"Bir kaosu birlikte yaşıyoruz"
Faruk Şüyün'ün bu haftaki konuğu; Metin Belgin
Onu sahnede en son "Kontrabas"ta izlemiştim. Patrick Süskind'ın çok sevdiğim aynı isimli romanını oyunlaştırmıştı. Sanıyorum İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun 2007-2008 sezonuydu. "Kontrabas"ta, orkestraların birinde kontrbas çalan bir adamın hesaplaşması anlatılıyordu. Rejisini yaptığı bu tek kişilik oyunun kahramanını canlandırıyor ve sahnede sanki bir resital veriyordu. Aynı tarihlerde senaryosunu yazdığı Nâzım Hikmet'i anlatan "Mavi Gözlü Dev" filmi de vizyona girmişti. Daha önce "Kayıkçı" ve "Ayın Karanlık Yüzü" isimli sinema filmlerinin senaryolarında da onun ismi vardı.
Evet, tahmin ettiğiniz gibi birçok filmde, televizyon dizilerinde karşılaştığımız, sesini duysaydınız seslendirmelerinden de hemen hatırlayacağınız Metin Belgin bu haftaki konuğum. Ve hemen soruyorum Metin Belgin şu aralar nelerle uğraşıyor?
"Metin Belgin şimdilerde dizi oyunculuğu yapıyor. Devlet Tiyatrosu'nda bir oyun çalışmak üzere yola çıktık, ama maalesef çeşitli nedenlerden dolayı, 'teknik aksaklıklar!' nedeniyle onu rafa kaldırmak zorunda kaldık. Benim, aslında iki yıldır üzerinde çalıştığım bir projeydi. Bir korku-gerilim tiyatrosu yönetmek istiyorum."
Adı neydi?
"Siyahlı Kadın, ama söyledim ya bu yıl rafa kalktı."
Yabancı bir yazar mı? Belki ikinci sezona sahnelenebilir...
"Evet. Bir İngiliz. Evet, ikinci sezonda belki bir oynama olasılığı olabilir. Şu an henüz hiçbir şey belli değil. Çünkü tiyatronun, özellikle Devlet Tiyatrosu'nun durumu çok fazla iç açıcı görünmüyor. Sahnelerimiz elimizden alındı, Atatürk Kültür Merkezi artık yok, sağa-sola savrulmuş durumdayız. O nedenle 2010, Devlet Tiyatroları açısından - ben bir Devlet Tiyatrosu elemanı olarak acı ve utanç duyuyorum – kötü geçti. Önümüzdeki yılları da bu anlamda hiç aydınlık görmüyorum."
Yeni projeler peşinde...
Ekonomik nedenlerden dolayı da dizi sektöründe yer almaya çalışıyorsunuz. Hangi dizide/dizilerde oynuyorsunuz?
"Fox kanalında gösterilen şu an 63. bölümünü çektiğimiz epey uzun soluklu bir dizi: 'Ömre Bedel'de oyunuyorum. Kötü adam, iyi kız formatında izleyicilerin ilgisini çeken dizilerden bir tanesi. Orada zengin, altın tüccarı bir babayı oynuyorum. Herhalde bu sezonu bitirecek gibi görünüyor. Onun dışında işte sizinle Nâzım Hikmet için yapacağımız 'Ustalara Saygı' etkinliği gibi üzerinde çalıştığım birtakım projeler var."
Bir örnek verirseniz...
"Örneğin Mehmet Birkiye, Atilla Birkiye ile birlikte İş Sanat'ta her ay bir şairin şiirlerinden seçkilerle ve müzik destekli olarak sürdürdüğümüz etkinlik 2011'de devam edecek. 17 Ocak'da Bedri Rahmi Eyüboğlu'nu şiir severlerle buluşturacağız. Onun ardında 14 Şubat Sevgililer Günü'nde 'Aşk Şiirleri' adı altında Atilla Birkiye'nin seçkisiyle bir şiir gecesi sunacağız. Yani bir şiir hayatımızdan çıkmıyor, doludizgin devam ediyor."
Peki yeni senaryolar var mı? Ben, onları da merak ediyorum.
"Benim daha önce yazmış olduğum 3 senaryo var sinema filmine dönüştürülen. Sonuncusu da Nâzım Hikmet'in yaşamından bir kesiti anlatan 'Mavi Gözlü Dev' di. Ondan sonra sinemadan biraz uzaklaştım ve biriktirme yönüne gittim.
