Başbakan Erdoğan'ın medyaya verdiği mesajlar

Hakan GÜLDAĞ
Hakan GÜLDAĞ hakan.guldag@dunya.com

Başbakan, cumartesi günü medya

yöneticileriyle birlikteydi.

Açıklamalarını gazetelerde okudunuz.

Gündem siyaset ağırlıklıydı.

Genel yayın yönetmenlerinin ilgisi de o

yöndeydi...

Ekonomiye ilgili fikir söyleyen olmadı.

Soru soran da...

Biz ekonomi gazetesiyiz.

Benim sorduğum sorular tamamen

ekonomiye yönelikti.

Kurlar, aşırı değerli TL'nin yol açtığı sorunlar,

Türk Ticaret Kanunu gibi geciken yasalar...

Başbakan da geniş geniş yanıt verdi.

Ekonomi bizim işimiz.

Benim ekonomiyle ilgili soru sormam normal.

Hiçbir genel yayın yönetmeninin ekonomiye

ilişkin tek bir soru bile sormaması ise anormal.

Benim Başbakan'a sorduğum sorulardan

biri:

"Ekonomi ne zaman gündeme gelecek?" idi.

Yaşanan seçim gibi referandumu...

Gündemdeki anayasa ve başkanlık

tartışmalarını...

Ana gündemin siyaset olacağı ayan beyan

ortada olan 2011 Haziran'ındaki genel

seçimleri...

Ondan sonraki yerel seçimleri...

Üç vakte kadar yapılacak Cumhurbaşkanlığı

seçimlerini hatırlatarak...

Oysa galiba bu soruyu asıl bizim medya

yöneticilerine sormak lazım.

Ulusal gazete ve televizyonları yönetenlerin

ajandasına ekonomi ne zaman girecek?

Sadece ekonomi değil...

Cumartesi günkü buluşmada bir konu daha

amiyane tabiriyle "güme gitti"

Medya...

Doğrusu, medya konusunun medya

yöneticileriyle yapılan bir toplantıda güme

gitmesi yazık oldu...

Kimin kabahatiydi?

Başbakan'ın mı?

Hayır, kesinlikle değil...

Sayın Başbakan kendi cephesinden

medyaya bakışını anlattı.

Teşekkür de etti, sitem de...

Yerdi...

Suçladı...

Birazdan detaylarını sizinle paylaşacağım...

Ama öncelikle söylemek istediğim şu;

Başbakan konuşmasının en az yarım saatini

medyaya ayırdı.

Peki, biz ne yaptık?

Taraf Gazetesi'nden Yıldıray Oğur,

dört sorusundan birinde, Haber Türk

Gazetesi'nde işine son verilen Bekir Coşkun

ile ilgili Başbakan'a ne düşündüğünü sordu.

Bir de Ulusal Kanal Genel Yayın Yönetmeni

Turan Özlü, "Ergenekon davasından tutuklu

bulunan gazetecilerin akıbetini"...

Başka?

Başka konuşan olmadı.

Hepimiz sustuk kaldık.

Hiç mazeret üretmeyeceğim...

Zaten ekonomiyle ilgili soru sorarken,

hakkımı kullanmıştım bahanesinin arkasına

saklanmayacağım...

Ben de dahil...

Hiçbirimiz Başbakan'ın medyaya yaptığı

"ağır" eleştirilere ilişkin ağzımızı açmadık,

kayda değer bir yorumda bulunmadık.

Bu yazıya ilişkin planım şu:

Genel Yayın Yönetmeni olmama rağmen

yerim sınırlı.

Onun için, bu hafta Başbakan'ın cumartesi

günkü konuşmasında "medya" çerçevesinde

verdiği mesajları yorumsuz olarak

aktaracağım.

Haftaya salı günü de kendi gözlemlerimi ve

yorumlarımı...

Başbakan konuşurken, "Peki ama o

zaman..." diye başlayarak aklıma gelen ama

sormadığım soruları da sizinle

paylaşacağım...

Başbakan Erdoğan konuşmasına

kendisinin medyaya yönelik yaklaşımlarını

izah ederek başladı:

"Zaman zaman sert eleştirilerimiz,

polemiklerimiz, öfkelendiğimiz zamanlar

oldu.

Bunlar medyaya yönelik bir sindirme ya da

baskı niyetiyle değil...

Haksız eleştiriye, iftiraya yönelik bir isyanın

tezahürüydü.

