Yeni dönemde Türkiye-İran ilişkileri
Türkiye, Rusya ile Suriye krizi üzerinden geniş boyutlu güvenlik ve savunma iş birliğine gitmeye başlarken, İran hususunda daha ihtiyatlı olsa da benzer bir süreç takip edilmektedir.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 4 Ekim Çarşamba günü kalabalık bir heyetle Tahran’a ziyarette bulundu. Çok sayıda bakanın eşlik ettiği gezi esnasında iki ülke arasında 4. Yüksek Düzeyli Stratejik Konsey toplantısı da gerçekleştirildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, mevkidaşı Hasan Ruhani’nin yanı sıra dini lider Ali Hameney ile de görüştü. Görüşmeler boyunca taraflar ikili siyasi, kültürel ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesine vurguda bulundular.
Bilindiği gibi iki ülke yetkilileri tarafından belirlenen 30 milyar dolarlık ticaret hacmi gerek enerji fiyatlarındaki düşüş gerekse de iki ülke ilişkilerinin Suriye krizi nedeniyle gerginleşmesi sonucu 10 milyar dolar civarında sabitlenmiş durumda. Toplantıda gündeme gelen maddelerden birisi de yerel para birimleriyle ticaretin teşvik edilmesiydi. Bununla birlikte görüşmelere damga vuran temel mesele şüphesiz ticari hususlar değil başta Irak Kürt Bölgesel Yönetimi'nin (IKBY) düzenlediği referandum olmak üzere bölgesel gelişmeler oldu.
İlişkilerin doğası ve meydan okumalar
Aslında Türk-İran ikili ilişkilerinin son yüzyıldır oldukça istikrarlı bir seyir izlediği söylenebilir. İki ülke monarşi ya da cumhuriyet, teokratik ya da demokratik yönetimlere sahip olmalarını dikkate almaksızın birbirleriyle olan ilişkilerinde birtakım sabit parametreleri izlemişlerdir ki bunda iki ülkenin modernleşme serüvenlerinin benzer seyirler izlemesi, çok uluslu imparatorluk bakiyeleri olmaları, doğrudan sömürge haline gelmemiş ender İslam ülkeleri arasında yer almaları ve Soğuk Savaş esnasında aynı güvenlik kampında bulunmaları gibi etkenler belirleyici olmuştur.
Bununla birlikte Ankara ve Tahran arasında son yüz yıldır belki de en önemli kriz maddesini iki ülkenin Suriye konusunda taban tabana farklı politikalar izlemesi oluşturmuş, karşılıklı suçlamalar ve ithamlar zirve noktasına ulaşmıştır. Türkiye İran’ı kanlı Baas diktatörlüğünü desteklemekle ve mezhepçi yayılmacılıkla itham ederken İran da Türkiye’yi DEAŞ terör örgütünün uyguladığı vahşet üzerinden suçlamaya çalışmış ve genelde mesafeli olduğu uluslararası basınla ortak dili kullanmaya başlamıştır. Yine de bu dönemde bile karşılıklı başkentlere en yüksek seviyede ziyaret düzenlenebilmesi dikkatlerden kaçmamıştır.
ABD ile güven bunalımının etkisi
Ankara ABD’nin en azından şimdiye kadar YPG istisnası dışında bölgeye yönelik pasif bir strateji benimsediğini net olarak fark ettikten ve bölgesel müttefikleriyle Suriye krizini sonlandıramayacağını gördükten sonra rakip güçlerle Astana Sürecini başlatmış ve krizi soğutma evresine geçmiştir. Aslında Türk-ABD ilişkilerini zehirleyen tek etken kuşkusuz Suriye meselesi değildir. Ankara’nın, bölgeye yönelik dayatmalara karşı kendi ulusal çıkarları doğrultusunda politika izleme kararlılığı, tarihinde gördüğü en kanlı bombalı saldırılar, suikastlar ve darbe girişimiyle karşılık bulmuştur.
Son vize krizinin de gösterdiği gibi Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin kısa vadede normalleşmeyeceğine kesin gözüyle bakılıyor. Dolayısıyla geleneksel Atlantik ittifakının ciddi yara almasının sonucu olarak Türkiye, Rusya ile Suriye krizi üzerinden ama çok daha geniş boyutlu güvenlik ve savunma işbirliğine gitmeye başlamış, somut bir örnek olarak Rus S-400 savunma sistemleri siparişini vermiştir. Meselenin salt askeri ve teknik bir husus olmadığı konuya gösterilen iç ve dış tepkilerden de açıkça anlaşılmaktadır.