2011'de kendi çekeceğim bir film projesi ile ilgili çalışmaları sürdüreceğim. Daha zamana ihtiyacı olan bir Mustafa Suphi filmi projesi. 12 Eylül'ü bir başka boyuttan, bir tiyatrocunun gözünden anlatmaya çalıştığım bir projem daha var. Bu iki projeden hangisi öne geçer bilemiyorum, ama senaryosu ortaya çıktıktan sonra yönetmenlik koltuğuna kendim oturmak istiyorum. Gelecekle ilgili böyle bir umut da taşıyorum, bilmiyorum."
İlk yönetmenliğiniz olacak değil mi?
"Evet. Sinemada ilk kez kamera arkasına geçeceğim."
Umarım her şey yolunda gider ve kısa süre içinde projeleriniz hayata geçer. Biz, şimdi güncel bir konuya değinelim. Geçtiğimiz günlerde "Yerli Dizi Yersiz Uzun" sloganıyla bir eylem gerçekleştirildi. Dizilerde oynayan bir sanatçı olarak bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
"Önce senaristlerin çıkışıyla kamuoyunda duyulan bu sorun, sizin de belirttiğiniz gibi geçtiğimiz haftalarda Atatürk Kültür Merkezi'nin önünde tüm sektör çalışanlarının katıldığı bir eyleme dönüştü.
Bunun yansımalarını henüz daha görmedik, tartışmalar sürüyor. Tabii tiyatro sektöründe ister devlet ya da şehir tiyatroları olsun, ister özel tiyatrolar olsun hepsinde devletin, hükümetin bir kültür politikası olmadığı, hep gündelik yapılan işlerle kotarılmaya çalışıldığı için sıkıntı oluşuyor. Bu olay tabii televizyon sektöründe daha göz önünde ve çok daha acımasızca bir hal aldı diyebiliriz. Onun nedeni de her hafta 90 dakikayı aşan sürelerde, bir sinema filmi uzunluğunda bölümler çekmek ve izleyiciye ulaştırabilmek için çaba gösterilmesi. Bunları yapabilmek için ise saat sınırı yok. Zaman sınırı olmadığı için de sabahlara kadar çalışılıyor."
Büyük rekabet var
Nedenini bir de sizden dinleyelim?
"Bir kere biz Batı'daki gibi dizileri yedekleyerek çekme şansına sahip değiliz. Burada, bu acımasız rekabet ortamında kanallar reyting savaşları yaşıyorlar. Diziler de bu savaşın içindeler. Kendini eğer seyirciye izlettirebiliyorsa kulvarda koşmaya devam ediyor, eğer izlettiremiyorsa anında, hemen makasa gelip yayından kaldırılıyor.
Şimdi burada iş kanal, reklam verenler ve yapımcılar üçgeninde dönüyor. Tabii ki bunun bütün yansıması da set çalışanlarına, oyunculara oluyor. Potansiyel üstü bir çalışma ile devam ediyor dizi çekimleri. Benim izlediğim, dışarıdan değerlendirdiğim kadarıyla yapımcılar şu anda taşeron mantığıyla iş ürettikleri için televizyon patronları ve reklam verenler arasında dönen ve sonunda ucu RTÜK'e bağlanan - ki ben çok tehlikeli olarak görüyorum bunu - bir kısır döngünün içine girmiş durumda, bir çıkmazın içindeler."
Peki, dizileri durduracak eylerler veya sonuçlar yaşanabilir mi?
"Ben buradan dizileri durduracak büyük eylemlerin çıkacağını hiç ummuyorum. Çünkü bu insanlar ekonomik nedenler ile bağlılar dizilere ve buradan para kazanmaya çalışıyorlar. O nedenle ben dizilerin duracağını hiç sanmıyorum, ama şöyle çözümler üretilmeye çalışılıyor - ki bu da korkunç bir şey sektör açısından - 45 dakikaya indiririz dizileri, ama o zaman ödenen ücretler de yarıya düşer... Yine Türk kolaycılığı ile yapılan, mantıksız birtakım şeyler gelişmeye başlıyor. Ama sonuçta bence en korkunç olanı RTÜK'ün bir yasa çıkarıp kesin yasaklarla ve sınırlamalarla bu işi kotarması bekleniyor, ki en acısı budur bence, bunun sonu yok.
Şu anda zaten televizyon çalışmalarında dil anlamında da bir dönüşüm ve sansür uygulamasını görüyorum. 12 Eylül 1980'den sonraki TRT'nin uyguladığı sansürü ben şu anda özel televizyonlarda RTÜK'ün uyguladığını görüyorum. Burada da tehlike çanları çalmaya başlıyor."
