“Ölümden bir yaşam yarattığıma inanıyorum”

Faruk Şüyün'ün bu haftaki konuğu Nermin Bezmen

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

 

 

Oğullarının düğününün olduğu gece, evliliklerinin de otuz dördüncü yıldönümüydü. Tarih, 10 Ocak 2009 Cumartesi idi. O mutlu gece, sevgili eşi, âşık olduğu adam Pamir Bezmen’in hastaneye kaldırılmasıyla, üzüntülerle sona erdi. Üç gün sonra, Nermin Bezmen onu uğurluyordu. Bu, veda, geri dönüşü olmayan, son içindi. ve Nermin Hanım, bütün konuşmalarında o gidişten bahsederken “ölüm” sözcüğünü kullanmayacak, “Pamir’in yolculuğu” diyecekti.

“Onun ardından, o zaaftan, yoksunluktan gocunmak yerine ‘madem başıma geldi - ki bu çok bana ait bir duyguydu - doya doya yaşamam lâzım’ dedim. Unutmak için, rahatlamak için bir ilaç kullanmadım, bir doktor terapisi istemedim. Bu tip tüm uyuşturucu yardımların, yaşadığım o büyük aşka ve Pamir’e bir hıyanet olacağına inandım. Çünkü ben, aşkımı o kadar kuvvetli ve tadını çıkararak yaşadım... Onun yokluğunu da, acısını da yaşamam gerektiğine inandım ki hakkını vermiş olayım. Aksini yapmak, bir insanla sırf keyfi paylaşıp kötü günlerinde onu yalnız bırakmak gibiydi... Dolayısıyla dışardan gelecek her türlü yardımdan - dostane yardımlar hariç, sağolsunlar yüzlerce dostumuz hiçbir zaman elimi bırakmadılar - suni yardımlardan hep uzak durdum.”

O, ruhunu, yüreğimi “Beni herkesi sevdiğinden ve kendinden fazla seven erkeğe, Pamirime” sözcükleriyle başlayan bir kitap yazarak teselli etti. “Bizim Gizli Bahçemizden” ismini verdiği, Doğan Kitap’tan çıkan romanın sırasında acının “tad”ını çıkardı Nermin Bezmen. Yazarlığının on sekizinci yılında belki de uzun bir mektuptu bu kitap. Belki de bir aşk manifestosu...

Aşkı, acıyı, yazmayı konuşacağız bu haftaki söyleşimizde Nermin Bezmen’le. Ayşe Sultan Korusu içinde, otuz dört buçuk yıldır oturduğu Pamir Bey’in aileden kalma evinde buluştuk kendisiyle. Önce, yalnızca ikisinin olduğu bir kitabı, onun sağlığında yazmadığı için bir geç kalmışlık duygusu yaşayıp yaşamadığını, öğrenmek istedim. Bu ertelemenin, onları biribirlerinden ayıracak bir ölümü ötelemek olup olmadığını...

“Hayır. Bu kitapla ilgili o anlamda bir sorgulamam hiç olmadı. Çok şeyi sorguladım aslında Pamir’in yolculuğundan sonra, ama bu gelmedi aklıma. Çünkü, tastamam zamanı olduğuna inandım. Şöyle ki Pamir’le hayatımızı anlatmak gibi bir programım vardı. Nitekim ikimizin hayatını bir başka kitabımın içine küçük enstantanelerle atıştırmıştım başka kahramanlarımın sorumluluğuna yükleyerek. Fakat gerçek anlamda ikimizin de çocukluğundan başlayarak serüvenimizi ele alan bir kitap da vardı aklımda. Ancak şimdi, yeniden kendime dönüp bir şekilde ayaklarım yere bastıktan sonra kitabımı başka birisinin eseriymiş gibi okurken bakıyorum ki aynı aşkı hissediyor olmama rağmen bu acıyı yaşamadan anlatacaklarım eksikli kalacaktı. Çünkü acı, bana bambaşka şeyler hatırlattı. Enteresan bir şekilde tüm geçmişim saniye saniye gözümün önüne geldi. Öbür türlü olanın, yine bize aitliğinden dolayı bir özelliği olacaktı, ama içinde bu kadar med-cezirleri, kıyametleri olan bir anlatımı bulunmayacaktı. Dolayısıyla bence Pamir’le beni anlatmak için hayat, zaten kendine ait o zamanı getirdi karşıma verdi ve en tamam zaman, bu oldu. Yazdığıma tekrar bakınca öyle görüyorum.”