Mezhep çatışması mı jeostratejik mücadele mi?
Bu adımlarla birlikte Rusya ile ilişkiler çok hızlı bir iyileşme sürecine girerken, İran hususunda daha ihtiyatlı olsa da benzer bir süreç takip edilmektedir. Bunda Astana sürecinin şu ana kadar pürüzlerle de olsa ilerlemesinin yanı sıra Türkiye’de bir dönem çok revaç bulan ve bölgesel gerilimin temel kaynağının etnik ancak daha çok mezhepsel farklılıklar ve husumetler olduğu yönündeki varsayımın, Libya, Mısır ve son olarak Katar kriziyle birlikte geçerliliğini büyük ölçüde yitirmiş olması etkili olmuştur.
Özellikle sürekli olarak Suriye’deki gerilimin mezhepsel olduğunu öne süren aktörlerin Libya, Mısır ve Gazze’de Türkiye’nin son 15 yıldır geliştirmeye çalıştığı politikaların altını oymaya çalışması, en önemlisi de Türkiye’nin en yakın bölgesel ortaklarından olan Katar’a karşı adeta bir işgal harekâtına girişmeleri Türkiye’nin bölgesel ittifak denklemini gözden geçirmesine neden olmuştur. Katar krizinde Türkiye’nin tutumuna en yakın tavrın İran tarafından gösterilmesi de Türk-İran ilişkilerindeki yumuşamayı hızlandıran bir etki yapmıştır.
Kürt sorunu ve ortak perspektif
Türk-İran ilişkilerine dair herhangi bir analiz kaleme alınırken genellikle iki ülkenin Kürt sorunu hususunda benzer pozisyonlara sahip olduğu vurgulanır. Görev süresi yıllar önce sona eren, dolayısıyla herhangi bir karar alma yetkisi bulunmayan, silahlı güçlerini kullanarak kendi bölgesel parlamentosunu çalıştırmayan ve bağlı bulunduğu ülkenin anayasasını ihlal ederek gayrimeşru bir referandum düzenleyen Mesut Barzani’nin son girişimi de bu savı doğrulamıştır.
Ankara ve Tahran bu krize yönelik benzer tepkiler geliştirmiş, referandumun kabul edilemeyeceğini belirterek, bölgeye yönelik çeşitli siyasi ve ekonomik yaptırımlar açıklamaya başlamışlardır. Bununla birlikte söylem bazında İran’ın daha ihtiyatlı davrandığı ve etnik tansiyonu yükseltmemeye özen gösterdiği görülmektedir. Örneğin bölgesel yönetimin bu gayrimeşru hareketine ilk tepki İran meclisindeki Kürt milletvekillerinden gelmiş ve ortak bir bildiri yayınlayarak referandumun geçersiz ilan edilmesini istemişlerdir. Şu ana kadar Türkiye cephesinde verilen tepkilerin ise daha sert olduğu dikkat çekmektedir.
Türkiye son 15 yıldır Barzani yönetimiyle mevcut Irak anayasal yapısı ve çerçevesi içinde iyi ilişkiler kurmuş, gerek merkezi yönetimin aşırılıklarına gerekse de DEAŞ terör örgütüne karşı her türlü desteği sunmaktan çekinmemiştir. Yakın zamana kadar memur maaşlarını ödeyemez duruma geldiğinde Ankara Barzani’ye maddi destek vermekten kaçınmamıştır. Dolayısıyla önümüzdeki yüzyıla etki edecek bu denli önemli bir karar sürecinden Türkiye’nin dışlanması, meselenin oldu bittiye getirilmesi, bir takım Batılı karanlık figürleri yanına alarak merkezi hükümete ve bölge ülkelerine ‘arkam güçlü’ mesajı verilmesi tüm kardeşlik ve iyi niyet söylemlerini boşa çıkaran bir adım olmuştur.
