Statüko değişmeden reform olmaz

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

On yıldır sürdürdüğüm DÜNYA yazılarımın okurları, bazı temaları istikrarlı bir şekilde zaman zaman vurguladığımı farketmişlerdir. Bunlardan biri de, toplumun özlemlerine, yetkililerin de söylemlerine çeşitli vesilelerle sık sık konu olan hedef konuma ulaşabilmenin öncelikli koşulunun ekonomik statükoyu değiştirmek olduğuna,üretim kapasitesinin nicelik ve niteliğinin yükseltilmesi, bunun için de reel sektörün yapısal dönüşümü sağlanmadıkça ve çabalar mevcut yapıyı ayakta tutmaya yoğunlaştıkça geçici ve sınırlı başarılarla yetinmek zorunda kalacağımıza ilişkin olanı. Ancak, her alanda olduğu gibi,bu konuda da statüko değişikliğine ciddi bir toplumsal desteğe ihtiyaç var; bizde ise böyle bir değişimden yararlanacağına inanan kesimler ya yok,ya da çok cılız olmalı ki politikalarda bu yönde bir kararlılık oluşmuyor. Sonuçta net bir yörünge ortaya çıkmadığı için ne teşvik ve vergi rejimlerinin,
ne de kurumsal faktörler, dış yatırım ve insan kaynağı ile ilgili stratejilerin buna göre yönlendirilmesi sözkonusu olmuyor. Lafta ve niyette olduğu söylense de uygulamada olmuyor…

Dış yatırım tıkanırken dışarıya bağımlılık artıyor

Geçen haftalarda biraz değinmiştik, batı sisteminin parasal genişleme dönemini bir süre daha sürdüreceğine dair emareler artınca yükselen pazarlara yeniden yönelen yatırım fonları piyasalarda bir rahatlama yaratmış olsa da,üretim ve ihracat kapasitesi yönünden asıl önem taşıyan doğrudan ve özellikle sıfırdan yatırımlar açısından Türkiye’nin durumu, diğer rakipleri ile karşılaştırıldığında hiç de iyi değil. Yatırım cazibesinde yükselen ülkeler arasında 2012’de 5’inci sırada yer alırken şimdi 10’uncu sıraya gerilediğimiz gibi, bu ülkelerin en büyükleri arasında da hem birikimli dış yatırım stoğu,hem de yıllık doğrudan dış yatırım açısından sonuncu durumdayız. Gelen yatırım içinde de üretim kapasitesine katkısı olmayan gayrımenkullerin payı artıyor. Aynı karşılaştırmayı dış yatırım çekmede öncelikli rakiplerimiz olduğu genellikle kabul edilen Doğu Avrupa ülkeleri ile yapınca da durum farklı değil. 90’lı yılların başında küresel ekonomiye açılan ve eski sosyalist blok üyeleri olan bu ülkelerin dört büyüğü (Rusya, Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan), 2000 yılına gelindiğinde Türkiye’nin 50 yılda biriktirdiğini aşan dış yatırım stoğuna sahip oldular. 2002 sonrasında yaşadığımız AB ve reform odaklı sürecin 2010 yılına kadar yarattığı olağanüstü sıçramaya rağmen sadece bölgenin dev ülkesi Rusya değil,fakat nüfusu bizden az ve piyasa deneyimi kısıtlı Polonya da bizden fazla yatırım çekmeye devam ettiler. Algıyı yeniden yükseltmek için yeni bir hikaye yazamadığımız sürece, ekonomik büyüklükleri ve nüfusları itibariyle çok daha küçük olan diğer ülkelerin de stok düzeyinde bizi yakalamaları sürpriz olmayacak. Makroekonomik göstergelere bakıldığında sadece enflasyon ve cari açık bağlamında bir dezavantajımız var görünüyor; ancak geniş iç pazar,genç nüfus ve uzun piyasa ekonomisi deneyimi açısından üstünlüklerimiz düşünüldüğünde bu göreli gerilemenin başka nedenleri olduğu açık. Yatırımcı için risk ve getiri hesabını zorlaştıran öngörülebilirlik eksiği,işgücü verimliliğindeki göreli düşüklük,kurumsal yapıdaki istikrarsızlık belirtileri (sık mevzuat değişiklikleri,kayıtdışı,heterojen yargı uygulamaları) ve 2010 yılına kadar nasıl olsa düzeleceği beklentisiyle bunların tolere edilmesini sağlayan AB sürecindeki donukluk muhtemel nedenler arasında öne çıkıyor.

