrollerinin üretken sermaye üzerinde de caydırıcı bir etki yaratacağını söylüyorlar. Bu konudaki düzenlemelerin üzerinde düşünmek gerekiyor. Geride kalan ekonomik kriz, gelişmiş ve gelişmekte olan bir çok ülkede önemli ekonomik ve sosyal sorunlara yol açmış olmasına rağmen, uluslararası finansal ve ekonomik sistemin yeniden yapılandırılması konusunda da fırsatlar sunmaktadır. Bu konuda, uluslararası kuruluşların yanısıra ülkelerin siyasi otoritelerinin de adım atmaları şart. Başıboş, denetimden yoksun finansal piyasalara dayalı kapitalist sisteme günümüz dünyasında artık yer yok.

Şimdiye kadar beş defa düzenlenen G-20 toplantılarında alınan kararlar bilindiği gibi bir yaptırım gücünden yoksun. Dilek ve temennilerle sorunlara kalıcı çözümler getirmek olanaksız. Almanya ve Çin'in ABD'yi suçlamayı bırakıp küresel dengesizliğin giderilmesi konusunda sorumluluk almaları akıllıca olur. Zira ekonomisi güçlü ABD küresel ekonominin istikrarı için de son derece önemli.