Çıta düştü bari kırılmasın

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Geçen hafta bazı yönleriyle değinmiştik, küresel  koşullar elverse de sadece durumu idare etme ve konjonktürel dengeleri sağlamakla yetinmenin bizim için çıkış yolu olmadığına dikkat çekmeye uğraşırken, patlayan siyasi kriz, belki de epeydir ortada olduğu halde görmezden gelmeye çalıştığımız bir gerçeği, çıtamızın sandığımız kadar yüksekte durmadığını açığa çıkardı. Gerçekten de çok değil birkaç yıl öncesine kadar sadece politik ve ekonomik istikrarıyla değil, değişen gündemi, iddialı vizyonu ve kısa vadeyi aşan reform çabalarıyla yükselen ülkeler grubunun ön saflarında bir yeri olduğuna herkesin inandığı bir ülke olarak görülmeye başlamışken, kriz şokunu atlattıktan sonra ekonomik performansını neredeyse tamamen inşaat projelerine bağlamış, başta eğitim sistemi ve teknoloji olmak üzere yapısal yetersizliklerle ilgili eylem planları olmayan ve ekonomik sorunlarda toplumsal katılımlı tartışmaların giderek yok olduğu sıradan bir ikinci lig ülkesine dönüşme eğilimine girmiştik. AB sürecinin zaman zaman içi boşalmış bir dekoratif politika süsü olarak görüldüğü, ABD ile ilişkilerin de karşılıklı çıkarların akılcı ekonomik temellere ve işbirliklerine dayandırılmasından çok netameli ve güvensiz olduğu tarihsel olarak kanıtlanmış Ortadoğu ve diğer bölgesel bulmacaların yarattığı bulanıklığa teslim edildiği böyle bir ekosistem içinde artık belli bir olgunluk düzeyine vardığını sandığımız bazı temel kurumlarımızı tartışmalı kılan bu kriz doğrusu çok kötü bir zamanlama ile geldi.

Standartlar ve ülke imajı

Olayın en önemli sonuçlarından biri Türkiye algısına yaptığı olumsuz etki. Biliyorsunuz uzun yıllar boyunca yıllık 1 milyar dolar gibi komik düzeyde doğrudan yatırım gelmiş olması da, dış kredilerin maliyetinin başka ülkelere oranla yüksek kalması da ülkenin imajı ile yakından ilgili. Ekonomik ve siyasi istikrar, kurumsal altyapı kalitesi, nitelikli işgücü ve en önemlisi öngörülebilirlik vb.faktörlerin hepsi bu imajın oluşmasında rol oynuyor. İşte bu bakımdan 1984 sonunda AB müzakerelerine başlamamız, dış dünyanın ve küresel yatırımcıların kafasındaki soru işaretlerini ve belirsizliği büyük ölçüde azalttı. Çünkü bu sürecin başlaması Türkiye’nin istikameti belli, AB kriterlerine yakınsamış, gerek demokratik standartlar, gerekse piyasa ekonomisi ölçüleri yönünden olgun bir ülke olduğu inancını yarattı.2001 ve özellikle 2004 sonrasında ekonomide yakalanan istikrarlı büyüme çizgisi, son yıllarda keskinleşen cari açık riski ve yapısal zafiyetler nedeniyle sakatlandı ama hem reform yörüngesine dönüşün kaçınılmaz olduğu, hem de siyasi istikrar ve demokratik standartlar yönünden olumlu görünümün devam ettiği kanaati umutları canlı tutuyordu. Oysa bir hafta içinde bu açıdan da gerçek durumun makyaj ile gizlenmiş olduğu, hukuk güvenliği ve kuvvetler ayrılığı gibi temel demokratik standartlardan uzakta olduğumuz inkarı zor bir şekilde ortaya çıktı. Bunun yol açacağı imaj kaybı, eminim ki borsada, faizde ve kurda karşılaşılacak doğrudan maddi kayıplardan çok daha ağır olacaktır.

Çünkü ucuz para döneminde dahi bizim gibi ülkelerin ödedikleri faizler, gelişmiş ülkelerdekinin çok üstünde olduğu için avantajımız sadece finansman kaynağına kolay erişim olmuştur. Göreli bir kazanç söz konusu olmamıştır. Üstelik gelen paranın içerde kalması için yüksek getiriyi devamlı sunmak zorunda kalınmıştır. Dış kaynağa olan ihtiyacı azaltmak için büyümeden yapılacak fedakarlık gibi politikacıların pek de istemediği bir yol dışında tutarlı bir program ve onun gerektirdiği reformlar da uygulamaya konmamıştır. Bu arada iç tüketime dayalı büyüme modelinin cari açığı kronikleştirdiği, tedbir olarak sadece maliye politikasının değil, para politikasının da sıkılaştırılması gerektiği bir süredir uluslararası kurumların analizlerinde vurgulanıyor.

Böyle bir zamanda lehteki birkaç noktadan biri olan demokratik düzen ve siyasi istikrarın altüst olması, yalnızca kısa vadeli borçlanmalar açısından ülkenin risk puanını arttırmakla kalmayacak, daha önemlisi son yıllarda zaten azalış trendine girmiş doğrudan yatırımlar için cazibesini iyice azaltacak, ayrıca başta enerji olmak üzere stratejik bölgesel işbirliklerini ve AB, ABD gibi ilişkileri olumsuz etkileyecektir. Zorlukla elde ettiğimiz kredi notu üzerinde gri bulutların dolaşması da sürpriz olmayacaktır.

Parlaklığımız da sorgulanıyordu

Kaldı ki Türkiye en parlak performans dönemlerinde dahi öngörülebilirlik ve volatilite açılarından sürekli tartışma konusu edilmiş, orta düzeydeki pazar büyüklüğü de göz önüne alınarak BRIC ülkelerinin bir altındaki kategoriye alınmıştır. Ayrıca son yıllarda cari açık veren ülkeler giderek artan bir şekilde büyüme ve enflasyon gibi göstergeler açısından kırılgan sayılmaya başlanmıştır. Cari açık veren ülkelerin kendi arasında dahi bir farklılık gözetilmekte, geçenlerde The Economist’in yılın ülkesi seçtiği Uruguay gibi mütevazı ülkeler dahi yukarıda belirttiğimiz volatilite ve öngörülebilirlik kriterleri bağlamında Türkiye’den daha iyi durumda sayılmaktadır.

Aslında bizim toplumun genetik kodlarında işimizi zorlaştıran bir kültürel altyapının işaretleri de var. Evrensel düzeyde başarı hikayelerine kayıtsızlık, ender de olsa bu tür örneklerin dışlanması, toplumsal rol modellerinde yaratıcılık ve yeteneğin değil, kurnazlık ve göz boyamanın öne çıkması hemen akla gelen bazıları. Zaten “devlet malı deniz yemeyen domuz” ya da “bal tutan parmağını yalar” gibi özdeyişleri üreten bir toplumun öncelikle bir zihniyet reformundan geçmesi gerekiyor...

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019