Gecikmenin yararı yok, zararı çok

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Sonbahar başlarken temmuz ve ağustos aylarında yaşadığımız umutlu bekleyiş, yerini büyük ölçüde yaygınlaşan tedirginliğe bırakmış durumda. Seçimlerin erkene çekilmesiyle ekonomide kaçınılmaz hale gelen restorasyonun ve ayak sesleri duyulan krizi önlemek için hazırlanacak yeni programın hayata geçirileceğini umarken, aradan geçen iki ayı aşkın sürede, söylendiğinin aksine pek de sadeleşmiş gibi durmayan ekonomi yönetiminin bakanlıklar, kurullar, ofisler şeklindeki farklı ayaklarında görevlendirmeler ve atamalar tamamlanmadığı gibi ağustos sonunda açıklanacağı duyurulan Orta Vadeli Program’dan da henüz haber yok. Zayıflayan güven algısını onarmak için yeni bir hikaye, yeni bir hikaye için de kararlı bir duruşu temsil edecek yeni, tutarlı ve kapsamlı bir stratejik program gerekiyor. Oysa şimdiye kadar gördüğümüz bir yörünge değişikliğine işaret etmeyen, sadece piyasalardaki harareti azaltmaya yönelen, üstelik bunu pek de başaramayan bazı taktik adımlar. Temel politika kararlarının geciktirilmesi ve mevduat vergi oranlarının değiştirilmesi ya da bankalar arası TL-döviz swap işlemlerinin kısıtlanması gibi ikincil önemdeki taktik kararların da sınırlı etki yapması nedeniyle ekonomide oluşan hasarın büyüklüğü ise döviz kurunun son bir yıl içinde yaklaşık %100 değer yitirerek bütün öngörüleri aşan bir yüksek düzeyde katılaşma eğiliminden, zaten yetersiz olan Merkez Bankası döviz rezervlerinin biraz daha erimesinden ve ülkenin orta ve uzun vadeli geleceği açısından önemli bir sinyal olan uzun vadeli tahvil faizlerinin ve tahvil sigorta (CDS) primlerinin sıçramasından belli. Kaldı ki güven arttırıcı ve ikiz açıkla beslenen sağlıksız büyümeyi kontrol altına alıcı politika dönüşümünün geciktirilmesinin ne yarar sağladığı da pek açık değil; yerel seçim argümanı, ekonomide yaşanan ve daha da yaşanması muhtemel türbülans düşünülünce bunun toplumda yol açacağı panik nedeniyle siyasi iktidar açısından da rasyonel olmaktan çıkıyor.

Sevindirmeyen büyüme ve faiz sendromu

Nitekim dün açıklanan ikinci çeyrek (Nisan-Haziran) büyüme rakamının, seçim öncesi gaz verilen genişletici politikalar bağlamında, beklendiği gibi %5.2 olması da, ne yazık ki mevcut koşullarda pek sevindirici olmadı; piyasaların da buna olumlu tepki vermesi beklenmiyor. Zaten Hazine ve Maliye Bakanı da ilk açıklamasında büyümenin iç talep kaynaklı olduğuna ve ekonomide dengelenme (yavaşlama) sürecinin başladığına ilişkin emareler içerdiğine vurgu yaptı. Ayrıca TL’de seçimin hemen öncesinde başlayan ve sonrasında hızlanan değer kaybının etkileri ancak üçüncü ve dördüncü çeyrek rakamlarında görülecek. Yüksek ve kısa vadeli döviz borçları nedeniyle yılın ikinci yarısında büyümenin düşmesi, hatta tüketim ve yatırımlarda sert duraklama nedeniyle daralma görülmesi, böylece 2018 yılı genelindeki büyümenin daha iki ay önce umutla telaffuz ettiğimiz %5 oranının epey altına,%3-4 bandına düşmesi muhtemel. Tabii gönül düzeltmenin birikmiş risklerin tetiklediği bir kur şokuyla değil kendi kontrolümüz altında ve yumuşak bir şekilde gerçekleşmesini isterdi, ama yapamadık. Hiç değilse bundan sonraki hasarı sınırlı tutmaya çalışmak lazım. Bu açıdan bu hafta yapılacak Merkez Bankası PPK toplantısı çok kritik; bankanın ağustos enflasyonu’ndaki rekor yükseliş üzerine yaptığı “parasal duruşun yeniden şekillendirileceği” açıklaması, bu defa Temmuz sonundaki hatanın tekrarlanmayacağı ve ciddi bir faiz artışı yapılacağı beklentisine yol açtı. Bugünlerde döviz kurlarındaki nısbi istikrar buna yoruluyor. Kaldı ki kredi, mevduat ve tahvil faizlerinde fiilen varılan düzey, sadece politika faizini sabit tutmanın işe yaramadığını da gösteriyor.

Öte yandan resmi faiz oranlarını sabit tutma kaygısı, dış kaynağa bağımlı ekonomide fiili piyasa faizi üzerinde etkili olmadığı gibi, kısa vadeyi kurtarayım derken uzun vadeli faizlerin yükselmesine yol açıyor. İki yıllık tahvil faizinin %28’e, CDS risk primini 500’e ulaşması, 10 yıllık faizin de %22’yi bulması ekonomide yüksek faizin daha kalıcı hale gelmesi demek. Oysa zamanında, yani gecikmeden politika kararları değiştirilebilse durumu toparlayıp bir yıl için de eski dengelere dönmek mümkün olabilir. Demem o ki biz ikiz açığı azaltmak için ekonomik yavaşlamayı kendi kontrolümüz altında yapmadıkça ve kısa vadede ortodoks tedbirlerden kaçındıkça, yumuşak iniş olanağı kalmıyor; piyasalarda istikrarsızlık ise geometrik diziyle artıyor.

TL’deki hasardan korunmak için hem yabancı hem yerli piyasa aktörleri pozisyon almaya çalışıyor. Kamu yönetimi güven sağlayacak politika kararlarını geciktirdikçe piyasalar riski sınırlamaya yöneliyor. İstikrarsızlığın bir izahı da budur.

İşte bankalardaki kredi hacminin dokuz yıldır ilk defa azalması, özel sektör bilançolarında kur farkı nedeniyle oluşan hasarın artması, reel sektörün ihracat gelirinin döviz borcunun beşte birini ancak karşılaması, döviz rezervinin kısa vadeli dış borcun altıda birine düşmesi, bireysel kredilerdeki takip oranının büyümesi gibi gelişmeler, aslında beş yıl önce değişen küresel konjonktüre uyum sağlayacak bir yeni model ve stratejik program ihtiyacını görmezden gelmemizin, güneşli günlerde çatıyı onarmamamızın sonuçları. Şimdi bir an önce hasarı dondurmak, piyasalara güven vermek, kamu bütçesindeki yükleri azaltmak, reel sektör birikimini bankalara zarar vermeden koruyacak bir çerçeve oluşturmak zorundayız. Zararın neresinden dönülse kardır.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019