Dağınık yol haritası olmaz

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Krizden bu yana bana pek apaçık göründüğü için karınca kararınca hatırlatmış olayım diye bu sütunlarda defalarca yaptığım bazı tespitlerin, bir dizi hasara ve musibete uğradıktan sonra ancak şimdi keşfedilip üzerine yeni senaryolar üretilmeye çalışıldığını görünce şaşırıp üzülmemek elden gelmiyor. İzleyenler bilecektir, bunlardan biri, gelişmiş ülkelerin kendi ekonomilerini canlandırmak için gevşettiği para musluklarının bizim gibi büyümeye aç yükselen piyasalara sağladığı finansman kolaylığını, kendi mutfağımızı düzenlemek ve yapısal arızalarımızı gidermek için bir fırsat olarak göreceğimize dünya düzeninde köklü ve tarihsel bir değişiklik ve güçler dengesinde bir kayma olduğu yanılsamasına düşme tehlikesiydi. Bu nedenle epeyce bir vakti gereksiz bir gururlanma ve şişinme ile geçirdik. Merkez ülkeler toparlanınca kolay ve ucuz finansman döneminin kapanacağını, kendi dinamiklerimiz ve gerçek rekabet gücümüzle başbaşa kalacağımızı düşünmekten kaçındık. Aynı paraleldeki diğer bir tespit de yükselen ülkelerin homojen bir blok sayılamayacağı, her birinin farklı yapıları, avantajları ve zaafları ile farklı sorunları olduğu, küresel konjonktürün normalleşmesi yani eskiye dönmesiyle her koyunun kendi bacağından asılacağı gerçeğinin görmezden gelinmesiydi. Üstelik salt reaktif konjonktür politikalarıyla nasıl olup da eskisinden daha güçlü hale geleceğimiz sorusuna bir cevap arayışına da girmedik.

80'lerden beri eksik performans

Aslında bu pasif tutum, dışa açılma ve küresel ekonomiye eklemlenme doğrultusundaki (kategorik anlamda da doğru olan) kararımızdan yani 80'li yıllardan beri fiilen sergilediğimiz bir eksik performansı niteleyen özelliklerden biri. Yani küresellleşmenin başta sermaye akışkanlığı olmak üzere avantajlarından yararlanma, ama başta rekabet gücü olmak üzere gereklerini / koşullarını mümkün mertebe görmezden gelme. Kuşkusuz böyle bir tutum, statükoyu da fazla bozmadan, yani düzenin aktif oyuncuları olan çeşitli toplumsal kesimleri rahatsız etmeden politika yapmayı kolaylaştırıyor. Ancak hem politikacıların, hem de toplumun ihtirasla bağlanmış göründüğü yüksek büyüme yörüngesine oturmanın temel koşulu olan reformların sürekli savsaklanmasına yol açıyor. İşin kötüsü, konjonktüre uyum sağlamayı yeterli görmenin başka maliyetleri de var. Hem de iki türlü. 
Bir yandan olumsuz konjonktürde onunla başetme dışındaki konularla uğraşmaya zaten takat kalmıyor, ama esas önemlisi diğer yandan son onbir yılda olduğu gibi küresel konjonktür olumlu şartlar sağladığında bunu bir fırsat olarak algılamak yerine yapısal esnekliğimizin ve direncimizin bir işareti olarak algılamak yanılgısına kapılıyoruz. Bu da sağlıklı düşünme yeteneğimizi kısıtlıyor ve zahmetsiz yoldan üst lige yükselebileceğimiz hayalini görmemize sebep oluyor. Dolayısıyla ne yerli katma değeri artırmanın zorlu ve karmaşık yolları, yenilikçilik ve teknolojik dönüşüm, ne de insan kaynağı kalitesine yönelik eğitime dair ya da kurumsal altyapı kalitesini yükseltici, yaratıcılığı destekleyici ve özgürlüğü genişletici reformlar gündemin ön sıralarına yükselemiyor.

Reform yerine dağınık politikalar

Geçen hafta dikkat çekmiştik, bu temel reform alanlarından uzak durmanın bir getirisi de bunlara yönelik strateji ve politikalarda bir toplumsal uzlaşma sağlama zorunluluğunun ortadan kalkması. Ne var ki bu durum, bozulan makro dengelerin bozulması üzerine alınan tedbirlerde ve en kolay uzlaşılan mikro destekler için geliştirilen politikalarda isabet ve tutarlılık sağlanmasına da yardımcı olmuyor. Aksine stratejik ayakları belli bir yol haritasının bulunmaması, birbirinden kopuk, çelişik ve dağınık politika tedbirlerinin bir arada piyasaya sürülmesine yol açıyor. Son yıllarda sıkça gördüğümüz gibi ne en çok odaklandığımız para politikası alanında, ne en başarılı göründüğümüz maliye politikasında, ne sadece şekli unsurlarıyla ilgilendiğimiz ve fakat asıl önem taşıyan nitelik boyutunu ıskaladığımız eğitim sisteminde, ne de söylem düzeyinden uygulamaya bir türlü aktaramadığımız sanayi stratejilerinde ve politikalarında istenen sonuçların yakalanması da bu kaotik ortamda mümkün olmuyor.

Para politikasındaki durumu medyadan sürekli izliyorsunuz, inatla düşük tutulan faiz ne döviz krizini, ne de enflasyon riskini önlemiş değil; aksine tüketim azgınlığı ve cari açık pekişti. Mali disiplini bir defalık ve geçici vergiler ve aflarla sürdürme imkânı azalınca, bütçe dengesini kamu harcamalarında tasarrufla azaltma niyeti de, hele seçim konjonktüründe, zorlaştığı için yine vergi tahsilatına yüklenilecek. Ancak vergi sistemindeki çarpıklık (beyana tabi gelir vergisi mükellefi sayısı 2 milyon'a bile varmıyor, nüfusun yüzde 2’sini güçlükle aşıyor), vergi idaresini kayıtlı mükellefler üzerinde adil olmayan uygulamalara yöneltebilir. Sanayi politikası, rekabet ve ihracat gücüne sahip şirket sayısını arttırmaya değil,  verimsiz de olsa her işletmeyi ayakta tutmaya yönelen ve sistemik olmayan bölük pörçük tedbirlerle yürütülmekte; yatırımlar da imalat sanayii gibi ihracata dönük sektörlere değil, iç pazara ve tüketime dönük sektörlere gidiyor.

Aklın yolu

Tasarruf açığı olan Türkiye’nin dış kaynağı özendiren bir stratejik istikrar ortamına ihtiyacı olduğu açık. Ayrıca ekonominin sürekli büyümesi de sermaye çekmek için şart. Oysa geçenlerde hem FED ‘in hem de Uluslararası Finans Enstitüsü'nün raporları, Türkiye'yi dış borcunun yüksekliği ve büyüme beklentisinin düşüklüğü yönünden yükselen ülkeler içinde en kötü, yapısal direnç yönünden en kırılgan ülke olarak tanımlıyor.

Bu durumda aklın yolu, 80’lerden beri bir türlü elimizin varmadığı temel tutum ve hedef değişikliğini artık göze almamız gerektiğini emretmiyor mu?
 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019