Euro Bölgesi krizi: Almanya'yıgerçekten motive eden nedir?
Klaus F. Zimmermann
Küresel Euro Bölgesi krizi tartışmalarında Almanya devamlı eleştirel tarafıyla göz önündeydi. Almanyanın bu tutumu hep bir "ahlaki bağlam" (ülkelerin borçlarını geri ödemesi için zorlamayı amaçlayan bir ahlaki bağlam) ile açıklanmaya çalıştı. Onun dışında sadece muhafazakar Almanların isteklerinin gerçekleştirildiği bir "ulusalcılık" gösterisi olarak algılandı. O da değilse, Almanya Avrupa'nın geri kalanı üzerinde bir "hegamonya"oluşturuyormuş gibi algılandı.
Tüm bu - saf gazetecilik diliyle yapılan - açıklamaların Alman hükümetini aslında neyin harekete geçirdiğini görmüyor olmamasına şaşıyorum gerçekten. Almanya'nın tutumunun arkasındaki gerçek nedeni görmek için kendi kendinize şu soruyu sorun: Almanlar neden Avrupa'daki yapısal reform ihtiyacından bu kadar fazla bahsediyor?
Alman politika yapıcılar üzülerek de olsa şunun farkında, gelişmiş ülkeler arasında yapısal reformların - ki Avrupa için çok hassas bir konu - kesinlikle politik bir mesele olmadığı çok büyük bir ülke var: ABD.
ABD'nin değişime devamlı kucak açması, ulusal DNA'larına işlemiş bir durum ve bu büyük bir avantaj. Orada kimse yapısal reformları uygulamak için izin istemiyor. Değişim zaten kolay bir şekilde devamlı gerçekleşen bir durum.
Dinamik gelişmekte olan pazarlarda, özellikle Asya'da da durum hemen hemen aynı. Güçlü ihracata ve küresel pazarlarla birçok sektörde yüksek seviyede bir entegrasyona dayalı Alman ekonomisi'nin, daha fazla rekabet anlamına gelen, Asya ülkelerindeki yetenek seviyesinin hızla yükselmesi durumu için çok keskin bir önsezisi var. Bu ülkeler de Almanların reformları bu kadar kucaklamasında itici bir güç.
Hoşunuza gitsin ya da gitmesin, bunlar Avrupa'nın uğraşmak zorunda olduğu gerçekler bunlar.
Yapısal reformlar konusunda neden bu kadar ısrarcı?
Sonra şunu sorun, Almanya Avrupa'da yapısal reformları gerçekleştirmek konusunda neden bu kadar ısrarcı? Çünkü onlar olmadan, Avrupa'nın büyük bir çoğunluğu yaşlanan toplumları gelecek için ne yazık ki hazırlıksız. Avrupa'nın gelecekteki büyümesinde kesinlikle olumsuz bir etkileri olacaktır. Bu da Alman bakış açısıyla, Avrupa ekonomisinin geleceğinin neden sadece mevcut Yunanistan probleminden ibaret olmadığını açıklıyor. Konu ne borç meselesi ne de "kemer sıkma". Altta yatan sorun küçük bir ülkenin reform meselelerinden veye düzgün bütçe kontrolleri gerçekleştirmekten çok daha büyük.
Bu Avrupa ekonomilerinin - yapısal reformlarla - nasıl daha esnek hale getirilebileceğiyle alakalı. Eğer Alman hükümetinin bir misyonu veya misyonu varsa, o da Avrupa'yı 21. yüzyıla hazırlamakta üzerine düşeni yapmaktır.
Bu bağlamda en önemli unsur, kamu sektörünün toplam GSYH'deki payını düşürmektir. Bu da ABD ekonomik modeli göz önüne alınarak ve Asya'dan artan rekabet hesaba katılarak uygulanacak bir görevdir.
Tabii ki bu reformların hiç biri basmakalıp bir şekilde formüle edilemez veya uygulanamaz. Her ülkenin kendine has uğraşmak zorunda olduğu yasal düzenlemeleri vardır (özellikle kendi reform ajandasını takip etmek zorunda olan Almanya da dahil).
