ABD nükleer enerjiyi sevmeye çalışıyor

ABD nükleer enerjiyi sevmeye çalışıyor

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Wall Street Journal / William Tucker Nükleer güç dünya çapında yeniden önem kazanmaya başladı. İngiltere Başbakanı Gordon Brown sekiz yeni reaktörü faaliyete geçirirken, ileride inşa edecekleri reaktör sayısı için bir üst limit olmadığını söyledi. Almanya Şansölyesi Merkel de, kürüsel ısınmayla başka türlü baş etmelerinin zor olduğunu belirterek, 2020 yılına kadar 17 reaktörün devre dışı bırakılmasını öngören planı tehlikeye attı. Çin ve Hindistan nükleer elektrik santralları inşa ederken, güçlü bir nükleer enerji teknolojisi olan Fransa ile Rusya da, bu ülkelere teknoloji satmak için adete yarışıyor. Geçtiğimiz ay bu gruba, 2030 yılına kadar 45 yeni reaktörün yapımının tamamlanmasını isteyen McCain de katıldı. Obama nükleer enerji konusunda daha isteksiz gözükse de programın onayına sıcak baktığı belirtiliyor. Şu anda ABD'de 104 nükleer santral ülkede tüketilen elektriğinin yüzde 21'ini üretiyor. NRG Energy geçen yıl kasım ayındaki girişimiyle 1970'lerden beri ABD'de nükleer santral yapımı için lisans isteyen ilk firma oldu. Bunu takiben diğer birçok firma da başvuru aşaması için sırada bekliyor. ABD nükleer enerji konusunda dönüm noktasında olsa da, bu nükleer canlanmaya dair büyük bir soru kafaları kurcalıyor. Çalışmaların maliyetini kim ödeyecek? Reaktör inşaası dünyanın diğer yerlerinde genel olarak devlet tarafından gerçekleştiriliyor. Özel yatırım ve hatta kamuoyu onayı her zaman gerekli olmuyor. ABD ise gerekli paranın Wall Street tarafından bulunması gerekiyor. Ancak birçok yatırımcı, 1980'lerde olduğu gibi, düzenleme kanunlarına takılması ve 10-15 yıl sürünceme de kalması ya da kapatılması muhtemel olan bir projeye 5 ila 10 milyar dolar yatırım yapmak istemiyor. Nükleer güç küresel ısınma konusundaki kaygıları yok edecek ve enerji açıklarını kapatacak bir kaynak olarak görülüyorsa, bu teknolojinin hayatta ve toplumda kabul görmesi için ulusal platformda avantajları ve dezavantajları ile tartışılması gerekiyor. Bu tartışmaya nükleer güce "karasal enerji" diyerek kasdedileni yeniden tanımlayarak başlamak uygun olabilir. İnsanlık tarihinde kullanılan tüm yakıtlar -kömür, petrol, rüzgâr, su- güneşten elde edilmiştir ama "karasal enerji" daha farklı. Karasal enerji dünyanın çekirdeğinde 7000 Fahrenheit'a yükselen ve güneşin yüzeyinden bile daha sıcak olan ısı. Bu ısı, kaynağını uranyum ve toryumun radyoaktif parçalanmasından alıyor. Bu parçalanmadan açığa çıkan enerji demiri bile eritecek boyutta güçlü. Jeotermal santrallar bu ısıyı tutup koruma işlevi görüyorlar. Bu santrallar genellikle yeraltı suyunun yeryüzüne çıktığı gayzerlerin yakınında kuruluyor. Yeraltına doğru daha derine inildikçe suyu kaynatacak büyüklükte bir ısı karşılaşıyoruz. Bu enerjiye ulaşmak için mühendisler 10 mil derinlikte sondaj çalışması yapmayı öneriyor (En derin petrol kuyularında bile bu miktar 5 mil). İşte daha iyi bir fikir; bu ısının kaynağı olan uranyumu yeryüzüne taşı ve azami dikkatle korunan bir çevreye konuşlandır ve parçalanmasını hızlandırarak ısısını yaklaşık 700 Fahrenheit'a yükselt ve suyun kaynaması için kullan. İşte, nükleer reaktörde yapılan bu. Kamuoyunun nükleer enerjiyle tanışması savaş yoluyla olduğu için reaktörler 'sessiz bombalar' olarak algılanıyor. Ancak nükleer reaktörler patlayamaz. Bir silah yaratılması için uranyumun bölünebilir izotopunun yüzde 90 oranında zenginleştirilmesi gerekiyor, ancak reaktördeki uranyumun sadece yüzde 3'lük gücü var. Deneseniz de nükleer reaktörü havaya uçurup tehlike yaratamazsınız. Bin nükleer reaktöre uçakla yapılacak bir terrörist saldırı da sonuç vermez. Enerji Bakanlığı, deneme amacıyla saate 500 mil hızla giden bir F-4 uçağını, nükleer maade ihtiva eden bir yapının duvarı kadar kalınlıkta bir duvara çarptırdı. Sonuç olarak uçak buharlaşırken, duvarda çak fazla hasar meydana gelmedi. Son olarak günümüzde radyoaktif atık problemi de fazlasıyla abartıldığını düşünüyorum. Çıkan atıkların yüzde 95'i geri dönüşüm yoluyla enerji ve medikal izotoplarına ayrılabiliyor. ABD'de nükleer atık probleminin olmasının temelinde ülkenin "yeniden işleme" faaliyetini 1970'lerden bu yana bırakmış olması yatıyor. Reaktörlerde üretilen plütonyumların yabancı devletler tarafından çalınarak silah haline getirilme olasılığından endişe ediliyordu. Birçok ülke bomba imalatına devam etti ve bu süreçte ABD'nin plütonyumuna ihtiyaç duymadı. Yani önlemler nükleer faaliyeti durdurmaktan başka hiçbir işe yaramadı. Eğer nükleer enerji gelişecekse, bunu kendi ayakları üstünde durarak yapmalıdır ve bu da Wall Street'in yatırım yapması gerektiği anlamıne geliyor. Wall Street'i bu konuda ikna etmek ise halkı nükleer gücün, temelde tehlike barındırmadığı aksine enerji kaynağı olarak büyük fayda sağladığına dair ikna etmekten geçiyor.