Dönüp reel sektörümüze baktığımızda, İSO’nun 500 büyük firmasını oluşturan en büyük şirketlerimizin,faaliyet karlılığının düşüklüğünü ve ihracatlarını ciddi bir şekilde aşan ithalatlarını yani sistemik dış ticaret açığı oluşturma özelliklerini görüp te kaygılanmamak mümkün değil. Mevcut üretim şablonu ile arızalı olduğundan şikayet ettiğimiz büyüme modelinde bir değişikliği de fazlasıyla zorlaştıran bu tablo,son olarak bu şirketlerin bir iki istisnai örnek dışında zaten yetersiz olan Ar-Ge harcamalarının geçtiğimiz yıl %16 kadar azaldığı haberiyle pekişen bir karamsarlık yayıyor. Tedarikçi ya da pazarlamacı karakteriyle çoğunluğunu bu büyüklerin uydusu niteliğinde işletmelerin oluşturduğu orta büyüklükte şirketler de doğal olarak benzer özellikleri taşıyor. Farklı bir model uygulayarak yüksek katma değer,yenilik ve ihracat önceliklerine odaklanan az sayıdaki şirket ise küçük ölçeği ve finansman/pazarlama darboğazlarını aşamıyor.Start-up’lara ve teknoloji odaklı girişimcilere uygun bir ekosistemimizin bulunmadığı, ilk 1000 büyük şirket arasında bu yeni ve dünyada yaygınlaşan paradigmayı benimseyen şirketimiz bulunmamasından da belli.

KDV revizyonunun içeriği önemli

Geçen haftalarda Maliye Bakanı’nın KDV ve kurumlar vergisi ile ilgili olarak sözünü ettiği yeni revizyon çalışmalarına da bu açıdan bakmakta yarar var. Kurumlar vergisi oranında selektif yatırım teşviki için tek çarenin oran indirimi olarak görülmesinin hata olacağına,yüksek küresel rekabet potansiyeli taşıyan şirketlerin büyümesini ve en uygun şekilde yapılanmasını önleyen mükellefiyet ve istisna hükümlerinin revize edilmesinin daha kritik önem taşıdığına daha önce değinmiştik. KDV’nin işletmeler üzerinde oluşturduğu yükü hafifletmek için farklı ülke modellerinin incelendiği, bu bağlamda İngiltere modeline yakınsamanın tercih edileceği açıklaması da ilginç ve hükümetin önceliğinin şirketleri ayakta tutma olduğuna dair yeni bir işaret. Çünkü İngiliz sistemi mükellef lehine oranlar ve beyan dönemleri açısından büyük esneklikler, devreden KDV için otomatik iade, grup içi işlemlerde muaflık gibi pek çok farklılık içeriyor. Bizim kazanç vergilerinin giderek marjinalleştiği vergi sistemimizde ise KDV’nin önemi çok fazla. Aylık beyan ve ödeme yönteminin kamu nakit yönetimi açısından önemi düşünüldüğünde bu insiyatifin oldukça riskli sonuçlara yol açabileceği görülüyor.Bu açıdan değişikliğin sadece AB standartlarına yaklaşma ve istisnaların verginin temel felsefesine uygun bir içeriğe kavuşturulması ile sınırlı tutulması ve ne şekilde olursa olsun her türlü üretim yerine yüksek katma değerin,yenilikçiliğin,ihracat ile döviz kazandırıcı hizmetlerin desteklenmesinin amaçlanması daha isabetli olabilir.

Öte yandan, kötümser değerlendirmelere rağmen,bizim sıradışı ve yenilikçi bir yaklaşım olarak umut beslemeyi tercih ettiğimiz Varlık Fonu’nun,kuruluşunun birinci yılını doldurduğu halde,ne stratejik planı ne de alt fonlar çerçevesinde yaptığı uygulamalar açısından herhangi bir açıklama yapılmamış olması da dikkat çekiyor.Umarız alışkanlıklarımız dışında bir şey yapma konusundaki isteksizliğimizin yeni bir örneği ile karşılaşmayız.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019