Meraklı pehlivan gelirin gerçek sahibini arıyor

 

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

VERGİ PORTALI / Umurcan Gago

[email protected]

Sizi bilmem ama ben epey meraklı biriyimdir. Çevremde birileri aralarında benim duyamayacağım şekilde bir şeylerden mi bahsettiler, ne konuştuklarını hemen öğrenmezsem çatlarım. Bir yerlerde birileri iştahla ilginç bir şeyler mi yiyorlar, dayanamam ben de aynı şeyi bulur hemen ağzıma atarım. Bir sürü garip şey aklıma takılır. Kendi sınırlarım içinde, bana çok ters gelmiyorsa, her türlü aktiviteyi denerim. Deneyemediysem de merak ederim. Sonuçta bu deneylerim bazen hüsranla sonuçlanır, ama bundan hiç gocunmam. Arada başarı ile sonuçlananlar çıkarsa onlardan zevk almasını bilirim. Herhangi bir şeyi sevip sevmediğime o şeyi yeterince bilmeden, tanımadan, denemeden karar veremem. Verenlere de şaşarım. Ki bu nedenle, bazen çevrem beni şaşkına çevirir. "Al, mate dene, İnkalar hep bu çaydan içerlermiş", "Aaaa hiç sevmem", "Hiç içtin mi?", "Hayır içmedim", "Madem yorgunsun, gel hamama gidelim rahatlarsın", "Ben hamam sevmem, sauna, buhar odası filan olsa belki", "Gittin mi pekiyi hiç?", "Hayır asla". "Kıbrıs'ta çadır kampı yapalım mı, doğayla baş başa, caretta carettalar filan?", "Yok aman kalsın, ben almayayım, hayatta çadırda kalamam", "Kaldın da başına bir iş mi geldi?", "Yok. Ama çadır filan bana ters [biz yedi göbektir resortlarda yaşarız]". "Hafta sonu serhat şehrimiz Edirne'de Kırkpınar yağlı güreşlerini izleyelim mi, 647 yıllık gelenek, ata sporu hem", "Ay ben öyle yağlı yağlı adamları görmeyi hiç sevmem, çok şey...", "Kaç defa yağlı yağlı adamlarla oldun ki, üstelik ne demek o 'çok şey'?" Yanlış anlamayın tek bir insanı düşünerek anlatmıyorum bu işal Anglo-Sakson tavırları. Nedense genellikle böyle oluyor. İnsanlar tanımadıkları, hiç bilmedikleri şeyler hakkında "hiç sevmem" diye işin içinden çıkıveriyorlar, üstelik bir de garip önyargıyla etiketleyerek. Daha kötüsü karşılarındaki insana da böyle davranıyorlar. "Filancayla tanıştırayım seni", "Yok ben ondan hiç haz etmiyorum!". "Hiç konuştun mu ki?", "Yo, ama gerek yok, belli ki onun sohbeti baharatlı değil". Tanımayı, denemeyi arzu etmiyorlar. Çünkü merak etmiyorlar. Çünkü zaten biliyorlar, daha doğrusu bildiklerini düşünüyorlar. Bildiklerinin kendilerine yeterli olduğuna inanıyorlar. Benim içimdeki garip ben ise, ne kadar bilgisiz olduğunu fark ediyor her geçen gün. "Ne kadar az şey biliyorum" duygusu içimi kemiriyor. O yüzden de merak ediyorum.