Dil dediniz... Ben de güzel konuşmadan, Türkçe'den söz etmek istiyorum. Eskiden tiyatrocular düzgün, güzel konuşan bu yönleriyle de örnek insanlardı. Ama yeni tiyatrocuların konuşmalarını, Türkçelerini anlamak pek mümkün değil. Lehçe anlamında söylemiyorum tabii. Genelde çok kötü bir Türkçe ile konuşuyorlar genç tiyatrocular, böyle bir şey dikkatinizi çekmiştir.
"Tabii, çekmez olur mu? Aynı zamanda ben çeşitli okullarda diksiyon dersleri de veriyorum. Yani aldığım eğitime dayanarak şunu söyleyebilirim. En azından Türkçenin doğru konuşulması için çaba gösterenlerden biriyim. Ama son dönemlerde şunu fark ediyorum. Doğallık adına tamamen dilin sokak diline dönüşmesi ile karşı karşıya kalıyoruz ve bu da ekrana taşınıp bunun doğal bir oyunculuk olduğu savunulmaya başlandı. Bu konu, kapsamlı tartışılacak bir mesele. İsterseniz bunu bir dosya konusu haline getirebilirsiniz ve çok farklı isimlerle bir soruşturma yapabilirsiniz. Böyle geniş kapsamlı, çok özel bir soru sordunuz. Çarpıcı bir soru. Ben tabii ki kendi cümlelerimle konuşacağım, ama bence çok ciddi tartışılması gereken bir şey. Çünkü doğallık nedir? Televizyon dizilerini sanat yapımları olarak görmüyorum, onlar üretilen ve tüketilen ürünlerdir. Ama biz sanat yapıtı adı altında üretilen sinema filmlerinde de aynı şeyi görmüyor muyuz?!"
Tartışılacak bir konu
Haklısınız, yeniden tiyatroya dönecek olursak, seyircinin beklentisi de önemli...
"Şu anda seyircinin beklentisi bunalımların içinde komedi gizleyip deşarj olma yoluna gitmeye çalışıyor. Bunu sağlamak için de biraz daha dilimizi bozuyoruz, onları kendi seviyemize çekmek yerine tam tersine onların seviyesine inerek sanat yapmaya çalışıyoruz. Bana göre de bunun adı sanat olmuyor. Bu, ciddi bir biçimde tartışılması gereken bir konu. Meselâ doğallık meselesi. Sanatta doğallık nedir? Bizim gündelik yaşamdaki ya da yaşamın içindeki doğallıkla sanatın doğallığı arasındaki farkı çok net bir biçimde saptamamız gerekiyor. Bence bu, uzun-kısa dizilerin tartışılması kadar çok önemli bir tartışma ve yapılmıyor."
Galiba bizde kimse teori ile pek uğraşmıyor. Zaten yeterince eleştirmenimiz de yok...
"Uğraşmıyor maalesef. Çünkü bizde artık kolaycılık var, yani herkes her şeyi yapmaya çalışıyor. Türkiye'de konservatuar sayıları çoğaldı, oyuncu potansiyeli çok fazla, fakat eğitmen yok... Eğitmen sayısına baktığımız zaman yok denecek kadar az. Isparta gibi, Erzurum gibi birçok ilimizde konservatuarlar var. Özel üniversitelerinkileri saymıyorum. Konservatuarlarda edebiyat hocalarının eğitmen olduğunu duyuyorum. Korkunç!.. Yani burada bir kısırdöngü var aslında.
Oralardan mezun olan öğrenciler de tiyatro yapmak amacıyla mezun olmuyorlar. Onlar, dizilerde oynamak amacıyla okuyorlar. Aslında şu anda bütün konservatuarların yaptığı şey, televizyon sektörüne eleman yetiştirmek. Bence bu da çok çarpık gelişen bir şey. O nedenle her şey birbirine karışmış durumda. İşte o kaosu hep birlikte yaşıyoruz galiba."
"Ustalara Saygı"da Nâzım Hikmet'i anacağız
Beşiktaş Belediyesi'nin Akatlar Kültür Merkezi'ndeki "Ustalara Saygı" etkinlikleri 10 Ocak'ta geleneksel olarak yine Nâzım Hikmet'e ayrıldı. Burada sizinle birlikte 2. projemizi gerçekleştireceğiz... Ayrıntıları sizden alalım.