Medya, bizden eleştirilere tahammül

beklediği kadar, kendisi de eleştiriye karşı

tahammül içinde olmalı.

Zira medyanın eleştirme hakkı olduğu kadar,

takdir ederseniz ki siyasetçinin de eleştirme

hakkı vardır.

Bizim de temsil ettiğimiz milyonlar, on

milyonlar var.

Biz eleştirinin, hedef gösterme, bastırma,

sindirime girişimi olarak algılanmasını da çok

yanlış buluyoruz.''

Tophane'de meydana gelen olaylara da

değindi Erdoğan:

''Medyada yer alış biçimiyle, üzerinde

yapılan yorumlar marifetiyle, sınırlarını

aşarak farklı bir boyut kazandı. Lokal bir

olay, gereğinden fazla büyütülerek,

abartılarak yurt içinde ve maalesef yurt

dışında adeta bir Türkiye tablosu gibi

sunuldu. Sanki, Türkiye bu. Daha da öteye

gideyim, bu lokal olay, sanki 12 Eylül halk

oylamasında ortaya çıkan sonucun bir

tezahürü diye yazıldı.

Sizler de çok iyi biliyorsunuz ki olgu ile algı

arasındaki makasın bu derece açılması

sağlıksız bir iletişimin var olduğunu gösterir.

Medya dördüncü kuvvettir. Öyle denir.

Medya, yasamanın, yürütmenin, yargının

yerini aldığında sağlıklı bir demokratik süreç

oluşmayacaktır. İktidarı körü körüne

destekleyen, aynı şekilde kendisini

muhalefet partilerinin yerine koyan bir

medya yapısı da demokratik standartların

yükseltilmesine katkı sağlamayacaktır.''

Erdoğan, bu durumun acısını çok çektiğini,

1994 yılında, İstanbul Büyükşehir

Belediye Başkanlığı adaylığından itibaren

adeta "manşetlerle çarpışarak" bugünlere

geldiğini ifade etti.

"1960 darbesi, 12 Mart muhtırası, 12 Eylül

müdahalesi ve 28 Şubat sürecinde"

medyanın takındığı tavrı, içinden geçtiği

sınavı herkesin hatırladığını" söyledi...

Kendisiyle ilgili olarak ''Muhtar bile olamaz''

manşetinin atıldığını, bu süreçte mahkum

olup cezaevine gittiğini anlattı.

Erdoğan, medya yöneticilerine seslenerek,

konuşmasını şöyle sürdürdü:

''Ne yaptım da cezaevine gidiyorum?

Sizin her zaman muhatap olduğunuz,

yazdıklarınız.

Benim de o yazdıklarınızı, hep yazdığınız bir

şairin şiirini okumaktan dolayı gidiyorum.

Bunun dışında benim bir suçum yoktu.

Ama atılan başlık buydu:

'Muhtar bile olamaz'...

Bu bir sevinç çığlığıydı...

Parlamento çoğunluğuyla geçen bir yasa

için '411 el kaosa kalktı' manşeti atıldı.

'Topyekun savaş'...

'Rektörler endişeli'...

'Gerekirse silah bile kullanırız'...

'Muhtıra gibi tavsiye'...

'Genç subaylar rahatsız'...

'Tehlikenin farkında mısınız?'

gibi başlıklarla yayınlar yapıldı.

Medyanın bizim tarafımızı tutmasını

istemiyoruz ama siyasi taraf haline gelerek,

birilerinin psikolojik harekatının parçası

olmasını da doğru bulmuyoruz.''

Medyanın;

Demokrasinin... Hukukun...

İnsani değerlerin... Hak ve özgürlüklerin...

tarafı olması gerektiğini belirtti Erdoğan.

Bu değerler üzerinden bir medya mücadelesi

verilmesini de siyaset yapmak olarak

görmediklerini, tam aksine saygı duyduklarını,

alkışladıklarını ve her zaman da

desteklediklerini söyledi.

Özgürlükleri herkesin kendisine

yontmaması gerektiğini söyledi, eleştirdi:

''Hükümet olarak bizim çetelerle yaptığımız

mücadele, hukuksuzluğa gösterdiğimiz

tepki, antidemokratik girişimlere yönelik

tavrımız, zaman zaman medya tarafından

görmezden gelindi, hatta eleştirildi.

Türkiye'nin demokratikleşmesi, hukukun

üstün kılınması, çetelerin deşifre edilmesi,

medya tarafından çok güçlü bir şekilde

desteklenmesi gerekirken burada da sessiz

kalındı.