Yazmak için acı çekmek gerekir, gibi bir sonuç çıkarılabilir mi bu durumdan?

“Onu çok düşündüm ve hep, aksine inanırdım. Çok enteresan; sanatçının acı çekmesi gereğine dair tam aksi bir duruşum vardı benim. Çünkü, resim yaparken o kadar değil, ama yazarken özellikle yarattığım karakterleri ya da gerçek hayattan aldıysam örneğin ölenleri tekrar canlandırırken o kadar büyük ızdıraplar çekiyorum ve onların bütün ruh hallerini o kadar inişli çıkışlı yaşıyorum ki ruhen çok yoruluyorum. Dolayısıyla etrafımda ayrıca bir huzursuzluğa ve yorgunluğa tahammülüm kalmıyor. Hayatımın ve evimin çok düzenli olması lâzım. Onun için ben, senelerdir yazmak birinci derecede hayatımı kapsamış da olsa evimin ve ailemin düzenini mükemmel halde tutmaya gayret ettim ki sonra büyük bir konsantrasyonla çalışabileyim. Dış huzursuzluklar, yaratıcılık dünyamın huzursuzluğuyla çakıştığı ve rekabet ettiği için beni her zaman rahatsız etmiştir. Bu nedenle, ben her zaman etrafımda huzur istedim.

Ama bu kitap başka bir şey. Bu, acısıyla, hüznüyle ve verdiği dibe vuruş huzursuzluğuyla kendi kendini yazdırdı bir şekilde. Hayatımda da yeri ayrı ve çok kendine has bir kitap. Tekrarı da olmayacak, evveliyatı da yoktu.”

Ama yeni kitaplar gelecek, değil mi?

“Aslında bir evvelki kitabımın devamını bekliyordu okurlarım, ama Pamirciğimin yolculuğundan sonra bu kitap benim için ruhsal bir ihtiyaç oldu aynı zamanda. Şimdi bunun da devamını bekleyenler var. Okurlardan geliyor bu yönde istekler. Şöyle bir karar verdim; iki kitabımı ve üç kadını bir araya getiriyorum. Biraz bilmeceli, biraz eğlenceli, hınzır bir kitap oluyor. Bu kitabı verir vermez hemen başladım ötekine; epey de yol aldım. Acıdan ve hüzünden o kadar yorulmuş ki ruhum, yüreğim; daha bir romanlık hayatı aynı acıyı devamlı hissederek yazmak beni parçalayacak gibi hissettim. Okurum için de çok ağır bir yük olacağını düşündüm. Çünkü, anlattığım kadınların hepsinin hayatında benzer acılar ve hüzünler yaşanacak.

Onların sohbetleri ve anılarını paylaşması ile geçen bir örgü içinde gidiyor yeni roman. Bir kadın yazarı, onun anlattığı bir kadını ve yazarın bir başka kitabında kurgu diye bahsettiği, ama aslında gerçek olan bir kadını bir araya getiriyorum. Orada çok eğlenceli bir beraberlik yakaladım. Onun için hüzünlenerek, ama keyifle yazıyorum. Bazen gülüyorum. Biraz kendimle köşe kapmaca, saklambaç oynar gibi bir kitap oluyor. Okurum da aynı duyguları yaşayacak. Biraz oyunlu bir kitap. Hangi kadının kim olduğunu da hep sorgulayacaklar sanırım. Üç kadın birbirine karışıyor kitapta. Çok ayrılar, ama çok da birliktelikleri oluyor. Böyle bir hazırlık içerisindeyim.”

Romanlar aslında hayattan daha çok gerçek!

“Ben acıyı, hüznü, sevilenin arkasından duyulan ızdırabı kahramanlarımın hayatları içerisinde çok iyi anlattığımı zannederdim hep. Bazen ‘abartıyor muyum’ derdim. Sonra bir baktım ki aynen yazdığım gibiymiş, daha altı yokmuş bu işin.”

Pamir Bey’den sonra yazmak terapi de olmuştur sanırım...

“Evet, kimseye anlatamayacağım, anlatmak istemediğim, çok içsesimle kalmak istediğim bir süreçte sadece kendimi ve anılarımı, Pamir’den bana ne kaldıysa onun bana verdiği sesi dinlediğim bir terapi oldu. O yolu seçtim ve çok da iyi yaptığımı düşünüyorum. Çünkü, ölümden bir yaşam yarattığıma inanıyorum bu kitapla.

