Arka plan etkinliği ve ölçek sorunu

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Tatil ve iş seyahatleri trafiğinin zorladığı kısa bir moladan sonra yazı yazmak, hele Türkiye gibi el atılacak konunun sayısız fakat gündemin kısır ve yüzeysel olduğu bir ülkede, daha da zor. Neyse ki DÜNYA gibi içeriği popülerliğe feda etmeyen bir gazeteye yazıyoruz da hem ülkenin sıcak gündemiyle ilgili, hem de olayların ve gelişmelerin görünen yüzünden çok arka planını sorgulayan denemelerde bulunabiliyoruz. Arka planı daha fazla merak etmemiz de görüntüde olup bitenin genel olarak Türkiye'nin kendi kontrolü dışındaki dinamiklere ayak uydurma çabasına ilişkin olmasından, ekonomik yapı ile ilgili içsel parametrelerde değişimin işaretlerine fazla rastlanmamasından dolayı. Oysa hepimizin arzu ettiği, hatta zaman zaman bu radikal dönüşümü gerçekleştirmiş gibi davrandığı konuma yükselmemiz tam da bu arka plan etkinliğine bağlı.

Denklem kurmakta zorlanıyoruz

Aslında yeri geldikçe farklı yönlerine değindiğimiz bu arka planın, yani temel ekonomik yapı faktörlerinin çokluğunun da bizi zorlayan bir niteliği var. Çünkü bunca yıllık gözlem ve deneyim sonucu kanaatim o ki biz Türklerin çok değişkenli olguları kavrayıp çözümleme yetisi ve alışkanlığı yeterince gelişmiş değil. Başta eğitim sisteminin analitik yöntemlere dayanmaması olmak üzere kurumsal ve kültürel altyapı ile ilgili bu zaaf nedeniyle birden fazla parametre söz konusu olunca bizi gerçekliğe ulaştıracak denklemleri kurmakta zorlanıyoruz. Belli bir pencereden bakınca başarı diye görüp alkışladığımız gelişmelerin başka değişkenler ve nihai hedefler açısından olumsuz etkileri olabileceğini öngörmediğimiz için, sonuçta istenilen olmadığında yeni bir eylem planı tasarlamamız mümkün olmuyor.

Sözgelişi ülkenin uzun vadeli ekonomik gücünün temel belirleyicisi olduğunda muhtemelen herkesin uzlaştığı reel kesimin, yani şirketlerimizin çok önemli bir ölçek sorunu bulunduğu ortada iken, en büyük 500 şirketimizin batı standartlarında KOBİ ölçeğini aşan bölümü sadece ilk 50 sıradakiler iken, ölçek büyüten ya da büyütmeye çalışan şirketlerin özendirildiği, ya da en azından sempati veya takdir ile karşılandığı söylenebilir mi? Kuşkusuz küçük ve orta ölçekli şirketlerin ekonomideki ve özellikle istihdamdaki kilit rolleri nedeniyle daha da desteklenmeleri gerekebilir, ama sonuçta amaç onların da ölçeklerinin büyütülmesidir. Ancak bugün, sonuçta neye dönüşeceğini kimsenin bilmediği hormonlu inşaat projeleri dışında reel kesimdeki bu ölçek sorununun gündeme taşındığına şahit oluyor muyuz?

Ölçeği değil serveti özendirme

Şirketler kesimi ile ilgili bu olumsuz ekosistemin en kötü sonuçlarından biri de firmalarımızın dünya standartlarına göre orta büyüklükte bile olmayan büyük bölümünü (ki hemen hepsi aile şirketidir) ,olması gerekenin tam aksine, ölçeği ve sermayeyi güçlendirmektense şahsi servetleri büyütmeyi tercih etmeye yönlendirmesidir. Bizi bölgemizde farklılaştıran çeşitlenmiş sanayi yapımıza ve

60 yıllık piyasa ekonomisi deneyimine karşın ilk 500 ya da ilk 1000 şirketimizin dünya sıralamalarında bunca güdük kalmasının sebeplerinden biri de ola ki budur.

Bu bağlamda işletmelerimizle ilgili kurumsal altyapı ve çerçeve mevzuat açısından da yeterli özeni ve önceliklendirmeyi yapabildiğimiz söylenemez. Son yıllarda hiç değilse stratejik bir vizyona ve bölgesel / sektörel envantere dayandırılarak geliştirilen teşvik sistemimizi, henüz yenilikçilik, ihracat, yönetim ve pazarlama becerisi yönünden şirketleri ayrıştırıp destekleyecek yetkinliğe ulaştırabilmiş değiliz. Kobi'lere yönelik farklı şekillerdeki teşviklerin de daha ziyade küçük işletme destekleri şeklinde tasarlandığını, küresel piyasalara açılma yurtdışı ortaklıklar oluşturma ve küresel üretim/dağıtım zincirlerine eklemlenme potansiyeli bulunan orta ve hatta dünya standartlarıyla bakıldığında göründüğünden küçük olan ortanın üstünde ölçekteki işletmelerin özel ihtiyaçlarının radar dışında kaldığını gözlemliyoruz. Oysa sadece cesur ve çalışkan müteşebbislerin omuzlarında belli bir noktaya gelen bu şirketlerin orada tıkanıp kalmamaları hem sadece bankalar ile sınırlı olmayan finans olanaklarından, hem de teknoloji ve yönetim alanında uzmanlık ve danışmanlıklardan yararlanmalarına, ayrıca üstün nitelikli profesyonelleri istihdam etmelerine bağlı. Bu noktalarda ne kamusal düzenlemelerin, ne de azımsanmayacak maddi ve örgütsel olanaklarına rağmen meslek kuruluşları ve odaların ciddi katkılar yaptığı söylenemez.

Kur/faiz politikası bir yenilgi mi?

Yukarıda değindiğimiz analitik zaafın sıkça karşılaştığımız bir başka örneği enflasyon, döviz kuru ve faiz konusundaki karmaşa. Temel yapısal zaaflarımızdan birinin tasarruf açığı olduğu belliyken, kamu güdümünde bir düşük faiz politikasının, sürdürülebilir olmadığı halde, bunca yaygın destek görmesini anlamak zor. Bu tezin aralarında saygın iktisatçıların da bulunduğu savunucularına göre, kurtuluş TL değerinin düşük tutulmasında. Oysa bu, enflasyonist büyüme demek. Herhalde kontrollü bir enflasyonu kastediyorlar diyorsunuz ama mevcut sanayi yapısı ve cari açık sarmalında bu kontrolün nasıl yapılacağı belirsiz. Üstelik aynı çevreler yapısal dönüşüm, verimlilik ve yenilikçilik gibi kavramlara hiç değinmiyor.

Yüksek kur/düşük faiz'i temelli bir politika gibi önerenler, belki de kimseye külfet yüklemeden, alt-orta gelir grubunda kalmayı kabullenerek izlenecek bir yol öneriyorlar. Oysa değişen dünyada orada kalmak ta garanti olmadığı gibi doğrusu bendeniz, böyle bir tercihi yenilgi sayıp kabul etmek istemeyenlerin safındayım. Neyse ki 10'uncu Kalkınma Planı'nda üretken olmayan yatırımların caydırılması  ve sanayi yatırımlarının türlerine göre  vergi ve kredi teşvikleriyle desteklenmesi gibi stratejilerden sözedildiğini görünce herkes öyle düşünmüyor diyerek rahatladım.

 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019