Kırılma noktası
Burak KÜNTAY / Bahçeşehir Ünv. Amerikan Arş. Mrk. Bşk. & FFD Kıdemli Analisti
Yaklaşık 15 gündür Washington'dayım. Birçok dostumla her zaman olduğu gibi Türk Amerikan ilişkileri ve Amerikan politikası üzerine sohbetler yaptık. Aklıma gelen ilk sorulardan biri başkanlığının ilk yılının ortalarına gelirken dünyaya büyük umutlar saçan Barack Obama'nın dış politika konularında George Bush'tan ne kadar farklı olduğuydu. Obama başkan seçildikten sonra birçok kez köşemde Bush ve Obama'nın farklılıklarını zaten ele almıştım, ama bu sefer Obama'nın farklılıklarının ya da farklı görülen taraflarının bir kriz halinde ne denli sağlam olduğunu değerlendirmek istiyorum.
Obama ve Bush aslında bazı konularda birbirlerinden çok farklı da değiller. Mesela Obama'nın İran politikasına bakalım. Üslup farkı dışında aslında Bush'unkinden çok farklı değil. George Bush da ABD'deki sağ görüşlüler tarafından yumuşaklık ve etkisizlikle eleştirilmişti. Bugün aynı görüştekiler Obama'yı da aynı tarz davranmakla eleştiriyorlar. Bush, Kuzey Kore konusunda hiçe yakın bir aktif politika izledi. Yaptırımlardan ya da gerginliklerden kaçmayı ve sadece kınama yolunu seçti. Geçtiğimiz günlerde Kuzey Kore'de yaşanan misili denemelerine Obama'nın da sergilediği tavır Bush dönemini anımsattı. Üslupları dışında bazı konularda sonuç iki başkanı da aynı neticelere itmiş oldu. Mesela çok gündemde olan Guantanamo meselesi. Obama'nın seçim kampanyasında verdiği söz olmasa, Guantanamo'yu herhalde kapatma niyetinden vazgeçerdi. Niye mi? Suçluların federal hapishanelerde olmasına Bush gibi Obama da karşı. Ayrıca sivil mahkemelerde yargılanmalarına, tutukluların bazı özgürlüklerinin kısıtlanmasına da karşı. Bush'tan tek fark, biri Guantanamo açık kalsın dedi, Obama ise kapatılsın. Ama yöntem, suçlu ilişkileri, hukuk kuralları, özgürlük kısıtlanmaları konusundaki düşünceleri hep aynı. Yazımı şu ana kadar okuyanlar demesin, nerdeyse Obama'yla Bush'u aynı adam yaptın diye. Zaten değiller. İkisi de birçok açıdan birbirinden çok farklılar hem de çok. Farklılıkları benzerliklerinden 100 misli daha çok. Benzerlikleri az olduğundan mıdır, dikkatimi çeken nadir benzerliklerine değinerek başlamak istedim yazıma.
Farklılıklarına gelince; o kadar çok çok farklı yönleri ve yaklaşımları var ki saymakla bitmez. Bunların birçoğuna da daha evvel değindim zaten. Ancak bu sefer çok ilgimi çeken ve bence iki lider arasındaki en büyük fark olan bir özelliklerine değinmek istiyorum. Temsil ve liderlik bakış açıları.
George Bush'u ele alalım. Bush seçim kampanyasından itibaren başkanlığının son gününe kadar ABD Başkanı'ydı. Sadece ve sadece ABD Başkanı'ydı. Önceliği değil, tek görevi olarak ABD halkının ve devletinin çıkarlarını korumaya yemin etmiş bir liderdi. Başkanlık görevini sadece ABD'nin başkanı olarak kısıtlamıştı ve o şekilde davrandı.
Obama ABD Başkanı değil mi, yani ne biçim iş bu demeyin. Tabii iki ABD Başkanı'nın ilk vazifesi ABD halkının ve devletinin önceliklerini korumak, ancak bunun yanında soğuk savaş döneminde Rusya ve ABD'nin, daha öncesinde Büyük Britanya'nın, Osmanlı İmparatorluğu'nun ve Roma İmparatorluğu gibi devrinin süper güçlerinin kendi menfaatleri haricinde bir özelliği daha vardır. Dünya siyasetine yön verme ve dünya liderliği. Bush döneminde ABD'nin izlediği bu içe dönük ve tek ABD çıkarlarını gözeten politika aslında hem dünya siyasetini dengesizleştirdi hem de ABD iç ve dış politikalarını. O yüzden bir ABD Başkanı hem içerde, hem dışarıda başarı sağlayabilmesi için dünya lideri vasfına da sahip olmalı. Aksi halde bu içe kapanıklık küreselleşmiş dünyada ABD'yi de risk altına alır. İşte Obama'nın Bush'tan belki de en büyük farkı bu.