Çok mazoşist bir tarafı da vardı. Acımı teselli etsin diye geçmişe dönüp geçmişi birebir o günkü sıcaklığıyla, ses tonuyla, renkleriyle, tensel dokusuyla, her şeyiyle hatırlayıp tekrar yaşarken sayfamı noktaladığım an düştüğüm boşluk, yazmaya başlamadan evvel yaşadığımdan katmerlenmiş oluyordu. O kadar sıcaklığı yaşadıktan sonra zihinsel anlamda, onun artık orada olmadığının idrakıyla o tendeki sıcaklık birkaç derece daha düşüyordu. Fakat bunu kendime bilhassa yaptım. Pamir’in yokluğunda bu evin içinde onsuz bir hayatı kucaklayabilmek, yeniden yalnız başına yola çıkabilmek için gerekli olduğuna inandım.

Yazdığım anlardaki keyfimi anlatamam size. Tabii yazdığım anlar da çok farklıydı birbirinden. Günümü anlattığım anlar, çok dibe vurduğum anlardı. Geçmişe dönüp aşk günlerimizin başlangıcını anlattığım tarihlerde uçuyordum yazarken. Kalbim aynen çarpıyor, midemde aynı kelebekler uçuşuyordu. O anlarda bir telefon geldiği zaman, ‘Nermin ne kadar iyi geliyor sesin, toparlanmışsın’ diyordu arkadaşlar. Onlar aslında suni, geçici toparlanmalardı. Çünkü ben, Pamir’in hâlâ şuralarda bir yerlerde olduğunu düşünüyordum. Birazdan buluşacağız ve anlattığım yerlere gideceğiz zannediyordum.

Bir yerden eve ayaklarım dolanarak, koşarak geliyordum; bilgisayarı açayım, yalnızlığımdan kurtulayım, Pamir’le buluşayım diye. Bilgisayardaki Pamir’le aramızda öyle bir irtibat kurulmuştu. Fakat dediğim gibi noktayı koyduğum anda da dibe vuruşum çok daha ağır oluyordu.

Uzun müddet kendimi dışarıdan seyrederek yazdım bu kitabı. Belki de kendimi acıya çok dayanıklı, çok kuvvetli bildiğimden; bilinçaltım o zaafiyetimi kabul etmek istemedi ve bir şekilde bedenimden kopmak ihtiyacı duydum. Uzun müddet sanki başka bir kadın orada oturuyor, ağlıyor, yazıyor ve ben dışardan onu izliyorum gibi hissettim. Çok enteresan bir duyguydu. Hep söylüyorum sanki ölümcül bir hastalığı kendisine söylenen bir insanın yaşadıklarını yaşadım. İnkâr, isyan, kabullenmek ve uzlaşma dediğimiz dönemler aynen geçiyor çok sevilen bir kayıptan sonra. En azından ben, yaşadığımı söyleyebilirim.

Kitabın bittiği noktalarda yavaş yavaş kabul bölümüne gelmiştim artık ve bedenimden uzaklığımı telafi etmeye başlamıştım. Okur çok bariz bir şekilde bunları kitapta görecek. Aslında yara hep orada ve ne zaman nüksedeceği belli değil. Öyle gafil avlayan bir duygu ki bu sevgiliye duyulan yoksunluk, onun bitmesi diye bir şey yok. İnkârlar, isyanlar bitiyor ama kabullenme hiçbir zaman yüzde yüz oturan bir duygu değil, farkındayım. Ne zaman vuracağı da belli olmuyor. Hangi sözcükle, hangi renkle, hangi sesle tekrar geri gelecek... Dolayısıyla çok gafil avlayan ve insanı zaafa düşüren bir duygu.”

Nermin Bezmen, eşinin anılarıyla dolu o evde yaşamayı sürdürüyor. Acılarıyla ve kitabıyla başbaşa müthiş bir beraberlik yaşıyor...

