Normalleşmenin gecikmesi iyi mi ?

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Gelecek yıl ile ilgili dünya ve Türkiye ekonomisi tahminlerine bakıldığında görülüyor ki herkes genişlemeci politikalardan çabuk vazgeçilmeyeceğini varsayıyor, üstelik bunu temenni ediyor. Piyasalarda keskin dalgalanmalardan kaçınılacağı umudunu barındıran bu tavır, biraz düşünürseniz, başka bir anlama da geliyor: Ekonomilerde normalleşme sürecinin ötelenmesi, uzaması isteniyor. Böylece bizim gibi gelişmekte olan ekonomiler açısından da faizin daha yavaş yükselmesi, büyümenin düşük düzeyde de olsa devamı, enflasyonun duraklaması, cari açığı olanlar için de net fon girişinin sürmesi ve açığın rahat finanse edilmesi imkanının sağlanacağı bekleniyor. Ancak madalyonun diğer bir yüzü de var...

Normalleşme olmadan çözüm düşünmüyoruz

Öncelikle böyle tabir caizse “rölanti” bir normalleşme sürecinin arızasız işleyeceğinin garantisi yok. Gerek krizi sonlandırmak için piyasalara para boca eden gelişmiş ülkelerin otoritelerinin yeni bir kriz yaratmayacak hassasiyette bir yönetim dehası gösterememesi,  gerekse gelişmekte olan ülke yönetimlerinin özenli para ve maliye politikaları izleyememeleri durumunda yeni istikrarsızlıklar ortaya çıkabilir. Ama bizim açımızdan asıl önemli sorun, kronik cari açık ile olan ilişkimizin ve ona yol açan üretim yapısının kanıksanma ihtimalinin daha da artması.

Gerçekten geçtiğimiz beş yılda, krizden çıkışın küresel boyutta uzun süreceğinin ortaya çıkmasıyla, bunun bize mutfak düzenlemesi yönünden daha fazla zaman kazandırdığını, fakat bu fırsatı gereğince değerlendiremediğimizi ve mevcut yapıyı değiştirmeye değil aksine sürdürmeye, yani sadece konjonktür yönetimine odaklandığımızı bu köşede çok irdeledik. Öyle anlaşılıyor ki bu yapı sürdürülemez hale gelmedikçe konjonktür politikaları ile yapısal reformları birlikte götürmemiz mümkün olmuyor. O nedenle yapının sürdürülmesi imkanının artması ya da süresinin uzaması, yapısal dönüşüm hamlesinin de ötelenmesi anlamına gelebilir. Başka bir deyişle normalleşmenin gecikmesi, kısa vadede rahatlık sağlasa da, özünde asıl sorunumuzun çözümünü geciktirebilir.

Edilgenlikten kurtulmak

Kaldı ki bizim ekonomimiz dış sermaye akımlarına o kadar duyarlı ki gelişmiş ülkelerde tam ve toplu bir toparlanma olmasa dahi kısmi düzelmelerin tetiklediği dalgalanmalar bizde kriz etkisi yapabiliyor. Yani mevcut yapıyla da sancılı bir dönem bekliyor bizi. Zaten biz de dahil ülke ekonomilerinin büyük çoğunluğu küresel ekonomide dönüştürücü ya da etkileyici gücü olmayan edilgen ya da reaktif oyuncular durumunda. Başta ABD olmak üzere teknoloji ve inovasyon liginin tepesinde yer alan, kurumsal altyapısı gelişmiş ve nitelikli insan kaynağı güçlü az sayıda ülke, küresel dinamiklerin niteliğini ve yönünü belirliyor. Bu ölçüde olmasa da, nüfus büyüklüğü ve tasarruf fazlası itibariyle dirençli ve esnek bir ikinci küçük grubu da dışarıda bırakırsak, kalan ülkelerin hepsi oluşan gelişmelere göre pozisyon almak ve uyum sağlamak dışında bir gündeme ve imkana sahip değil.

Türkiye de ne teknolojik düzey ve beşeri sermaye, ne de doğal kaynaklar ve tasarruf düzeyi bakımından üst sıralarda yer almadığı, temel avantajları olan iç pazar ve nüfus büyüklüğünde de ancak orta büyüklükte olduğu için konjonktürel dalgalanmalardan en fazla etkilenen ülkeler arasında. Bu itibarla sadece konjonktür yönetimi ile sınırlı bir gündem,10 yıl gibi yakın sayılabilecek bir gelecekte orta gelir tuzağından sakınma imkanını vermez. Dolayısıyla bir yandan bütçe dengesinden vazgeçmeksizin cari açığı kontrol altında tutacak ve son yıllarda olduğu gibi hiç değilse Doğu Avrupa ülkelerinden daha yüksek düzeyde büyüme sağlayacak konjonktür politikaları izlerken, bir yandan da üretimdeki teknoloji düzeyini, ekonomideki tasarruf eğilimini ve eğitim sisteminin kalitesini yükseltecek yapısal değişimi hızlandırma becerisini göstermek zorunlu.

Bürokratik ve akademik engeller

Bu irade söylem düzeyinde var olsa da inandırıcı bir şekilde hayata geçirilemediği, en azından buna ilişkin temponun çok yavaş olduğu görülüyor. Nedenlerini irdelemeye kalksak uzun sürer. Ama bugün iki önemli ve temel engelden söz etmekle yetinelim. Birincisi, sorunları tanımlamakta ve hedef koymakta farklı ve kendimize özgü standartlar ve ölçüler kullanıyoruz. Sözgelişi büyük gecikmeyle yürürlüğe koyduğumuz bireysel emeklilik sistemi teşvikleriyle büyük başarı sağladığımızı söylüyoruz, oysa mili gelirin ancak %1.6’sına ulaşan fon büyüklüğünün OECD ortalaması olan % 34’ün çok gerisinde olduğunu unutuyoruz. Yine bilim ve teknolojide çok mesafe katettiğimizi söylerken verdiğimiz örnekler (İstanbul Kongre Merkezi, Marmaray, Hızlı Tren),teknoloji ve knowhow üretimi ya da transferini değil, kullanımını bu anlamda yeterli gördüğümüzü düşündürüyor.

İkincisi, siyasal irade ortaya konsa da geliştirilen politikaların uygulanması aşamasında bürokratik reflekslerin engellemesine takılıyoruz. Görevin ihmalini değil kötüye kullanımını hedefleyen denetim ve sorgulama gelenekleri yüzünden, sözgelişi arge ve inovasyon teşviklerinde yetkili kılınan idari birimler, desteklerden yararlanma sürecini girişimciler için sırat köprüsüne çeviriyorlar. Süreçlerde görev alan akademik kadrolar, tıpkı üniversite sanayi işbirliği konusunda olduğu gibi, bilim ve teknoloji ile özel teşebbüsü bir arada düşünmekte güçlük çekiyor. Sözün kısası hedeflerin tespiti kadar doğru tanımlanması ve uygun çevre koşullarının sağlanması da önemli.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019