Bu noktada sesini yükselten, haberleri

cesaretle yayımlayan medya kuruluşları ise

yandaş medya olmakla suçlandı.

Oysa medya, demokrasiyle vardır.

Demokrasi yoksa özgür bir medya da

yoktur.

Bir dönem gazetelerin, televizyonların nasıl

baskı altına alındığını, toplumu

kutuplaştırmak için nasıl haberler

tezgahlandığını, bizzat o dönemin yayın

yönetmenleri ve yazı işleri müdürleri, köşe

yazılarında dile getirdiler.''

Başbakan Erdoğan, bir zamanlar

gazetecilerin fişlendiğini, tehdit edildiğini,

gazetelerin, matbaaların kapatıldığını

anlatarak, karanlık odalarda hazırlanan

andıçlarla terör yandaşı gösterilerek

gazetecilerin itibarlarının zedelendiğini

kaydetti.

Darbelere, cuntalara direnen kimi köşe

yazarlarının yine aynı çevrelerce yapılan

baskılar dolayısıyla işlerine son verildiğinin

ilk ağızdan dinlendiğini, Türkiye'nin

olağanüstü bir durum yaşadığında,

karanlık bir sürece girdiğinde, bundan en

büyük zararı gazeteciler ve siyasetçilerin

gördüğünü belirtti.

Örnekler de verdi Başbakan...

İsimler de...

''Hasan Fehmi'den Hasan Tahsin'e,

Sabahattin Ali'den Abdi İpekçi'ye,

Çetin Emeç'ten Musa Anter'e,

Uğur Mumcu'dan Ahmet Taner Kışlalı'ya

ve son olarak Hrant Dink'e varıncaya

kadar...

bu ülkede onlarca gazeteci, terörün,

mafyanın, çetelerin hışmına uğradı, faili

meçhul cinayetlerin kurbanı oldu, karanlık

dönemlerin bedelini hayatıyla ödemek

zorunda kaldı" dedi.

Başbakan'ın sitemi açıktı:

"Yüzlerce gazeteci fikirlerinden ve

yazdıklarından ötürü o karanlık dönemlerde

yargılandı.

Şule Yüksel Şenler...

Emine Şenlikoğlu...

gibi hanımlar da yargılandı, işkence gördü,

yıllarca hapishanelerde hayat sürdü.

Birçok gazeteci, evini yurdunu terk etmek ve

bu diyarlardan gitmek zorunda kaldı.

Bugün biz bu karanlığı aydınlığa çevirmek

için yoğun bir mücadele verirken, ne yazık ki

medyanın desteğini değil, eleştirisini

alıyoruz.''

Mesajını özenle seçmişti:

"Medyanın bizim tarafımızı tutmasını

istemiyoruz."

"Ama siyasi taraf haline gelerek, birilerinin

psikolojik harekatının parçası olmasını da

doğru bulmuyoruz. İktidar ile

medyanın her konuda yüzde 100

mutabakat içinde, görüş ve uyum birliği

içinde olması beklenemez. Hiçbir

demokratik bir ülkede böyle bir

durum söz konusu değil. Demokrasinin

güzelliği ve kalitesi de iktidarla medya

arasındaki ilişkinin ölçülü olmasından

doğar.

Devam etti:

"Mevlana'nın güzel bir sözü vardır:

'İyi bir dostu olanın aynaya ihtiyacı yoktur'.

Evet, dost acı söyleyebilir...

Dost kıyasıya eleştirebilir...

Ama bunu dostu için, dostunun iyiliği için

yapar.

Medyanın, bize acı gerçekleri,

çıplak gerçekleri gösteren,

yapıcı eleştiride bulanan...

bir yol gösteren ayna olmasını arzuladık ve

arzuluyoruz."

Başbakan'ın mesajları netti...

Eleştirileri de...

Dikkate alınması...

İrdelenmesi...

Tartışılması...

Yorumlanması gereken eleştiriler...

Haftaya görüşmek üzere...

Bekir Coşkun olayında gerçek ne?

Cumartesi günkü toplantıda Başbakan'a Bekir Coşkun olayı

da soruldu.

Başbakan'dan önce Ciner Grubu Medya Grup Başkanı Kenan Tekdağ yanıtladı. "Bekir Coşkun ile yollarını ayırmalarının tamamen kendi gruplarının bir iç tasarrufu olduğunu"

açıkladı. Bu konuda, "Başbakan'dan, hükümetten ya da bir başka siyasal güçten herhangi bir baskının, hatta telkinin gelmediğini" söyledi.