"27 Mart 2010'daki tiyatro kutlamasını Ustalara Saygı toplantıları kapsamında Shakespeare'e ayırmıştık. Akatlar Kültür Merkezi'nde ustaları toplayıp Talât Sait Halman'ın daha önce Müşfik Kenter için tasarladığı ve onun defalarca oynadığı 'Kahramanlar ve Soytarılar'ı (daha sonraki basımlarında 'Türk Shakespeare' olarak değiştirdiği metni) biz epey kalabalık bir kadro ile o gece izleyici ile buluşturmuştuk. İlginç bir gece olmuştu ve hepimiz çok mutluyduk, izleyici de çok mutluydu. Faruk Şüyün'ü bilemem!"
Ben de çok mutlu oldum, çok sevdim o geceki etkinliği. Bu sene, 10 Ocak Pazartesi akşamki Nâzım etkinliğine gelecek olursak...
"Nâzım Hikmet'in 15 Ocak'taki doğumgünü haftası olarak kutlanan haftada biz onun şiirlerinden yola çıkarak bir kolaj yapmayı tasarladık. Yine Akatlar Kültür Merkezi'nde gerçekleştireceğimiz bu etkinlik, benim için 2011 yılının ilk projesi olacak. Bu nedenle heyecanlıyım. Nâzım'la uzun yıllardır haşır neşir bir kişiyim, o benim hayatımdan hiç çıkmıyor, birlikte olmaya devam ediyoruz. Şimdi de Ustalara Saygı'da bir şiirsel gösteri diyebiliriz. Daha henüz adını koymadık, sizinle birlikte karar vereceğiz.
Benim amacım şu oldu: Nâzım'ın bütün şiirlerini tabii ki çok iyi biliyoruz. Ama gençlerin sadece yıllardır slogan olmuş dilden dile dolaşan şiirlerinin ötesinde örneğin son dönem yapıtlarının da çok değerli olduğunu bilmelerini istiyorum. Bu etkinlikte de son şiirlerinden, sevdadan, kadınlarına yazdığı şiirler üzerinden yola çıkacağız. Dünyada birçok şarkıcının seslendirdiği Nâzım şiirleri de görüntüler eşliğinde yer alacak. Yani bir kolaj çalışma içerisindeyiz. Şu an da kolajın tam ortasındayız bunu sergilemek için biz de 10 Ocak'ı bekliyoruz."
"Devlet Tiyatroları kuruluş amacından saptı!"
Bugün Devlet Tiyatroları'nı nasıl değerlendiriyorsunuz?
"Ben Devlet Tiyatrolarının içinde bulunan bir eleman olarak kuruluş nedeninin bu topluma her türlü kültürün sunulması olduğunu, en büyük misyonunun o olması gerektiğini bilerek bu kurumun içindeyim. Ama son yıllarda biz o misyonu da kaybettik. Biz özel tiyatrolarla aşık atan bir kurum haline geldik. Çok altını çizerek üstüne basa basa da söylüyorum ki bu gerçekten acı. Böyle Devlet Tiyatrosu olacağına olmasın o zaman! O noktaya geliyor. Yani gerçekten kuruluş amacından sapmış.
Bugün artık dünyada eşi benzeri olmayan bir yapı haline gelmiş bir kurumda tiyatro yapmaya çalışıyoruz."
Aktörler de, sinema da bu durumdan nasibini alıyor galiba...
"İşte bu yozlaşmanın çeşitli eklentileri ile karşımıza çıkıyor. Aktör karşımızda somut olarak bunun göstergesidir. Sinema yönetmenlerimize baktığımız zaman, konuya oradan da yaklaşabiliriz. Çünkü biz her şeyi geç algılayan ve bu ülkede geç uygulayan bir toplumuz maalesef. 1950'lerde İtalyan Yeni Gerçekçilerin yaptığını biz 2010'larda uygulamaya çalışıyoruz. Oysa onlar yapılmış ve evrilmiş, başka noktalara gelmişken biz hâlâ o noktalarda bir şey arayıp kamerayı sokağa çıkarıp sokaktaki insanı oynatıp bunun üzerinden sinema yapmaya çalışıyoruz.
Tabii şöyle bir şey var: Biz bir İran Sineması gibi çok fazla sesimizi duyurup dünyada belli bir yeri olan bir sinemayı üretemiyoruz. Ama işte belli isimlerle belli festivallerden ödüllerle döndüğümüz zaman, o isimler de işte o İtalyan Yeni Gerçekçilerin hâlâ izlerini taşıdığı sinema yapmaya çalıştıkları için o tarz oyuncular ile çalışıyorlar. Belkide bizde de oyuncuların ona yönelmesinin başlıca nedenlerinden bir tanesi bu olabilir."