Dolayısıyla, uluslararası tartışmalarda sık sık duyulanın aksine, Almanya’da çok az karar verici diğer ülkelerin de “Alman modelini” uygulaması gerektiğini düşünür aslında. Almanya’nın süreçlerinde konuyla ilgili olan kısım politik boyutlardır: Eğer kıtanın en büyük ekonomisi reform ihtiyacı olduğunu düşünmüşse (ve eyleme geçtiyse), Avrupalı tüm ulusların da aynı şeyi yapması gerektiğini düşünmek mantıklıdır. İyi haber, birçok ülkenin bu yolu izledi.
Almanya’nın ulusların geri kalmaması için ihtiyaç duydukları noktaları eksiklikleri vurgulaması da, görevini yerine getirmeye çalıştığı için - uygundur. Diğer uluslar da aynı şekilde Almanya için bunu yapabilir. Herkesin yapıcı eleştiriye ihtiyacı vardır ve bunu bir motivasyon olarak kullanırlar. Aksi takdirde bir ekonominin nasıl yönetilebileceğine dair seçenekleri görmeden, kafayı kuma gömmek çılgınlıktır ve bir felaket reçetesidir.
Hükümetinin odağı Avrupa’nın geri kalanını 'Asyalılaştırmak'.
Küresel gerçekler doğrultusunda Avrupa’nın değişim ihtiyacını savunmak, ulusalcılığın tam tersidir. Bunu yapmanın hegamonyacı bir tutum sergilemekle alakası yoktur. Eğer illa da bir şeyle ilişkilendirilecekse, bu örneğin liderlik olabilir. Ve bunun kesinlikle ahlakla falan da alakası yoktur. Bu sadece - artık tam küresel bir ekonomimiz olduğu için - Avrupa’nın içinde faliyet gösterdiği gerçeklerdir.
Bunların hiçbiri Avrupa’lıların takdir ettiği baştan savma dengelenmiş sosyal modelle ilişkili olduğu anlamına gelmez. Örneğin, Almanya’nın sanayideki ortaklaşa karar verme yaklaşımı - bu yönetim kararlarındaki işgücünü de kapsar - rekabet avantajı sağlayan bir güç olduğu kanıtlandı. Bu yaklaşım, çok önemli bir şekilde Alman şirketlerini küresel şartlara tepki göstermek konusunda daha çevik hale getirdi.
Sonuç olarak, Alman hükümetinin odak noktası Avrupa’nın geri kalanını ne “Almanlaştırmak” ne de “Amerikanlaştırmak”tır, aksine “Asyalılaştırmak”tır.
Özellikle genç nesilleri yaralayan katı istihdam pazarı yapıları düşünüldüğünde, AB üye hükümetlerinin -demokratik olarak onaylanmış, en net hayal edilebilir teşviği biçim değiştirmektir. Günün şartlarına uymayan yapıları yıkmak, “Almanlar için” - ama herşeyden önce ulusların kendi iyiliği için, özellikle de kriz ülkelerindeki genç insanların refahını artırmak için, yapılacakların yanında hiçbir şey.
Bunun gerçekleşmesi için asıl mesele toplumun kayırılan kesimlerin (genelde daha yaşlı olurlar ve genelde şirketlerden olurlar) arasında gerçekleşen rant anlaşmalarını ortaya çıkarmaktır. Gerekli değişikliklerle mücadele eden uluslar, kendilerini riske atarak ranta yol veriyorlar.
Bu mücadelede başarılı olmanın en iyi yolu Avrupa’nın ortak ve refah bir geleceği olmasını sağlamak, önümüzdeki 20-30 yılda küresel büyümedeki payına katkı sağlayacak şekilde konumlanmaktır.
Klaus F. Zimmermann, Çalışma Hayatının Geleceği Enstitüsü (IZA) direktörüdür. Almanya, Bonn merkezli enstitü, dünya çapında 45'ten fazla ülkede 1300 kişilik bir ekonomist ağıyla, küresel istihdam piyasaları üzerinde çalışmalar yapar.