İyi yazar, diline önem verendir

Faruk Şüyün'ün bu haftaki konuğu; Ferit Edgü

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

1936'da İstanbul'da doğdu. Öykü, şiir, roman, deneme türlerinde yapıtlar veriyor. "Bir Gemide"yle 1979 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, "Ders Notları"yla 1979 Türk Dil Kurumu Deneme Ödülü'nü ve "Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı" ile 1988 Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü'nü aldı. "O" adlı romanı, Onat Kutlar'ın senaryosuyla Erden Kıral tarafından "Hakkâri'de Bir Mevsim" adıyla filme çekildi. Film, 1983'te 33. Berlin Film Festivali'nde ve 1984'te 2. Akdeniz Kültürleri Film Festivali'nde ödül kazandı. 12 Kasım'da açılacak olan 30. Tüyap İstanbul Kitap Fuarı'nın Onur Yazarı... Şu sıralarda zamanının büyük bir bölümünü bir sergi üzerine çalışarak geçiren öykücü, şair, romancı, deneme yazarı Ferit Edgü, bu haftaki konuğum... Birçok serginin de küratörlüğünü üstlenen Ferit Edgü ile sohbetimize bu son sergiden söz ederek başlıyoruz:

"Evet, şu sıralarda yoğun bir biçimde gene bir sergi üzerinde çalışıyorum. O küratör sözcüğünü sevmiyorum, onun için kullanmayayım. Ama serginin sorumluluğunu taşıyorum. Bu, sanıyorum düzenlediğim son sergi olacak, çünkü yorulmaya başladım. Sergiler genel olarak bir ekip işidir. Ne yazık ki ülkemizde birçok konuda olduğu gibi bu konuda da bir ekip çalışması yapmak son derece zor."

Nerede, ne zaman izleyebileceğiz bu sergiyi?

"Santral İstanbul'da 10 Mart'ta açılacak ve başlığı '20. Yüzyılın 20 Modern Türk Sanatçısı.' 1940 ile 2000 yılları arasındaki 60 yıllık bir dönemi kapsıyor. Büyük bir bölümü Paris ekolü Türk sanatçılar olacak. Fikret Mualla ile başlıyor. On sekiz ressam, iki heykeltıraş var; İlhan Koman ve Koray Ariş."

Bugüne kadar Türkiye'de yapılmış sergiler arasında en görkemlilerinden biri diyebiliriz sanırım. Kaç yapıt olacak?

"430 yapıt sergilenecek. Bunların önemli bir bölümü boyut olarak da büyük resimler. Bu nedenle sergi, Santral İstanbul'un üç katına yayılıyor. Eski deyimle onun hummalı faaliyeti içerisindeyiz ben ve arkadaşlarım. Şu sıralarda başka hiçbir şey yapacak durumda değilim bir ay daha."

430 resim... Farklı koleksiyonlardan mı topladınız?

"Hayır, onu söylemeyi unuttum. Bu da şaşırtıcı bir şey, bir tek koleksiyondan geliyor. Bu sergi önerisi gelene değin tanımadığım, genç bir koleksiyoncunun koleksiyonundan... On yıl önce bir Selim Turan resmi alarak başlamış koleksiyon yapmaya. Daha önce koleksiyonculuk serüveni yaşamamış, ama tutku ile sarılmış bu işe. Amerika'dan, Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden; Fransa'dan, İngiltere'den, Danimarka'dan Türk sanatçıların resimleri çıktıkça toplamış galerilerden, müzayedeevlerinden. Çok zengin bir koleksiyon. Tümü değil sergilediklerimiz, yarısı bile değil."

Türkiye'de böyle adını pek duymadığımız çok sayıda önemli koleksiyoncunun olduğunu düşünüyorum... Bu sergideki koleksiyonerin adını öğrenebilir miyim?

"Öner Kocabeyoğlu adında bir koleksiyoncu."

Ama önemli bir koleksiyondan, önemli bir sergi...

"Evet, çok önemli, anlamlı bir sergi. Beni çekmesinin nedeni biraz da o. Çünkü o dönem benim gerek Türkiye'de, gerek Paris'te bu sanatçılarla beraber olduğum dönem. Sergide yer alan yirmi sanatçının yirmisini de tanıyorum. Ama bunlardan on iki-on üçü çok yakın dostum. Âbidin gibi, Yüksel Arslan, gibi Selim Turan gibi, Mübin gibi. Dolayısıyla bu serginin önemine uygun bir çalışma yapıyoruz hem sergileme, hem de katolog açısından."

Sergilemeyi kim yapıyor?

"Metin Deniz dostum."

Kataloğun editörü de sizsiniz...