“Onun yolculuğuyla yaşadığım zaaftan, yoksunluktan gocunmak yerine; ‘Madem başıma geldi -ki bu çok bana ait bir duyguydu- doya doya yaşamam lâzım’ dedim. Unutmak için, rahatlamak için bir ilaç kullanmadım, bir doktor terapisi istemedim. Bu tip tüm uyuşturucu yardımların yaşadığım o büyük aşka ve Pamir’e bir hıyanet olacağına inandım. Çünkü ben, aşkımı o kadar kuvvetli ve tadını çıkararak yaşadım... Onun yokluğunu da, acısını da yaşamam gerektiğine inandım ki hakkını vermiş olayım. Aksini yapmak bir insanla sırf keyfi paylaşıp kötü günlerinde onu yalnız bırakmak gibi... Dolayısıyla dışardan gelecek her türlü yardımdan - dostane yardımlar hariç, sağolsunlar yüzlerce dostumuz hiçbir zaman elimi bırakmadılar - suni yardımlardan hep uzak durdum. Kitabın sonuna doğru yalnız kaldığım saatlerde hüngürdemek yerine – gözyaşı hep oluyor, ama daha sessiz akıyorlar - kabullenmişliğin getirdiği bir munislik geldi gözyaşlarıma... Eksiklik hep orada. Hem çok daha tamam; çünkü benim için Pamir her yerde, her şeyde... Nereye baksam ondan bir hatıra içimde. Hayatında olmadığı kadar bana ait şu anda, ona rağmen bir o kadar da uzak... Dokunamıyorum ona...”

Bana imzaladığı kitabı “Mutluluğu çalan ölümden, yazılarak yeniden mutluluk yaratılan kitabımla” diye ithaf etmiş Nermin Bezmen. Ölüm, ayrılık yaşanmadığı sürece pek sorgulanmayan sözcükler. Ya sonra...

“Hayatımda böyle bir ânı hiç düşünmemiştim açıkçası. Ben çok küçücükken Pamir’le başladım ve hep beraber gideceğiz gibi geldi. Çok büyük hastalıklar da geçirdik, ameliyatlar da olduk, ama aklımıza birbirimizden ayrılacağız gibi bir duygu hiç gelmemişti. Benim için bütün programlar Pamir ile yapılanlardı. İlk defa çok hazırlıksız bir şekilde bir devir kapandı. Bu, bir milat hayatımda... Önümde bir kapı açıldı ve orada, yolun başında tek başıma duruyorum. İnanılmaz seçeneklerim olacak biliyorum, bütün hayat seçimden ibaret çünkü. Bugüne kadarkiler baştan Pamir’le birbirimizi seçtiğimiz için uyumlu seçimlerdi. Şimdi artık paylaşmak zorunda olduğum bir seçim yok; hem karar, hem sorumluluk bana ait. Benim için hakikaten sürpriz bir hayat önümdeki. Hiç bilemiyorum. Uzun vadeli planlar yaparak yaşamaktan vazgeçtim. Çok düzenli, programlı bir hayat inanışım vardı. Ondan tamamen vazgeçtim ve aslında hiç olmadığım kadar da hür hissediyorum, ama o hürriyetin getirdiği endişelerim de var. O kadar sevmeye ve sevilmeye alışmış bir kadınım ki şimdi bu yalnız yolda boşluk doldurmak adına yanlış bir şey yapma endişem var. Fakat onu da şöyle telafi ediyorum; boşluk doldurmak diye bir şey yok, çünkü o kadar sevilen bir insan boşluk bırakmıyor, fiziksel olarak orada değil belki, ama öyle dolu bir hayat bıraktı gitti ki arkada yerinde hiçbir dostun, hiçbir sevginin gelip de bir nüve yaratması mümkün değil. Dolayısıyla Pamir’i hayatımda çok özel, çok güzel, çok dolu bir dönemin baştacı olarak bir yerde tutuyorum. Bundan sonraki hayatım da kendi içinde, kendi küçük nişlerinde, kendi küçük sürprizlerini getirecektir. Bugün bana bakan biri ne kadar sürpriz görüyorsa ileriyi, benim için de öyle.

Değişmeyecek bazı düzenler de var hayatımda: Evime, aileme sahip çıkmak, deli gibi yazmak... Çok, çok duygu yüklüyüm. Pamir’in gidişi benim zaten çok duygusal olan tarafımı iyice körükledi. Şu an mümkün olsa, bir çip sistemi olsa beynimin içinden iki-üç kitap çıkarıp baskıya verebilirim. Cümle cümle sonuna kadar yazılmış kitaplarım. Doluyorum, anlatmak istiyorum, bilgisayarda yetişemiyorum zihnimden geçenlere. O kadar yoğun bir dönem yaşıyorum. Bunun tadını çıkarıyorum, çok keyifle yazıyorum, yalnızlığımı, acımı çok tedavi ediyor yazmak. Ama ileriye dönük iki-üç programın dışında hayatın bana getirdikleri o günkü aklımla vereceğim kararlara bağlı... Benim için de meçhul bir yol görüyorum. O kadar...”

