2001-2018 Döneminin Kronolojik Olarak Analizi

Bekir KAVRUK
Bekir KAVRUK

2001 krizi sonrası 20 Mart 2001’de Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olarak göreve başlayan Kemal Derviş, “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”nı (GEGP) hazırlamıştır. Aslında hazırlanan programda söz konusu hususların bir kısmı Özal’ın hazırladığı 24 Ocak kararlarında da ele alınmış olup , ara geçiş döneminde yaşanan uyum sorunları ve yeteri yasal , siyasal , askeri , bürokratik alt yapının ve ulusal bir iradenin hazır olamamasından ötürü hayata geçirilmesi tam mümkün olmamıştır. İMF gözetiminde hayata geçirilen bu program 2008 yılı sonuna kadar uygulanmıştır.

Öngörülen bu reformlar 2001-2008 dönemi boyunca 3 ana başlıkta gerçekleştirilmiştir; 

  • kronik problemleri olan bankacılık sektöründe yapısal reformlar, global piyasalara entegrasyon ve kanalların sağlıklı dışa açılımını sağlayacak yasal tedbir ve düzenlemeler yapılmıştır.
  • İMF’ye ve diğer küresel kurumlara borçların ödeme kanallarının açılmasına ilişkin tedbirler, dışa açık özelleştirme ihaleleri , kemer sıkma , tasarruf paketlerinin ( austerity measures ) hayata geçirilmesine ve devletin küçültülmesine ilişkin yasal düzenleme , reform ve yaptırımlar hayata geçirilmiştir.
  • İMF’ye borç ödeme mekanizmasında bütçenin “faiz dışı fazla” vermesine ilişkin tedbirler. Faiz dışı fazla için bir yandan bütçe gelirlerinin artırılması diğer yandan kamu giderlerinin kısılması yoluna gidilmiştir. .

mali disiplin esas alınmış , kamu da israf önlenmiş , kamu açıkları düşürülmüş, özelleştirmelerden ek gelir sağlanmış, para politikasına öncelik verilerek enflasyon düşürülmüş, borçlanma kamudan özel sektöre yönlendirilmiş, cari açık ve sıcak para mekanizmasına göre büyüme gerçekleştilip işsizlik düşürülmüştür.

25.2.2003’de  1 mart teskeresi olarak tarihe geçen karar ABD ile olan ilişkilerimizde bir dönüm noktası teşkil etmiş olup, bu kriz 4 Temmuz 2003 günü Kuzey Irak  Süleymaniye’de çuval geçirme olayı ile zirve yapmıştır. ABD Büyük İsrail Projesinin geçiş kanallarından birisi olan , 4 bölümden oluşan ve haritası ifşa edilen  Büyük Kürdistan projesini hayata geçirmiş olup, Kuzey Irak sonrası 2.bölge olan Kuzey Suriye’de de kürt bölgesi oluşturma gayreti içerisine girmiştir. 3.bölge Güneydoğu Anadolu’yu kapsamakta olup , Türkiye’nin Irak ve özellikle Suriye’nin parçalanmasında izlediği dış politikanın ne ölçülerde gerçekçi olduğu hususu kamuoyunda hala ciddi tartışma konusudur.       

2005 yılında Türkiye, Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakerelerine başlamıştır. Bu müzakerelerin ciddi biçimde yürütüldüğü 2005 – 2008 arasında Türkiye’ye yılda ortalama 18 milyar dolar istihdam sağlayan , ihracata ivme kazandıran doğrudan yabancı sermaye yatırımı karşılığı döviz girmiştir. Bu dönemde İslam ve demokrasi bir arada tanımlanmış, medeniyetler ittifakı girişimine İspanya ve Türkiye öncülük etmiştir. Ancak medeniyetler ittifakında sembol özellikleri taşıyan Ayasofya üzerindeki tartışmalar tersine medeniyetler çatışması yönünde olumsuz bir imaj yaratmıştır.  

2008 yılı dünyada mega krizinin başlangıcı IMF ile ortak programın sona erdiği yıldır. ABD’den başlayan mega kriz daha sonra borç krizi olarak AB’ye sıçramış, Türkiye gibi  gelişmekte olan ekonomilere gelecek olan tehlikenin uyarısını vermiştir. Ancak varlık fiyatlarındaki büyük artış Türk insanıın kendisini varlıklı , üstelik zengin hissetme illüzyonuna kapılmasına yol açmış,  kamu dahil israfa ve şımarıklığa yöneliş furyası sokaklarda dolaşan ithal lüks arabalar , ithal lüks tüketim mallarıyla zirve yapmıştır. Bu dönemlerin cari açıkta da rekor rakamlara erişmesi tesadüf değildir. Toprak, rant, sermaye modelinin yoğun uygulamaya geçirilmesi sonrası mevcut kaynaklar üretime değil kolay ve çabuk para getiren betona yönlendirilmiş olup, fabrika sahipleri dahi adım adım mütahitliğe soyunmuştur. Sanayi , tarım ve özellikle beşeri sermaye ihmal edilmiştir. Beton ile sembolleşen bu dönemin kendi yandaş zenginlerini yarattığı , kamu ihalelerinde şeffaflığın ve rekabetin olmaması nedeniyle devletin çok ciddi kaynak kayıplarına uğradığı hususları kamuoyunda hala tartışma konusudur.   

