Sermayeyi kontrol kaçırır, güven getirir

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Nasıl miktarı artan bir şeyin değerinin düşmesi ekonomide kural ise, kriz yönetimi için açıklanan önlem paketlerinin sayısı arttıkça da etkileri azalıyor. Üstelik açıklanan her paketin, asıl beklentiyi oluşturan reform ya da istikrar niteliğinden giderek daha fazla uzaklaşmakta olması sıkıntıyı arttırıyor. Son “ivme paketi”nin bazı sektörlere (makine, hammadde, ara malı imalatı ve tarım) 30 milyar TL ucuz kredi verilmesini öngören içeriği de, kamu yönetiminin gündeminde önceliğin istikrar değil ne pahasına olursa olsun büyüme ve ekonomiyi canlı tutma olduğunu gösteriyor. Nitekim bu paketin son altı yılda defalarca yürürlüğe konan alışılmış teşvik politikalarımızdan bir farkı yok; aynı zamanda tarihi ithal ikamesi dönemine yeni bir dönüş denemesi. Ne var ki ekonomi zaten sınırlarına varmış kamu kaynaklı kredi pompalamasıyla canlanacak durumda olmadığı gibi, zayıflamış güvenin böylece güçlenmesi de mümkün değil. Aksine büyüyen bütçe açığını düşürmek için kamunun çok dikkatli olmasına ihtiyaç var. IMF de son açıklamasında Türkiye’nin ekonomik istikrarı öncelemesi gerektiğini, bu amaçla kapsamlı, tutarlı ve iletişimi açık bir politika paketinin gerekli olduğunun altını çiziyor. Gerçekten de ekonominin mevcut darboğazında güven inşasına ve bu bağlamda reel kesimin içinde bulunduğu borç krizinin çözülmesine yönelik stratejik bir hamle birinci öncelik durumunda. Stratejik olmayan ve günü kurtarma amaçlı taktik politikaların artık pansuman etkisi yapması bile zor.

Taktik tedbirlerle istikrar ve güven artmaz

Fakat son zamanlarda açıklanan diğer önlemlere bakınca halen bu noktada olmadığımız anlaşılıyor. Gerek Gümrük Vergisi ve ÖTV’de ithal mallarına yönelik artışa gidilmesi, gerekse onun hemen öncesinde yurtiçinde döviz alımlarını caydırmak için binde bir gider vergisi ve bir günlük işlem valörü getirilmesi gibi tedbirler, en azından Haziran’daki seçime kadar kök sebepler yerine görüntüyü düzeltmenin tercih edileceğini gösteriyor. Ancak daha 2017’nin son beş ayında net yabancı sermaye girişi 20 milyar dolar, yerli sermaye çıkışları düşüldüğünde bile toplam net giriş 18 milyar dolar iken 2018’in aynı döneminde aynı tablonun 4.5 milyar dolar’lık kısmı yabancılara ait olmak üzere yaklaşık 11 milyar dolar net çıkışa dönüştüğü bir ekonomide, üstelik bu ekonomi hem üretim hem tüketimde dış kaynak girişine bağımlı ise, kısa vadede küçülme kaçınılmazdır. Bunu bir an önce kabullenip büyüme amaçlı pansuman tedbirlerinden vazgeçmek ve enerjimizi bir an önce istikrar politikalarına ve güven inşasına odaklandırmak zorunlu.

Aslında bu taktik tedbirleri, bazı iktisatçıların sık kullandığı ve benim de çok çeviri koktuğu için bir türlü ısınamadığım tabir ile “makro ihtiyati tedbir” olarak nitelemek de mümkün. Finansal istikrarda ortaya çıkan bozuklukların bankacılık sisteminde ve reel kesimde olumsuz sonuçlara yol açmaması için alınacak tutarlı önlemleri anlatan bu tabir, özellikle bizim gibi aşırı borçlu ve iki paralı bir ekonomide gerçekten ihtiyaç bulunan, fakat çok daha dikkatle kurgulanması ve uygulanması gereken politikaları tanımlıyor. Aksi takdirde bu tedbirlerin amaçlanandan farklı sonuçlara yol açması ya da daha iyimser bir tahminle etkisiz kalması yüksek bir ihtimal. Öte yandan daha önemli bir risk de, azımsanmayacak bir kesimin düşündüğü gibi, bu önlemlerin, özellikle döviz ile ilgili olanların daha kapsamlı bir kambiyo kontrol rejiminin öncü işaretleri olması kaygısı. Öngörülebilirliği, dolayısıyla yatırımcı güvenini iyice azaltacak bu riske doğrusu şahsen ihtimal vermiyorum. Çünkü kamu yönetiminin de en az bizler kadar böyle bir rejimin, dövizin yerli para ölçüsünde hatta daha fazla kullanıldığı bizim gibi bir ekonomide nasıl sonuçlara yol açacağını bilmemesi mümkün değil. Son olarak, geçen hafta Koç Üniversitesi-TÜSİAD Ekonomi Forumu’nun davetlisi olarak konuştuğu konferansta Dünya Bankası eski başekonomisti Prof. Edwards da bu konuya değindi ve kapsamlı bir paketin parçası ve geçici olmadıkça kambiyo kontrollerinin hiçbir ülkede işe yaramadığını, ekonomiyi zayıflatacağı gibi piyasaların da bu kontrolleri deleceğini ve güven sağlanmadıkça normalleşmeyeceğini vurguladı. Ne zaman, nasıl ve hangi maliyetle çıkılacağının öngörülemediği piyasalarda sadece yabancıların değil, yerlilerin de yatırımdan kaçındığı ortada. Beklerken de herkes daha güvenli olan dövizi tercih ediyor. Toplam mevduatın %53’ünün döviz oluşu, önlemlere rağmen artış eğiliminin durmaması ona işaret ediyor. Hem döviz kurunun, hem faizin baskılanması, temel dengesizlikleri daha da arttıracaktır.

Vizyonu yitirsek de kümeden düşmeyelim

Ne yazık ki kriz öncesinde koşullar iyiyken de odaklanamamaktan yakındığımız uzun vadeli vizyonu konuşmak artık imkansız oldu. Hiç değilse satınalma gücü bazında durumumuzun pek de kötü olmadığıyla avunurken Deutche Bank’ın dünya şehirlerini fiyat/ satınalma gücü açısından karşılaştırdığı bir araştırma oldukça can sıkıcı. Buna göre son model bir IPhone almak için ortalama bir İstanbul’lunun gelirine göre çalışması gereken gün sayısı 130 iken, bu rakam krizle çökmüş komşu Atina’da 56, Mexico City’de 70, San Fransisco’da 6 gün. İstanbul’dan kötü durumda olan sadece iki şehir var araştırmada: 150 gün ile Lagos ve 224 gün ile Kahire. Tüketim odaklı büyüme ile geldiğimiz yeri göstermesi açısından çarpıcı.

Merkez Bankası’nın brüt rezervlerinin bile kısa vadeli dış borçların yarısından az olduğunu, bunların büyük bölümünün bankaların karşılıkları şeklinde ödünç rezerv niteliği taşıdığını, net swap borçları düşüldüğünde net rezervin 10 milyar doların altına ineceğini düşünürsek son tedbirlerin sinyalini verdiği döviz hassasiyetinin nedeni açık. Ancak umalım ki bu hassasiyet paniğe dönüşerek kambiyo kontrolü gibi ülkeye küme düşürücü bir süreci tetiklemez. Şimdilik bekle-gör modundaki yatırım ve tüketim iştahını tümüyle sıfırlayacak politikalardan sakınmalıyız.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019