Yeni kitap, yeni yayınevinde

Nermin Bezmen’in kitaplarını PMR Yayınları basıyordu. Son yapıtı “Bizim Gizli Bahçemizden” Doğan Kitap’tan çıktı...

“PMR devam ediyor. İlk kitabım ‘Kurt Seyt ve Shura’yı Allah rahmet eylesin Attilâ İlhan Hoca’ya okutup onun da methini aldıktan sonra - ‘Bir Rus klasiği gibi’ demişti - Cağaloğlu’nda kapı kapı dolaştık ve ‘En az bir sene sonra okuruz’ gibilerden sümen altı durumlarla karşılaştık. Pamirciğim benim ne kadar ihtilâç içinde o kitabın basılmasını istediğimi gördü. Çünkü toplam altı senelik bir emeğin karşılığıydı o kitap, dört senelik araştırmadan sonra yazımı iki sene sürmüştü. Oğlumuzla müşterek şirketleri bünyesinde - PMR - ilk kitaplarımı bastılar. Öyle tıfıl, piyasada mağazası olmayan, dağıtım tezgâhı bulunmayan, tek kitaplı ve Nermin Bezmen diye önyargıyla herkesin set koyduğu - ‘yazarlık denemesi yapan’ diyelim - birinin kitabı PMR’den çıktı ve best seller oldu. Okur kendi buldu kitabı. Bu, bana müthiş motivasyon olunca ikinci, üçüncü kitaplar arka arkaya geldi ve senelerce bütün kitaplarımı PMR çıkardı. Şükran borcundan dolayı o kitaplarımı PMR’den ayırmıyorum. Yeni baskılarını da PMR yapıyor, zaten kapak dizaynları tümüyle oğlumun artistik bilgisi tahtında yapılır. Onlar götürüyorlar.

Çok duygusal olmama rağmen işkadınlığından gelen bir profesyonel görüş tarafım da var. Sonunda bu, benim hayatımı kazandığım iş. Yayıncımı imkânlar açısından bana en ticari tatmini getirebilecek, aynı zamanda en prestijli olanlar içinden seçmek gibi bir hakkım olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla bu kıstaslar göz önüne alındığında ‘Sır’ kitabımın bittiği zaman Pamirciğimin ağır bir kanser ameliyatı geçirdiği, oğlumuzun askere gittiği bir dönemdi. PMR’de kitapla çok ilgilenilebilecek bir durum yoktu. Remzi Kitabevi’nin sahibi Erol Bey’le uzun zamandır haberleşiyorduk, kitabı onlara götürdüğümde memnuniyetle sahiplendiler ve bastılar. ‘Aurora’nın İncileri’ ve bir hikâye kitabımı onlara verdim. O da kendi içinde cesur, farklı bir öyküydü. Bir rüyamdan yola çıkarak yazdığım bir kitaptı. Bir şekilde kendi kendini hayatıma getirip yazdıran kitaplardan ilkidir o da. Ve onunla ben, daha önce sahip olmadığım bir okur kitlesi ile de tanıştım. onlar şimdi dönüp eski kitaplarımı okuyorlar. Her kitap yeni bir yol açıyor, yelpazemin içine yeni bir okur grubu yerleştiriyor.

Aşağı yukarı son bir buçuk senedir de Doğan Grubu’ndan teklifler alıyordum. Bünyelerinde beni görmek istediklerini dile getiriyorlardı. Birkaç toplantımız oldu Gülgûn Hanım’la (Çarkoğlu). Bir de benim Ataköy’den çocukluk arkadaşım - aslında kardeşimin arkadaşı, ama yaş farkımız kalmadı bu yaştan sonra -  Renan aracı oldu ve Gülgûn Hanım beni ikna etti sonunda. Birkaç kitaplık bir anlaşmamız var. Umarım birbirimizi tatmin ederiz ve devam ederiz. Yeni kitaplar şimdilik Doğan’da. Remzi’de kalanlarla PMR’dekiler ne olur bilemiyorum. PMR şu an basmaya devam ediyor. Çünkü, ilk kitaplarım hâlâ aranan ve okunan kitaplar. Böyle paylaştırmış durumdayız kitapları.”