Fakat belki de en kötüsü mesleki meraksızlık. Adam aşçılık yapıyor ama kendisine öğretilmiş olan tariflerin dışında herhangi bir yemeği kendisi bulmayı denemiyor. Böyle bir şeyi merak etmiyor. Kayısının tavuklu bir yemekteki tadını, balkabağının çorba halini de denemek istemiyor. Adam ya "ulusolcu politikacı" ya "Türk-İslam fanatizanı" ama birkaç ülke dışında hiçbir ülkenin yakın siyasi tarihini bilmiyor. Haydi, bu önemli değil, merak da etmiyor. Adam vergi kanunu yazıyor, başka ülkelerin vergi kanunlarında nasıl düzenlemeler olduğunu bilmiyor, bilmek de istemiyor. Aslında belki de haksızlık yapmamak lazım. Bazen belli amaçla ve koşullu olarak bilmek isteyebiliyor. Şöyle ki, eğer başka ülkelerin vergi mevzuatında onun o an kendi çıkarlarına uyan bir örnek varsa onunla ilgilenebiliyor. Ama çıkarlarına hizmet etmiyor gibiyse, yok saymayı tercih ediyor. Ben kaç defa şöyle taleplerle karşılaştım mesela: "Umurcan Bey, borsada hisse senetlerinin alım-satımından elde edilen kazançların vergilendirilmesi ile ilgili bize yurtdışı uygulamalar konusunda bir araştırma yapabilir misiniz lütfen?" Uzun araştırmalar sonucunda çalışma tamamlanıyor. Sonuç şu: Araştırma kapsamındaki tüm ülkelerde bu kazançlar bireyler tarafından beyanname verilmek suretiyle vergilendiriliyor. Tabii bu sonuç istenen sonuç değil. Çalışma hiç hoşa gitmiyor ve bir daha ortaya çıkarılmamak üzere derinliklere gömülüyor. Merak edip de bu tip çalışmaları yaptıran da fazla merakın zararları konusunda böylece dersini almış oluyor.

Oyunun adı: Mükellef kim?

İşte plajda yine merakla bir vergi dergisi karıştırdığım bir gün ilginç bir makaleye rastladım. Konu "gelirin gerçek sahipliği" (GGS) idi. Meraklısı için kısaca anlatayım. Diyelim ki, sizin bir miktar paranız var ve gelir yaratacak bir şekilde tasarruf etmek istiyorsunuz. Mesela hisse senedi veya tahvil alacaksınız, borç olarak vereceksiniz vb.. Bu nedenle de vergi ödemek zorunda kalacaksınız. Oysa bir arkadaşınız şu veya bu nedenle, söz gelimi dar mükellef yani yurtdışında yerleşik olduğundan, gelir elde etse de vergi ödemek zorunda değil. Siz paranızı bir şekilde arkadaşınıza veriyorsunuz, söz konusu tasarruf işlemini arkadaşınız kendi adına yapıyor. Sonra da elde ettiği geliri kimselere belli etmeden size aktarıyor. Bu aslında gündelik hayatta sıkça oynanan bir oyun. Kimisi bunu [Zeki Gündüz'ün deyimiyle] 'kör gözüm parmağına vergi teknikleri' ile yapıyor, kimisi daha karmaşık. Eğer vergi kanunu "mükellef" (yükümlü) tanımını şekli olarak yapmışsa, başarılı bir vergi planlaması yapmış olabilirsiniz. Ya da öyle sanıyorsunuz demektir. Çünkü mahkeme mevzuatı amaçsal bir şekilde yorumlayarak "Her ne kadar şeklen mükellef arkadaşınızmış gibi görünse de, mükellefiyette esas olan gelirin gerçek sahibi olmaktır" diyebilir. Yani para kimin cebine giriyorsa mükellef odur sonucuna ulaşabilir. Böylelikle vergiden kaçınmış değil, vergiyi kaçırmış olursunuz ve ilk uçağı kaçırmadan havaalanının yolunu tutmanız gerekebilir.

Nereden çıktı bu GGS kavramı?