"Evet. Yoğun bir çalışma içerisindeyim. Erkal Yavi dostum da kataloğun grafik düzenini yapıyor."

Dostlarınız olan isimlerle çalışmayı tercih ediyorsunuz...

"Ben bütün sergilerde hep dostlarımla çalıştım. Çünkü onlar benim mizacımı biliyorlar, dilimden anlıyorlar. Ama sayıları ne yazık ki çok fazla değil, onun için de iki, üç, dört misli çalışıyoruz, ne yapalım?!"

Siz, benim en sevdiğim edebiyatçılardan birisiniz... Tezgâhta yeni bir şeyler var mı çok merak ediyorum...

"Haldun Taner rahmetli her karşılaştığımızda - yalnız bana değil, kuşkusuz bütün yazar dostlarına soruyor olmalıydı – 'tezgâhta ne var?' diye sorardı. Ben de hep kavun, karpuz derdim. Şu sergi bitene kadar tezgâhta bir şey yok."

İyi bir yazarsınız, yeni yapıtlarınızı dört gözle bekliyoruz...

"Neden iyi bir yazar? Çünkü, iyi bir yazar, benim için birinci derecede diline önem veren yazardır. Evet, ben dilime önem verdim ve yapıtımı o dilin içinde oluşturdum. Yani birinci derecede önemli olan birçok insan sanıyor ki öztürkçe'dir, ondan bahsetmiyorum; bir sanat, bir edebiyat dilinden bahsediyorum. Elbetteki Türkçe'ye önem vereceğim, ama benim sözünü ettiğim dil bir öykü dili... Şairin, ressamın dili gibi bir de edebiyatçının dili var, o dile verdiğim önem... Ama nerede, hangi dilin içinde gerçekleşiyor bütün bunlar: Türkçe'nin içerisinde. O da ancak çalışarak oluşuyor.

Turgut Çeviker dostum eksik olmasın dergileri, gazeteleri araştırdı yayınlanmış bütün yazılarımın bir bibliyografyasını çıkardı. Kitaplarıma girmemiş beş-altı öykü vardı. 'Bunların fotokopisini alayım ve yayınlayalım,' dedi. İstemedim. Öldükten sonra da yayınlanmasını istemem..."

Neden?

"Çünkü o günleri hatırlıyorum. Çok erken yaşlarda, 16-17'sinde yazmaya başladım. Daha çok 'Yeni Ufuklar'da yayınlanıyordu öykülerim. Elyazısı ile yazıyordum ilk zamanlarda. Bir öyküyü yazardım, Vedat Günyol'a götürürdüm, o da eksik olmasın daktiloya çeker, sonra baskıya verirdi. Bir gün bana dedi ki 'bu kadar yazma, hepsini yayınlayacak kadar dergi yok Türkiye'de.'

Ama gençlik, biliyorsunuz. Gençlikte her şeyi insan çok yapıyor, çok yapmak istiyor. Hızlı koşuyorsunuz... Ama şimdi temkinli yürüyorsunuz kayıp da düşmeyeyim diye. Halbuki eskiden karda kışta koşar adım ilerlersiniz. Dolayısıyla yazmak da öyle. Zaman geçtikçe daha güç yazıyorsunuz. Daha az beğenir olduğunuz için, gücünüz düştüğü için…"

Ve minimalist öyküler yazmaya başladınız...

"Evet, ben minimalist öyküler yazmaya başladım ya 1990'lardan itibaren, düşünüyorum da yaşam da biraz minimalist olmaya başlıyor."

Aynı fikirdeyim.

"Yaşam da minimalist olmaya başlıyor. Daha az şeyle yetiniyorsunuz. Eskiden oradan oraya yolculuklar ederdim, oturduğum yerde duramazdım. Şimdi daha az şeyler ile yetiniyorum. Kitaplar da öyle... Yani yazmak değil yalnızca, okuduğum kitaplar da öyle. Daha çok eski kitapları okuyorum."

Keşke anılarınızı da yazsanız...

"Zaman zaman dostlarım da diyorlar ki anılarını yaz... Birçok kez yazmaya da başladım, ama hep yarım bıraktım. Çünkü, hele hele aramızda olmayan insanlardan bahsettiğimde, dostlar söz konusu olduğunda negatif, olumsuz bir şey söylemek doğru olmuyor. Sanki onların dostluğuna ihanet etmiş gibi oluyorum. Onu  yapmadığınız, eleştirmediğiniz zaman da sahiliği yok. Örneğin Yüksel Arslan ile mektupların yayınlanmasına izin verdiysem orada eleştiriler de var, sataşmalar da, eğlenceler de… Bu tür anılar yazabilir miyim? Zannetmiyorum. Çünkü o bir sanat eseri olur yazarsam."

