Borç zorlaşıyor, yiğit de zorda

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Ülkeleri ve halkları tanımak için yararlı yollardan birinin o ülkenin özdeyişleri, hatta yaygın deyimleri olduğuna inanırım oldum olası. Gerçekten de yüzyılların imbiğinden, birikmiş yaşam pratiklerinden süzülüp gelen bu sözler, çoğunlukla o topraklarda yaşayan insanların zihniyet kodlarını, davranış kalıplarını açıklayan ilginç ipuçları taşır. “Borç yiğidin kamçısıdır” da sık sık karşılaştığımız böyle sözlerden biri. Bireyler ve aileler bazında dahi bu konudaki geleneksel temkinli duruşu giderek bırakmakta oluşumuz bir yana, kamu yönetiminde ve özel kesimde neredeyse hükümet etmenin ya da iş yapma biçiminin zorunlu ve doğal bir parçası haline geldi borçlanma. Ama işin kötü yanı, faizin getirinin altında olması ya da makul bir sürede geri ödeyecek bir kârlılıkla kullanılması gibi gerekli koşullar da aranmamaya, borç gelir gibi algılanmaya başlandı. Hele kamu kesimi dengeleri açısından böyle bir lüksümüz hiç olmadı, aksine borç bulabildiğimiz sürece kendimizi başarılı saydık.

Borçlanmanın gerekleri

Aslında orta ve uzun vadede direncinizi arttıracak, kırılganlığınızı azaltacak bir stratejik planınız varsa böyle düşünmek yanlış da değil. Tasarruf oranınız düşük, işgücü niteliğiniz eksik ve üretiminizdeki yurtiçi katma değeriniz az ise kısa vadede durgunluktan sakınmak için borçlanmaktan başka seçeneğiniz kalmaz. Ne var ki bu defa da bu borcun vadesinin ve maliyetinin makul düzeyde olmasını sağlamanız gerekir. Bunun için de bir yandan ülkede yatırım ve iş yapma riskini azaltmanız, öte yandan ülke imajını dünya önünde güçlendirmeniz şart. Oysa bizim ne uzun, ne de kısa vadedeki bu önkoşulları sağlamak için yeterince çaba ve kararlılık göstermediğimiz oldukça açık.

Çok zamandır yazıp durduğumuz uzun vadeli stratejik plan ile ilgili eylemsizliğimizi bir yana bırakalım. Eğitim, teknoloji, tasarruf oranı gibi bir dizi alt başlıkta mesafe almakta zorlandığımızı biliyoruz. Ama son yıllarda 2000'lerin ilk on yılında fena yapmadığımız kısa vadeli ev ödevlerimiz konusunda da performansımız düşüyor. İş yapma kolaylığı, rekabet ortamı, düzenleyici kurumların bağımsızlığı, kamu ihalelerinde fırsat eşitliği, vergi uygulamaları gibi ekonomi ile ilgili alanlarda da, öte yandan bir süre dünyadaki Türkiye algısına ciddi olumlu katkılar yapan komşularla sıfır sorun gibi dış politika, yerli dizilerin geniş bir coğrafyada popülerleşmesi gibi kültürel, farklı etnik ve dini topluluklara yönelik liberal yaklaşım gibi sosyal alanlarda da adil olmayan, çatışmacı ve hoşgörüsüz eğilimlerin öne çıkması durumu daha da zorlaştırıyor.

Reel kesimdeki potansiyel risk

Hakkını teslim etmeyi ihmal etmeyelim, kamu borç yönetimi 2001 öncesiyle kıyaslanmayacak kadar iyileşti. Artık kamu nakit yönetiminin başarısından söz edilirken borcu çevirebilmesine değil, maliyeti ve toplam borç yükünü düşük tutup tutamadığına bakıyoruz. Ancak bu defa da özel kesim borçlarında hızlı bir artış gözleniyor ve bu durum küresel sermaye çevrelerince en önemli kırılganlık faktörü olarak nitelendiriliyor, çünkü risk değerlendirmesinde ekonomik kapasite ve direnç, bir bütün olarak değerlendiriliyor. Üstelik şimdiki durumun potansiyel riski daha fazla olabilir; Hazine'nin durumunu kamuya açık mali tablolardan analiz etmek kolay iken şimdiki borç yükünün özellikle bankalar dışı reel kesimdeki izdüşümünü ve ne düzeyde risk barındırdığını çözümlemek zor. 

Özellikle işletmelerimizin ölçek, sermaye, kurumsal yönetim, verimlilik ve rekabet gücü açısından yetersizliklerini düşündüğümüzde sorunu kayıtsız karşılamak mümkün değil.  Zaten OECD'nin PİSA testlerinde hiçbir kategoride ilk 40 arasına giremeyen eğitim kalitesiyle donanımı ortada olan insan kaynağıyla bu yetersizlikleri nasıl aşacağımız da ayrı bir soru işareti. Üstelik bizim eğitim sistemimizin kalite noksanı dışında yapısal bir sorunu da var. Sosyal eğitim kurumlarımız devlet memuru, mühendislik okullarımız da sanayi toplumunun ürün odaklı üretimine uygulama elemanı yetiştirecek şekilde kurgulanmış. Kırk yıldır başlamış bilgi çağına ve özgür / yaratıcı birey odaklı üretime yönelik bir sistem söz konusu değil.

Biz bize benzeriz

Ülke imajından söz etmişken, Reputation Institute'ün geçenlerde okuduğum 2012 raporunda yer alan bir bulgu çok ilginç. Dünya gözündeki algısı ile kendi algısı arsındaki farkın büyüklüğü açısından Türkiye dünya birincisi imiş. Tam da Aziz Nesin'in “Biz bize benzeriz” sözünü doğrulayan bir durum. Gerçekten de yurtdışı deneyimi ve dostlukları oldukça zengin biri olarak öteden beri içim burkularak gözlediğim bir nokta, “Türkiye size neyi hatırlatıyor?” sorusuna pek cevap alamamaktı. Bu, biraz da ekonomi ile ilgili olarak sıkça sözünü ettiğimiz “bir hikayemiz yok” yakınmasının daha geniş kapsamlı bir yansımasıydı. Yine adil davranalım, 2000'lerin ilk on yılında bu durum bir ölçüde olumlu yönde değişti. Ama bireyler ve işletmeler açısından bir nitelik sıçraması yapmadıkça bu sorunu uzun soluklu çözmek kolay olmayacak.

Kaldı ki kırılganlıklar karşısında direnci arttıracak en önemli özellikler, orta sınıfın ve inovatif girişimcilerin yaygınlığı ve ekonomi içindeki yeri olarak kabul ediliyor. Devletin kontrolü ve payı arttıkça kırılganlık düzeyi de artıyor. Daha ilginç bir nokta da girişimci kültürünün yaşam tarzı olarak gösterişten ve tüketim bağımlılığından uzak kalmayı tercih etmesi. Bizimse batıya en çok benzemeye çalıştığımız konu tüketim tutkusu. Üstelik el parasıyla. İşimiz sizce de zor değil mi?

 


 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019