Türkiye'nin bölücü akımlara karşı tavrı
İşin ilginç yanı tüm bu gerçeklere rağmen hala Türkiye’den destek beklenmesi ve bölgenin hamiliğini sürdürmesinin talep edilmesidir. Özellikle Türkiye içinde çok geniş yelpazedeki gözlemcilerin bu süreç içinde Barzani’nin Sünniliğini keşfetmiş olmaları önemli. Düne kadar Irak’ı Şii, Sünni ve Kürt diye bölenler bugün Şii ve İran yayılmacılığının büyük bir tehdit olduğu vurgulayarak Irak’ın parçalanması gerektiğini belirtiyor, Türkiye’nin buna en azından sessiz kalmasını talep ediyorlar. Referandumla eş zamanlı olarak Suriye’de YPG’nin kontrolü altındaki bölgelerde de ‘seçimler’ düzenlendiği düşünüldüğünde muhtemelen yakın bir gelecekte aynı çevreler Suriye’de Esed’in ne kadar eli kanlı bir diktatör olduğunu hatırlatacak, Suriye’nin bölünmesinin herkes için en iyi seçenek olduğunu ileri süreceklerdir.
Bu noktada Erbil’de sık şekilde duyduğumuz ve Türkiye’de de referandum yanlılarınca tekrarlanan İran tehdidi vurgularına değinmek gerekiyor. Daha önce de müteaddit kereler beyan edildiği üzere Ankara’nın bölücü hareketlere yaklaşımı diğer başkentlerin tutumundan bağımsız olarak temel bir yaklaşımdır ve neredeyse cumhuriyetin kuruluşundan beri değişmez bir tutum olarak kabul edilmiştir. ‘Irak bölünmezse İran güçlenir’ tezini savunanların gözden kaçırdığı husus Tahran 1975 Cezayir anlaşmasına kadar olan süreçte ya da İran-Irak savaşı esnasında bölücü akımları desteklediğinde bile Türkiye’nin tavrında herhangi bir değişiklik görülmemiştir. Dolayısıyla -kendi iç dengeleri açısından imkânsız olsa da- İran bölgedeki bölücü etnik akımları desteklese bile bunun Türkiye için bir anlam ifade etmeyeceği aşikardır.
Türk-İran ilişkilerinde ilk: Genelkurmay ziyaretleri
Mevzubahis görüşmelerin yaklaşık üç hafta öncesinde İran’dan ilk kez Genelkurmay Başkanı seviyesinde kalabalık askeri bir heyetin Ankara’yı ziyaret etmesi, ardından Türk Genelkurmay Başkanının devrimden sonra İran’ı ziyaret eden ilk NATO Genelkurmay Başkanı unvanıyla Tahran’a gitmesi, ikili ilişkilerin ekonomik, kültürel ve siyasi boyutların ötesine geçeceği izlenimi oluşturmaktadır. Askeri temasların merkezinde muhtemel müşterek İdlib operasyonu ile ilgili teknik detaylar veya IKBY'ye yönelik olası askeri tedbirler olduğu değerlendiriliyor.
Son ikili görüşme esnasında ABD Başkanı Donald Trump’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı övücü ifadeler sarf etmesi, Erdoğan’ın korumalarının ve kimi üst düzey devlet bürokratlarının ABD’de tutuklu oldukları ya da darbe liderinin faaliyetlerini ABD’deki çiftliğinden rahatça sürdürebildiği gerçeğini değiştirmiyor. ABD Türkiye’ye satmaya yanaşmadığı silahları PYD’ye hibe etmekten vazgeçmedikçe ya da Türkiye’ye yönelik ‘belirsiz’ tutumu devam ettiği müddetçe Türkiye’nin bölgesel seçeneklerini değerlendirmesi en uygun hareket tarzı olacaktır. Son vize krizinin de gösterdiği üzere iki ülkenin arasındaki güven bunalımı gittikçe derinleşmektedir.
Öte yandan Suriye krizinin gerginlik noktası olmaktan çıkması durumunda İran ve Türkiye’nin dolaylı da olsa bir çatışma alanı kalmayacaktır. Bu nedenle yakın gelecekte Türk-İran ilişkilerinin daha gelişeceğini söylemek mümkün olabilir. Ancak bu durum her gün yeni bir krizle karşı karşıya olan Ortadoğu’da uzun vadeli stratejik bir işbirliğinin başında olunduğu anlamına gelmiyor. Trump’ın İran’a karşı söylemden eylem düzeyine geçmesi ya da son dönemde sıklıkla dillendirilmeye başlanan İsrail-Hizbullah çatışmasının boyutları ve yansımaları tüm bölgeyi olduğu gibi iki ülke arasındaki ilişkileri de etkileme potansiyeline sahip.