Sıklaşan seçimlerin de etkisiyle hem iç hem de dış politikada popülizme yönelen Türkiye;  laiklikten uzaklaşmış sünni pozisyonlu din devleti algısı yaratması , Suriye politikası, 2015’de Rus uçağının düşürülmesi , 2016’da fetö darbe girişimi , AB ile ve özellikle AB’nin lokomotifi Almanya ile ilişkilerin nazi suçlamaları altında bozulmasına kadar çok önem arz eden olayların sonuçlarıyla yüzleşmek durumunda kalmıştır. Mülteci sorunu , güven sorunu , Turizm ve Güneydoğu’da sınır güvenlik sorunu bu yüzleşmelerin başında yer alan sorunlardır. Aslında ortaya çıkan tüm bu faturalar  Türkiye’nin o dönemlerde stratejik derinlik iddiasının gerçekte stratejik batağa dönüşümünün göstergesi ve buna paralel olarak doğrudan sermaye yatırımlarının azalması neticesi ekonomik sürecin bozulması olarak yorumlanabilir.

2013 yılı FED’in parasal genişlemeye (QE) yavaş yavaş son vereceğine ilişkin karar yılı olup, Türkiye gibi gelişmekte olan piyasalar için alarm özelliği taşımıştır. Hem FED kararı hem de yaşanan iç ve dış gerilimlerin çarpan etkisiyle TL değer kaybetmeye başlamış , büyüme ivme kaybetmiş , işsizlik artmaya başlamıştır. ABD dolarına karşı TCMB elinde tek etkili silah olan politika faizi popülist politikaların etkisiyle kontrollü olarak artırılamamıştır. Araya seçimlerin de girmesiyle beraber artan bu popülist süreç 2018 yılının ağustos ayında doların patlamasıyla zirve yapmıştır. İhraç malların üçte ikisinin dahi ithal girdi olduğu ülkemizde doların önemi başlangıçta yeteri kadar anlaşılamamış ancak USD/TL paritesinin enflasyonundan faiz oranlarına kadar ülkenin ekonomik hayatında nasıl belirleyici rol oynadığı yaşanan tecrübeler ışığında tam anlamıyla ortaya çıkmıştır.

Sonuç : 

Türkiye’de zincirleme birçok olay bileşkesiyle oluşan sosyal-politik-ekonomik kriz sürecinin artarak devam etmesi ; global piyasalarda Türkiye’nin cds risk priminin gittikçe artmasına , rating notlarının düşmesine , yabancı sermaye girişinin sıcak para dahil azalmasına, kaynak sıkıntısı çekilmesine , doların artmasına , TL’nin değer kaybetmesine  , enflasyonun artmasına, faizlerin yükselmesine, yatırım ortamının kötüleşmesine, tüketici güven endeksinin düşmesine, toplam talebin azalmasına , üretimin düşmesine , büyümenin düşmesine , işsizliğin artmasına, TCMB rezervlerinin azalmasına , kamu kesimi borç yükünün artma trendine girmesine , TL’ye güvenin azalması sonucu dolarizasyonun artmasına ancak iyi haber olarak ithalatın düşmesine, ihracatın yükselmesine ve dolayısıyla cari açığın azalmasına yol açmıştır.

Ülkenin bugün saman ve soğan ithal eder duruma gelmesinin nedeni 2001 krizi sonrasında bankacılık kesimi ve kamu mali disiplini alanlarında gerçekleştirilen yapısal reformların özel sektör ve tarım alanlarına genişletilmemiş olması yanında ülkenin israf ve popülizme yönelmesinde yatmaktadır. Resesyon sürecinin enflasyon ve işsizlikle aynı seyirde olması kimi ekonomistlere göre depresyon kimilerine göre ise slumpflasyon olarak adlandırılsa da sonuçta yaşanan bu süreç; politik çekişme ve popülizmin bir kenara bırakılarak ülkede güven ortamının yeniden inşaası yolunda hukuk , şeffaflık , liyakat , demokrasiden ekonomiye kadar yapısal reformların “samimiyetle” gerçekleştirilmesini zorunlu hale getirmiş bulunmaktadır.

Finacial Times’ın iddialarına göre TCMB net döviz rezervleri yapmış olduğu swaplar çıkarıldığında 16 milyar doların altına inmiş durumdadır. Bu iddianın doğru olması varsayımı altında Türkiye’nin döviz rezervi ancak bir iki aylık ithalat masraflarını karşılayacak seviyeye inmiş olacaktır ki kaynak sıkıntısına girilmesi dolayısıyla İMF ile 18 yıl aradan sonra tekrar masaya oturulması ya da muhtemelen THY gibi benzeri varlıkların satışa sunulma alternatiflerinin gündeme gelmesi söz konusu olacaktır. 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
CDS’in önemi ve Türkiye 21 Ağustos 2019