Aslında uluslararası alanda ilk kez 1960'lı yıllarda Anglo-Sakson ülkelerinin bazı vergi anlaşmalarında, daha sonra 1977'den itibaren OECD modelindeki vergi anlaşmalarına ait yorumlarda ve çeşitli AB direktiflerinde kullanıldığını görüyoruz. Ayrıca birçok ülke vergi anlaşmalarında da açıkça bu kavrama yer vermeye başlıyor. Örneğin, ADB, İngiltere, Fransa, İsviçre, Rusya, İspanya, Ukrayna, vb.. İç hukuklarında zaten bu kavrama sahip ülkeler (örneğin, ABD, İngiltere) dışındaki bazı ülkeler de giderek iç hukuklarında buna yer vermeye başlıyorlar (örneğin, Fransa). Fakat uluslararası vergi hukuku alanında adından en çok 2006 yılında karar bağlanan ve bu alanda adeta bir mihenk taşı addolunan Indofood  davasından sonra söz ettiriyor. Bu önemli davadan kısaca söz edelim. Indofood isimli Endonezyalı bir şirket uluslararası piyasalarda borçlanma senedi ihraç etmek suretiyle finansman sağlamak istiyor. Bunun için Mauritius'da özel Amaçlı bir Şirket (SPV) kuruyor. Bu şirket, senetleri ihraç edip karşılığında sağladığı fonlamayı Indofood'a kredi veriyor. Kredi faizi üzerindeki yüzde 20 oranındaki Endonezya vergisi Mauritius ve Endonezya arasındaki vergi anlaşması uyarınca yüzde 10'a düşüyor. Ne var ki bir süre sonra Endonezya Mauritius ile arasındaki vergi anlaşmasını feshediyor. Bunun üzerine menkul kıymetleştirmeye aracılık eden banka Hollanda ile Endonezya arasındaki anlaşmaya dayanarak Mauritius'daki SPV yerine onunla aynı işlevi görecek ama bu kez Hollanda'da kurulu bir SPV'nin kullanılmasını öneriyor. İngiltere Yüksek Mahkemesi mevzuatın amaca uygun bir şekilde yorumlanması esasından hareket edip, işlemin ekonomik gerçekliğini dikkate alarak Indofood'un yapacağı faiz ödemeleri bakımından Hollanda'daki SPV'nin "gelirin gerçek sahibi" sayılamayacağını karara bağlıyor. Böylece yüksek mahkeme açıkça mükellefin gelirin gerçek sahibi olması gerektiğini kabul etmiş oluyor.

Bizde gelirin gerçek sahibini bulmanın önemi var mı?

Hiç kuşkusuz Türk vergi mevzuatı açısından da gelirin gerçek sahibini belirleyebilmek önemli. Üstelik sadece vergi anlaşmalarının uygulanması bakımından değil, yabancılık unsuru taşımayan hallerde bile bu esasın uygulanması gerekebilir. Zira bu kavram özü itibariyle vergi kaçakçılığı ile mücadelede kullanılan bir silah. Özellikle giderek karmaşık hale gelen vergi kaçırma teknikleri karşısında çok etkin. Zira "muvazaa", "kanuna karşı hile", "hakkın kötüye kullanımı" gibi önleyici diğer tekniklerden niteliği itibariyle daha farklı. Mali idare ve mahkemeler tarafından kötü niyetli mükelleflerle mücadelede daha etkin ve kolay bir şekilde uygulanabilir. Bizde ilk kez 2005 yılı sonunda 257 numaralı Gelir Vergisi Genel Tebliği'nde açıkça kullanıldı. Fakat bunun yasal dayanağını nereden aldığı çok açık değil. "Özün önceliği" ilkesinden kaynaklandığı düşünülebilir ama henüz mahkemeler tarafından da test edilmiş değil. Bu açıdan yeni bir Gelir Vergisi Kanunu'nun hazırlanmakta olduğu şu günlerde belki de yasada açıkça zikredilmesi düşünülebilir. Yani Anglo-Sakson'lardan bu kez gerçekten işe meyveli (yani "yararlı" manasında, İnzgilizce "fruitful"dan) bir kavramı işal edebiliriz belki de. Ama elbette bu, uluslararası vergi hukukundaki gelişmeleri takip ederek Türkiye'de gelirin gerçek sahibini bulmak konusunda ne kadar meraklı olduğumuz ile ilgili biraz da. Dedik ya, merak çok önemli diye. Meraklısına arz olunur.