Başbakan'ın sözleri ise sertti:

"Bekir Coşkun'un Haber Türk'ten ayrılmasının başbakanlığın bir siyasi baskısı olarak lanse edilmesi çok çirkin. Çok yanlış.

Bu bize karşı yapılan haksızlık."

"Ailemle, hayat tarzımla ilgili hakarete varan, yine de tahammül ettiğim, sabrettiğim çok yazı oldu.

Sadece Coşkun ile ilgili söylemiyorum. Başkaları da var.

Asla patrona baskı yapmak ilkelliğinde olmadım.

Laf yetiştirme ilkelliğine başvurmadım."

"Daha önce başka bir grupta da aynısı oldu. İç tasarrufun faturası bize kesildi. ‘Olsa olsa Başbakan yaptırmıştır' mantığıyla... Patronu işe alırken bana mı sordu ki, ayrılırken bana sorsun."

Başbakan bu sözleri 25 Eylül Cumartesi günü söyledi.

Elimde aynı konuyla ilgili "Gazetecilere Özgürlük Platformu Deklarasyonu" var.

24 Eylül Cuma günü yayınlandı.

Başbakan'ın açıklamalarından bir gün önce.

Altına, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nden Basın Konseyi'ne 17 meslek örgütü imza koymuş. Bizim meslek örgütlerimiz; Ekonomi Gazetecileri Derneği ve Ekonomi Muhabirleri Derneği de...

Açıklamayı olduğu gibi aktarmak, kendi düşüncelerimi ise yine, Başbakan'ın medya ile ilgili mesajlarını yorumlayacağım gelecek salı günkü yazımda sizlerle paylaşmak istiyorum.

Deklarasyon aynen şöyle:

"Medya dünyamızın içinde bulunduğu gerçekleri değerlendiren ve 17 meslek kuruluşunu bünyesinde toplayan ‘Gazetecilere Özgürlük Platformu' 24 Eylül 2010 tarihinde Türkiye Gazeteciler

Cemiyeti'nde Orhan Erinç başkanlığında toplanarak aşağıdaki görüşleri kamuoyuna duyurmaya karar vermiştir:

1-Demokrasinin temel kurumu olan iletişim (basın, ifade) özgürlüğü, yaşanan son olaylarla, eskisinden daha ağır bir baskı dönemine girmiştir.

2-Gerçek sebebini bilmeden ve adil yargılanma hakları ihlal edilerek uzun süre hapiste tutulan arkadaşlarımıza ek olarak şimdi medya organlarını da tutuklayan bir dönem yaşanmaktadır.

3-Bu dönemin özelliği 26 Şubat 2010 tarihinde, "Köşe yazarları her istediğini yazamaz. Parasını sen veriyorsun, yazarına sahip çık, yazdırma, gönder" diyen Başbakan

Tayyip Erdoğan'ın sözlerinin uygulamaya konulmuş olmasıdır.

Nitekim bunun son somut örneği Haber Türk Gazetesi sütun yazarı Bekir Coşkun'un gazetesiyle iş ilişkisinin kesilmesidir. Kanıtı da Coşkun'un, ‘işverenin ve gazete yönetiminin kendisinden memnun olmasına rağmen ağır baskıya dayanamayarak iş ilişkisini sona erdirdiklerini, ifade eden sözleridir.

4-Bekir Coşkun olayı sadece bu etkili kalemi değil, tüm gazetecileri ilgilendirmektedir. Çünkü bu örnekle tüm gazetecilere sansürlerin en sinsi ve en kötüsü olan "oto-sansür" dönemine

girdiğimiz tebliğ edilmiş olmaktadır.

5-Siyasi iktidarı rahatsız eden kalemlerin ve yayınların "bertaraf" edilmesine başlandığını gösteren bu ve benzeri örnekler, halen 175 ülke arasında ‘basın özgürlüğü' bakımından

122'nci sırada olan ülkemizi, Kuzey Kore, İran, Suudi Arabistan gibi ülkelerin hizasına indirecek kadar vahimdir.

6-Ülkemizde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin ve genel olarak gelişmiş demokrasilerin kabul ettiği ölçütlere uygun iletişim (ifade, basın) özgürlüğüne ulaşıncaya kadar görevimize devam edeceğiz.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar