Farklı gündemin maliyeti

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Hep içinde olduğumuz için normal sandığımız, oysa olağanüstü değişken ve çalkantılı bir ortamda yaşıyoruz. Bunu her yurtdışı seyahat ertesinde daha çarpıcı biçimde hissediyor insan. Sanıyorum çoğumuzun dünyadaki gelişmelerle hiç ilgilenmemesinin, daha doğrusu bu ülkeyi dünyanın merkezi gibi görmesinin temelinde de bu verimliliği ve yararı tartışmalı, fakat fazlasıyla kalabalık gündemin etkisi büyük. Öyle ki başka şeylerle uğraşmaya, bu arada gerçek sorunlarımızın çözümüne odaklanmaya takatimiz kalmıyor. Üstelik bu durum, siyasi istikrarın en önemli koşulu olarak gördüğümüz ve çoğu gelişmiş ülkede sürekli eksikliği çekilen tek parti iktidarlarına sahip olduğumuz dönemlerde de değişmiyor. Bu yüzden ne neden refahımızı uzun süredir bir türlü yükseltemediğimizi, ne de enflasyonu ve işsizliği bir türlü belli bir düzeyin altına çekemediğimizi, ya da okullarımızdan yeterince donanımlı bir insan kaynağını çıkaramadığımızı veya yüksek katma değerli ve markalı ürünlerimiz olmadığını da etraflıca düşünmek istemiyoruz. Çünkü gündem yorgunluğunun en önemli maliyeti, uzun soluklu programlara ve düzeltici reformlara elverişli bir toplumsal iklimin oluşmasını engellemesidir.

Üretim ve rekabetçilik kültürü

Aslında diğer önemli bir maliyet de başkaları ile iletişimde, diyalogda ve uzlaşmada, aynı dili ve kavramları kullanmadığımız için, zorluk çekmemiz. Benmerkezci bir yaklaşımla ve geçmişin paradigmalarıyla insanlar ve ülkeler arası ilişkileri toplamı sıfır olan bir oyun addederek yol almaya çalışıyoruz. AB ve ABD ile ilişkilerimizde sık sık hayal kırıklığı yaşamamız, dost bildiklerimizi kolaylıkla vefasızlıkla suçlamamız da ondan. Gelişmiş dünyanın tüketim standartlarına çabucak alıştığımız, bunu büyük ölçüde o piyasalardan gelen borçla finanse etmeyi normal bulduğumuz halde, bu tüketimi de sürdürülebilir kılacak bir üretim ve rekabetçilik kültürünü benimseyip yaygınlaştırmak, özellikle genç kuşakları bu şekilde yetiştirmek için sistematik bir çaba göstermediğimiz gibi böyle bir kültürü yaşatacak ekosistemi inşa etmeyi de hedeflemiyoruz. Küresel piyasalarda nasıl bir yer ve işlev sahibi olmak istediğimizi ortaya koyacak netlikte yol haritamız, stratejik planımız da yok. Bölgenin ve İslam ülkelerinin en eski demokrasisi ve piyasa ekonomisi olarak en önemli avantajlarımızdan biri olan " çeşitlenmiş sanayi ülkesi" kimliğimizi de son on yılda giderek yitirme yolundayız. Kuşkusuz dev altyapı yatırımlarının da ekonominin genel verimliliğini arttırması yönünden büyük yararları var, ancak çok uzun süredir ülkede sıfırdan bir sanayi yatırımı yapılmamış olmasının (sanıyorum sonuncusu Ford fabrikasıydı) ciddi bir şekilde irdelenmesi gerekli. Üstelik altyapı yatırımları büyük borçlanma paketleri gerektirirken, sanayi doğrudan dış yatırım konusu, yani borç stoğunu arttırmıyor. Ancak dış yatırım sağladığı ekosistemler ve ortam ile güven veren, reformlarda çıpa sıkıntısı çekmeyen ülkeleri tercih ediyor. Bu yönüyle AB süreci, gereklerini yerine getirmekte kararlı olursak, pek çok görünmez duvarı aşmamız için hazır reçete sunuyor.

Oysa biz kısa dönemli külfetlerinden ya da siyasi maliyetlerinden çekinerek politikalarda dağınıklığı ve odak eksikliğini sürdürdüğümüz için ekonomik bünyemizi güçlendiremiyor, istemediğimiz koşullar ve gelişmeler ile yüz yüze kalıyoruz. Baksanıza dünya talep düşüklüğünden dolayı fiyatlarda bir çöküş yaşarken bizde enflasyon bir türlü düşmüyor. Yapısal hastalıklar cari açığın kronikleşmesine, TL'nin değer kaybına ve çekirdek enflasyonun yüksek düzeyde kemikleşmesine yol açıyor. İhracatta ve turizmde zorlanacağımız önümüzdeki dönem bu tabloda düzelme pek mümkün değil. İç dinamikleri dönüştüremeyen, verimliliği arttıramayan ve doğrudan yatırım kaynağını da yeterince çekemeyen ülkenin artık düşük büyüme patikasında kalacağı kanaati yaygınlaşıyor.

Anglosakson başarısının sırrı

Öte yandan ekonomi son tahlilde insan ve onu çevreleyen kültürel ve sosyal ekosistem ile ilgili olduğundan hiçbir ekonomik gerçekliği rakamlardan ibaret sayamayız. Benim öteden beri ilgimi çeken bir konu, özellikle değişimin hızlandığı son iki yüzyılda anglosakson toplumların neden her alanda üstün ve öncü bir konuma geldikleriydi. Son olarak Londra Belediye Başkanlığı'na Pakistan asıllı bir İngiliz’in, Sadık Khan'ın seçilmesi, gelişmiş Batı’nın (daha doğrusu anglosakson dünyasının) neden bütün emperyalizm suçlamalarına ve terör baskısına rağmen küresel düzenin belirleyicisi olduğunu da gösteriyor, Kutuplaşmaların ve ayrımcılığın cehenneme çevirdiği diğer coğrafyaların aksine anglosaksonlar, önce dünyanın en güçlü devletinin başına Afrika asıllı bir siyah vatandaşlarını getirerek, şimdi de yoksul bir Pakistanlı göçmen ailenin oğlunu zengin ve seçkin rakiplerinin önünde büyük bir oy farkıyla ülkenin en önemli yerel yöneticiliğine seçerek neredeyse geleceğin dünyası için bir işaret fişeği yakıyorlar. Zaten ABD'nin yenilikçi bir yüksek teknoloji ülkesi olmasının ardındaki en önemli faktörlerden birinin esnek ve liberal göçmen politikası olduğu genellikle kabul ediliyor. Bu açıdan bakınca son küresel krizden sonra en hızlı toparlanan ekonomilerin ABD ve İngiltere olması da tesadüf değil.

Demem o ki Türkiye için de bölgesel çapta bir başarı hikayesi yaratmanın yolu farklı değil.

Daha katılımcı, daha özgürlükçü olarak ve daha stratejik davranarak jeostratejik avantajımızı eğitimli, yenilikçi ve dinamik bir insan kaynağıyla pekiştirmek...

 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019