Zaten Türkiye'de fazla değil mektup edebiyatımız, anı edebiyatımız.

"Evet, ne yazık ki... Bu tür çalışmaları olanlar da çok başarılı değil doğrusu."

Demir Özlü, Orhan Duru dediniz... Aynı kuşağın yazarlarısınız... Bir kuşakdaşlık kavramı vardı sizin zamanınızda diyebilir miyiz? Bugünkü nesillerde böyle bir kavram yok diye düşünüyorum.

"Bugün yalnız kuşakdaşlığın değil, sözünü ettiğim tür bir dostluğun, bir dayanışmanın, yoğun bir birlikte yaşama şekline dönüşmüş bir dostluğun da olduğunu sanmıyorum. Çünkü biz birbirimizi her gün görürdük. Yani ben Paris'e gittim, çok kısa bir süre sonra olanaklar da izin verdi, Yüksel'in Paris'e gelmesi için elimden geleni yaptım. O kaldı ben döndüm sonra. Yani birbirimize o anlamda sanki bir ihtiyacımız vardı. Kuşak sözcüğü benim için son derece geçerli.

Geçende defterime bir not düşerken dostluklar konusunda dedim ki 'benim dostluğum, dostlarım öldükten sonra da devam eder.' Yani onlar yaşıyormuş gibi benim dostluğum devam eder. Onların anılarına saygı gösterilmediği zaman, onlara karşı yanlış değerlendirmeler, işler yapıldığı zaman ben kaleme sarılırım. Sait Faik için biri dilini uzattığı zaman ben kaleme sarılırım. Abidin Dino için birisi doğru olmayan bir şey yazdığı zaman yine kaleme sarılırım. Bu anlamda benim dostluğum ölümden sonra da devam eder.

Kuşak sorununa gelince bende aidiyet duygusu yoktur. Yani ne bir dine, ne bir milliyete, ne bir mezhebe ait hissetmem kendimi. Bir, dile aidiyetim vardır, çünkü o benim aracımdır ve amacımdır. Ama aidiyet duygusu olmayan bende, kuşak aidiyeti vardır. Çünkü biz ,böyle bir kuşak olarak doğduk. Türk edebiyatında daha önce böyle bir olay yoktu 1950'lerde.

Birçoğu bizi yalnızca öykü yazarları olarak görüyor, oysa İkinci Yeni şairlerini de koymak gerekir. Çünkü hepimiz aynı zamanda o yenilik oluşumunun içindeydik, aktörleri olduk o yeniliğin. Dolayısıyla bende, evet 1950 kuşağı aidiyeti vardır."

Edebiyatları biribirine benzemeyen güzel bir yelpaze vardı. Şimdi meselâ yeni kuşaklarda o da yok artık...

"Farklı, öyle olması gerekiyordu. Şunu 1950 kuşağı aidiyeti ile söylüyorum bizim kuşaktan gençlik ülkülerine, ideallerine ihanet eden bir kişi çıktı. Bunu bizden sonraki kuşakların…. söyleyebildiğini zannetmiyorum. İsim vermeyeyim. O kendini bilir."

Yüksel Arslan'la mektuplaşmaları kitap oldu

Siz, 50 kuşağının bir ferdi olarak geniş anılar ve tabii ki yazılı evrak dağarcığına sahipsiniz. Zaman zaman da onları kitaplaştırıyorsunuz. Bunlardan bir tanesi de hemen yakınlarda çıkan Yüksel Arslan ile mektuplaşmalarınız kitabı oldu...

"Geçen yıl biliyorsunuz Tezer Özlü Kıral ile olan mektuplarımız yayınlanmıştı Sel Yayınları'ndan. Bu yıl da Yüksel Arslan'la olanlar çıktı Kitap Yayınevi'nden. Ben bu kitabı istemiyordum ve hep öldükten sonra diyordum... Tezer için söylemiyorum, Tezer ölmüş ve çok az mektup kalmıştı elimizde. Birçoğu da kayıptı. Onu da uzun zaman erteledim, fakat sonunda ağabeyi Demir Özlü'den de izin alarak yayınladık o mektupları küçük bir kitapta.

Bunu da Yüksel çok istiyordu. Ben sürekli olarak ölmeden olmaz diyordum, o da 'öldükten sonra hiç olmaz' diyordu. Sonunda 'peki' dedim, pes ettim ve yayınladım."

Bir dostunuzla yazışmalarınızın o içten doğallığı...

