Hızlanma gereği ve yeni dinamikler

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Bizim yöneticilerimizden arada bir çok doğru tespitler, çok doğru yorumlar duyduğumuz olmuyor değil. Genellikle de benim ve başkalarının yıllardan beri yineleyip vurguladığı konulardan fazlasıyla haberdar olduklarını, bunun gereğini de yapacaklarını geleceğe yönelik taahhütlerle ifade ediyorlar. Ama zaten sorun bilgi ve kültür eksikliğinde değil, aksine kazandığı büyük deneyimle ve dünyadaki ilişki ağıyla bu hükümetin tasarladığı her şeyi hayata geçirme konusunda Özal hükümetlerinden bu yana en güçlüsü olduğu açık. Sorun, düşünce ve tasarım sürecini hızla sonuçlandırıp stratejik yol haritasına dönüştürmekte ve eylem planının bir bütünlük içinde yürürlüğe konmasında kararlılık görülmemesi. Ayrıca ortaya çıkan dış ve iç gelişmelere tepki olarak uygulanan politikaların oluşum sürecinin gereğinden fazla zaman alması. Reaktif politikaların bile kurgulanması yavaş olunca, asıl ihtiyaç duyulan proaktif ve yapısal politikaların gündeme gelmesi ve hayata geçirilmesi sadece yönetim düzeyinde değil, toplumsal tabanda da uygun ortamı ve yeterli desteği bulamıyor. Açıkçası bütün süreçlerde hızlanmak gerekiyor.

Kısır teşvik kurgusu ve Karaosmanoğlu

Bu hız noksanlığını çarpıcı bir şekilde gösteren bir örnek, uzun yıllar boyunca yürürlükte kalan verimsiz rejimi değiştiren, sistemik tutarlılığı ve stratejik öncelikleri olan, bizim de o tarihte çok olumlu bulduğumuz yeni teşvik rejimi. Hatırlıyorum, 2012’de yeni rejime başvuruları ve uygulama sonuçlarını merak ettiğimizde gerçek sonuçların ancak 2013 ortasında anlaşılabileceği ifade edilmişti. Geçenlerde Bakan Çağlayan, Ekim 2013 sonu itibariyle 6486 teşvik belgesi alındığını, bunların ancak 87’sinin yatırma dönüştüğünü açıkladı. Nihai sonuçları öğrenmek biraz daha zaman alacak, ama beklentilerin oldukça gerisinde kalınacağı belli gibi. Üstelik rejime esas karakterini verecek unsurlarda,  sözgelişi ölçek kriterlerinde sonradan verilen tavizlerle başarı potansiyeli azaltılmış durumda. Teşvik belgeleri, ortalama 15 milyon TL büyüklükleriyle, uygulamada heyecan verecek bir değişimin sinyalini vermiyor. Belli ki küçük büyük ya da doğru yanlış yaptıkları her yatırıma teşvik almaya alışmış şirketlerimizin derdi, çıtayı yükseltmek ya daküresel rekabet yeteneğine ulaşmak değil. Öyle olsa teknoloji düzeyini ve nitelikli işgücü kullanma kapasitesini arttıracak daha büyük ölçekli yatırım arayışında olmaları,  buna yönelik kurumsal dönüşüm hedeflemeleri gerekirdi.

İki hafta önce de değinmiştik, kendi dinamiklerimiz ve stratejik kurgu geleneğimiz yetersiz olduğu için, reform çabalarımız genellikle tehlike ve kriz anlarına denk geliyor ve dış çıpaların desteğiyle gerçekleşiyor. Normal zamanlarda da kendi irademizle strateji belirleme ve reform kurgulama kapasitesi inşa etmemiz gerektiğini savunanlarımıza ise pek kulak verilmiyor. Bu nitelikli insanlarımızdan birini, Atilla Karaosmanoğlu’nu da geçenlerde yitirdiğimizi duyunca bu yüzden içim sızladı.

2001 krizi öncesinde İstanbul Sanayi Odası ile küresel sermaye ile işbirliğine dair bir proje üzerinde çalışırken proje kapsamı ve doğrultusu üzerinde anlaşmakta güçlük çekince odanın başdanışmanı olarak o devreye girerek yönetimi ikna etmişti, bu vesile ile kendisiyle birkaç defa sohbet etmek şansını bulmuştum. Parlak özgeçmişine ve büyük deneyimine karşın şaşırtıcı alçakgönüllülüğü etkileyiciydi. Hiç unutmadığım görüşlerinden biri, bizim teşvik rejimlerinin sadece kendi işletmelerimizi değil, yabancı sermayeli yatırımcıları da yönlendirmeyi amaçlamadığı, bu nedenle yatırımlar teknoloji ve bilgi transferi ya da katma değer açısından istenen sonuçları sağlamadığında kabahatin yatırımcıda değil sistemde aranması gerektiği yolundaydı. O zamandan bu yana yani onüç yıldır emekliliğini ülkesinde yaşamasına rağmen ondan daha fazla yararlanmayışımıza hayıflandım. Sanırım bunun nedenlerini sadece kamu yönetiminin ihmalinde değil, iş dünyamızdaki zihinsel kodlarda ve mevcut konumların sürdürülmesi kaygısında aramak yanlış olmaz.

Bilgi ve teknoloji transferi olmadan olmaz

Geçen hafta Dünya’da okuduğum bir söyleşi, bu bağlamda ilginç tespitler içeriyor. Şahsen de tanıdığım dinamik ve Türkiye’yi seven bir diplomat olan İsviçre’nin İstanbul Başkonsolosu, benim daha önceleri birkaç kez yazdığım bir yargıya paralel bir şekilde, sadece daha fazla inşaat yaparak dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına girilemeyeceğini söylemiş. Bunun yolunun ar-ge,  know-how ve inovasyondan, katma değeri yükseltip ihracatı çeşitlendirmekten geçtiğini, Güney Kore örneğinin de bunu doğruladığını ilave etmiş. Son olarak ta İsviçre ile işbirliğinin bu bakımdan Türkiye’ye önemli katkılar yapabileceğine dikkat çekmiş.  Gerçekten de İsviçre çokça sanılanın aksine sadece bankacılık ve ilaç gibi klasik endüstrilerde değil,  nanoteknoloji, biyoteknoloji ve tıp teknolojisi gibi bilgi çağının yeni alanlarında da çok ileri.  Ama bu söyleşinin bana esas çağrıştırdığı, son zamanlarda sık sık düşündüğüm bir politika alternatifini desteklemesi. Dış dünya ile ilişkimizi sadece sermaye fonlarından yararlanmak olarak görmekten vazgeçip, buna bilgi ve teknoloji transferini gerçekleştirmek şeklinde başka bir boyut eklememiz gerektiği ve bu açıdan ideal ortakların iç pazarı büyük olmayan Hollanda, İsveç, İsviçre, Finlandiya ve İsrail gibi ülkeler olacağı kanısındayım.

Artık sadece ürün ticareti ya da borçlanma amaçlı politika ve strateji tasarlamaktan vazgeçip süratle değişen yeni küresel üretim dinamiklerine ve teknolojilerine odaklanmamız, bunun gerektirdiği yatırım ve işbirliği önceliklerine göre politika ve stratejigeliştirmemiz şart. Yoksa bu gidişle, sayısı ve değeri hızla artan teknolojileri satın alacak kadar borç bile bulmayı başarı saymaya başlarız ki, bu durumda gelişmiş ülkelerin düzeyine varmak bir yana yükselen ülkelerin öncü halkasında yer almak dahi hayal olur. 

 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019