Obama bir dünya lideri gibi davranmaya çalışıyor, bu imajı vermeye çalışıyor. ABD başkanlığının yanı sıra bir dünya politikacısı imajı çiziyor. Bu hem dünya hem de ABD'nin geleceği açısından çok umut verici bir durum, ama nereye kadar.
ABD'nin her başkanı bazı dış politika gelişmeleriyle sınanmıştır. Bu gelişmeler ve yansımaları o başkanın siyasi hayatının da belirleyicisi olmuş ve ABD'nin tarihine o başkan için yazılacak yazıları belirlemiştir.
Rosevelt'in Pearl Harbor sonrası sergilediği tavırlar kendisini FDR yapmıştır. Kennedy'nin 1962 Küba misil krizindeki yönetimi belki de ilk kez ABD'yi SSCB'nin önünde bir yer almaya sevk etmiştir. Johnson ve Nixon yönetimlerinin üzerine devamlı Vietnam damgası karaltı vurmuştur. Reagan'ın SSCB için kullandığı şeytan imparatorluğu yaklaşımı ve soğuk savaşın son dönemlerinde oynadığı büyük rol Reagan'ın bir muhafazakar doktrin yaratmasına sebebiyet vermiştir. Baba Bush'un Irak savaşındaki tavrı, Clinton'ın Orta Avrupa'daki savaştaki tavrı iki başkanın da yönetimlerinin şekillenmesindeki en önemli unsur olmuştur. Tabii ki George W. Bush'un hemen hemen tüm sekiz senesini baştan aşağıya etkileyen 11 Eylül saldırıları ve teröre karşı savaş.
Bir düşünüyorum da, tüm bu başkanların vaatleri ve yönetimlerinin ilk günlerindeki tavırları ne kadar farklıydı kırılma gününe kadar. Kırılma günü dediğim gün belki de hepsinin başkanlıklarını baştan aşağıya değiştiren, ilk günlerindeki başkanlıklarından eser bırakmayan, vaat ve sözlerini unutturan o kırılma günü. Rosevelt için Pearl Harbor, Clinton için Bosna, Lincoln için iç savaş, Bush için 11 Eylül ve daha niceleri. Kimileri bu kırılma noktalarından daha güçlü ve kahramanlıklarla çıktılar, kimileri ise bezgin, bitap ve tüm duruşunu yitirmiş şekilde. İşte tavırları sergilemek ve sözlerinin arkasında durabilmek bir lider için bu dönemlerde zor olur. Kırılma gününe liderin göstereceği dayanıklılıktır esas olan.
Obama'nın da önündeki büyük sınav aslında bu. Bugün herkese umut veren duruşu ve söylemleri o kırılma gününden sonra ne kadar devam edecektir görmek lazım. O zaman yorum yapmak lazım.
O kırılma günü kimileri için İran, kimileri için Kuzey Kore, başkaları için ise Afganistan-Pakistan kaynaklı olacak. Bugün Amerika'da bu konuşuluyor. Bu konuda yorum yapmak aslında o kadar zor ki… Sizlerle enteresan bir tespitimi paylaşmak isterim. George Bush'un savunma bakanı Rumsfeld, ilk savunma bakanı olarak atandığında senatonun önüne onay almak için çıktı. Bu onay sürecinde birçok senatörün sorularına muhatap oldu. Bu sorular içinde bir tane bile Afganistan sorusu yoktu, ama bir sene bile geçmeden savunma bakanı Rumsfeld ABD'sini Afganistan'da savaşırken buldu. Aynı şey baba Bush'un savunma bakanı Dick Cheney için de geçerli. Cheney, senato onayına çıktığında tek bir soru bile Irak'la ilgili gelmedi, fakat savunma bakanı Cheney kendisini kısa zaman sonra Irak'la savaşta buldu. Aynı şey Clinton'ın savunma bakanı için de geçerliydi. Senato onayı sırasında her konuya dair soru geldi, ancak Yugoslavya ya da Bosna'ya dair tek soru yoktu. Oysa Clinton yönetimi döneminin önemli bir kısmını Avrupa'daki savaşla ve barış süreciyle geçirdi.
Bu örnekler de ele alındığında görünebiliyor ki, o kırılma gününün tespitini yapmak çok da mümkün değil. Asıl mesele, Obama'nın o kırılma gününe ne denli hazır olduğu ve dayanabileceği gerçeği.