"Benim çok yakın dostluklarım kendi kuşağımın yazar-çizerleri ile olanlardır. Bu anlamda ilk dostluğum, lise sıralarındayken - aynı lisede olmamamıza karşın - Demir Özlü'yledir. 1952 senesidir. Ondan hemen sonra rahmetli Orhan Duru gelir. Onlarla olan dostluğum hem insani bir dostluktur, hem de yazar-çizer dostluğudur. Fakat farklı mesleklerden çok değişik insanlarla da dostluklarım oldu. Örneğin yakın dostlarımdan birisi Sencer Divitçioğlu'dur. Ekonomisyen...

Bu dostlukların ağır basan tarafı entelektüel dostluklardır. Örneğin biz Yüksel ile yazışırken hem kendi kendimizle dalga geçerdik - Tanrıya şükür öyle bir erdemimiz var - hem de yalnız yazılı değil, sözlü olarak da biribirimizi kıyasıya eleştirirdik. Bazen dargınlık olacak kadar kıyasıya. Keza diğer dostlarımla da... Orhan ile olmadı ama Demir ile olmuştur, Vedat Günyol'la olmuştur. Âbidin alıngan bir insan değildi, alıngan olsaydı onunla da olurdu. Çünkü ben düşündüğümü açık seçik söylerim. O insanlar da benim artniyetim olmadığını bildikleri için buna katlanırlar, ben de onlarınkine katlanırım."

Daima yeni tasarıları var...

2009 yılı, edebiyatta 50. senenizdi ve yayınlanmış 181 öykünüzü bir araya getiren bir kitabınız yayınlandı...

"Öykücülük serüvenimi topluca değerlendiren, ortaya koyan 'Leş' diye bir kitap yayınladım. İki öykü kitabımın dışındaki tüm kitaplaşmış öykülerim - öyle söyleyeyim, doğrusu o çünkü - bu kitapta yer aldı. O, eski kitaplardan oluşan bir kitap olmasına karşın yeni bir kitap yazıyormuşçasına zamanımı aldı.

Ben yayınlanmış öykülerimi, kitaplarımı yeniden okumam, çünkü bir yanlış bulursam uykularım kaçar. O nedenle ancak yeni baskıları yapılırken okurum düzeltmek için. 'Leş'te de öyle oldu. Ama o kadar öyküyü yeniden okuduğumda yeniden yazmış gibi oldum ve bir doyuma ulaştım doğrusunu isterseniz. Olumlu ve olumsuz anlamda söylüyorum. Çünkü okurken aynı zamanda eleştirel bir gözle okuyorsunuz, aradan elli yıl geçmiş. O nedenle yeniden kaleme sarılıp öyküler yazmak, az önce söylediğim gibi bu sergi dolayısıyla da pek kolay değil. Ama daima tasarılar var tabii kafanızın içinde.

Bir soruya verdiğim yanıtta şöyle demiştim: Büyük bir yazar olmadığımı biliyorum, ama küçük bir yazar olmadığımı da biliyorum."

Beckett'en dokunaklı, muhteşem bir son!

"Benim üç başucu yazarım varsa biri Beckett'tir. Beckett yaşamının sonlarında kitapçıklar çıkarıyordu. Kitapçıklar... Kitap denemez onlara. 32 sayfa, yani aşağı yukarı bir öykü boyunda, ama onları biriktirip bir büyük kitap yapmıyordu, birer kitapçık yapıyordu...

Öldüğünde Berlin'deydim, onun yakın bir dostu da Berlin'deydi ve aynı apartmanın bir katını paylaşıyorduk. Amerikalı bir yazardı, Federman... Beckett'in ender yakın dostlarından biriydi. Ölümünü biz orada, Berlin'de öğrendik. Bir huzurevine çıkmıştı Beckett ve orada öldü.

Hayatının son yıllarında bir huzurevini seçmiş! Tam ona yakışan bir şey. Yanında - gençlik yıllarındaki ilk gözağrılarından biridir ve bütün hayatı boyunca yoldaşlık yapmıştır - Dante külliyatı varmış. Huzurevine giderken yalnız Dante'yi götürmüş yanında! Ve her gün ondan bir dize çeviriyormuş. Yani yaşamının sonunda bir insanın - Dante'nin hangi bölümünü Cehennem'i mi, Âraf'ı mı çeviriyor onu bilemiyorum tabii, ama muhtemelen cehennemden bazı dizelerdi! - bütün bir gün boyunca bir dizeyle uğraşması! Aklı falan yerindeydi, yani bir bunama söz konusu değildi. Bu bana çok dokunmuştu. Muhteşem bir şey!"

Gerçekten çok etkileyici...

"Ki ilk öğrencilik yıllarında Dublin'de üzerinde çalıştığı tekst de Dante'dir. Öyle bir süreklilik var ilk günle son gün arasında."

Bu konularda ilginizi çekebilir