Temel gündem algımız sapmamalı

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Son sekiz yıl boyunca, yani küresel krizden beri geçen zaman, bana öyle geliyor ki, yavaş ve gelgitlerle örülü karmaşık Fransız filmleri gibi herkesin kimyasını etkiledi, düşünme ve davranış alışkanlıklarını değiştirdi. Ülkelerin ve toplumların tercihleri ve refleksleri öngörülemez hale geldi, uzun vadeli stratejilerle kısa vadeli tepki politikaları birbirine karıştı. Esas kaygılandırıcı olan da şu ki, oldum olası uzun vadeli ve stratejik kurgularla başı hoş olmayan bizim gibi ülkelerde bu durumun uyarıcı değil, aksine rehavet yaratıcı bir ortama yol açması ihtimali var.

Öyle ki küresel ekonomide toparlanmanın gecikmesi ve dengesizliklerin sürmesi, bizim kriz öncesinde içselleştirme belirtileri gösterdiğimiz akılcı ve reformcu yörüngeden vazgeçmemize, odaklanmamız gereken temel zaaflarımızı giderme çabasından geri dönmemize, çoğu zaman olduğu gibi işleri oluruna bırakmamıza neden olabilir. Doğrusu iyi niyetle rekor düzeyde eylem programı ve teşvik düzenlemesinin hemen tümüyle konjonktürel nitelikte ve sadece mevcut arızalı yapıyı ayakta tutmaya yönelik destek tedbirlerinden oluşması, içeriklerinde çok az sayıda yapısal unsur bulunması bu ihtimalin oldukça güçlü olduğunu düşündürüyor.
Hele referandum sonrasında döviz ve faiz volatilitesinin azalması nedeniyle portföy piyasasından alım yapmak için iki ayda 3 milyar doları aşkın yabancı kaynak girişinin olması, korkarım asıl gündem konusunda algımızın kökten sapması sonucunu doğurabilir.

Büyük ekonomi yanılsaması ve unutulan yatırım notu

Aslında bu algı sapmasını destekleyecek başka etkenler de söz konusu. Üç büyük kredi derecelendirme kuruluşunun hiçbirinden yatırım notu alamıyor olmamızı da eskisi kadar önemsemiyor gibiyiz. Bunda, öngöremedikleri 2008 krizi nedeniyle bu kuruluşların uğradığı itibar kaybının da rolü var, kısa vadeli sermaye hareketlerinde derecelendirme notundan çok getiri beklentilerinin ağırlık taşıması da.

Kuşkusuz bunların raporları ve argümanları da eleştirilebilir ve tartışılabilir, ama metodoloji düzeyinde irdeleme ve teknik ciddiyet taşıması şartıyla. Kategorik olarak yok saymanın bir anlamı yok. Nitekim 2001 sonrasında kafamın takıldığı bir konu olan "nasıl olup da Mısır ya da Azerbaycan'ın kredi notunun, aradaki kurumsal ve demokratik kalite farkına rağmen geçmişte zaman zaman Türkiye'nin üstünde olabildiği" ile ilgili bir soruma daha önceki bazı toplantılarda olduğu gibi nisan sonunda panelist olarak katıldığım Londra'daki bir "Türkiye'de yatırım" toplantısında da salonda bulunan kredi notu uzmanlarından açık bir yanıt alamamıştım. Bu soruyla ilgili hatırladığım tek açıklama, o da özel bir sohbet sırasında, bir üst düzey uzmanın ilginç değerlendirmesi olmuştu: Kurumsal yapı ve demokrasi kalitesinin düşüklüğü, karar alma sürecinin öngörülebilirliği ile dengelenebiliyordu!

Ancak küresel kriz vesilesiyle aldıkları eleştiriler sonrası derecelendirme kuruluşlarının çok daha titiz ve özenli oldukları, konuyu bütün boyutlarıyla kapsamaya çalıştıkları da açık. Son olarak Moody's'in dış ticaret ve ödemeler dengesi fazlasına, büyük yatırım cazibesine rağmen Çin'in kredi notunu düşürmesi, Çin’de büyümenin yavaşlaması ile doğrulanıyor. Tabii Çin Hükümeti'nin kriz riskini görüp gazdan ayağını çekmesi sayesinde.

Bizim de kalıcı bir dış kaynak akışı için önceliklerimiz arasına kredi notunu yükseltmeyi koymamız zorunlu. Bu da enflasyonu ve mevduat dışı kredi büyümesini kontrol altında tutmayı gerektiriyor.

Geçmişte uzun süre yöneticiliğini yaptığım PwC'nin daha önce 2050, şimdi de 2030 için belirli büyüme oranı ve nüfus artışı varsayımlarına göre hazırladığı "en büyük ekonomiler" projeksiyonunu algılayışımız da benzer şekilde sorunlu. "Tamam, durumumuz iyi, 2030'da da 12'nci büyük ekonomi oluyoruz, o halde doğru yoldayız" gibi yorumlama eğilimindeyiz bu raporları.

Oysa öncelikle varsayılan ortalama büyüme oranını sürdürebilmek için şimdi yaptıklarımızdan farklı şeyler yapmamız gerektiğini anlamalıyız. Bu hem büyüme modeliyle, hem de reel kesimin yapısıyla ilgili değişimi tasarlayıp uygulamamız demek. Ayrıca büyük ekonomi olmanın sadece nüfus parametresine değil fert başına milli gelire dayanması halinde ekonomik güç anlamına geleceğini, rekabetçiliğin ise bunun dışında verimliliği ve ileri teknolojiyi zorunlu kıldığını unutmamalıyız. Bunun da önkoşulu, tüketim değil yatırım çekişli bir büyüme rotasına oturmak ve hem güven veren, hem de öngörülebilir bir yatırım destinasyonu algısını yaratmak.

Küresel düşünen şirketler zamanıdır

Öte yandan reel kesimin, gerek rekabetçi üretim yapısına ulaşmak, gerekse uzun zamandır finansal sağlığını ve çıpa niteliğini koruyan bankacılık sistemi ve kamu kesimi üzerindeki risk birikimini önlemek açısından, süratle ölçek ve verimlilik kısıtlarını aşması, bunun için de içeride ve dışarıda ortaklıklara yönelmesi, uygun maliyetteki finansal kaynaklara erişim için küreselleşmesi gerekiyor.

Son dönemde sevindirici olan şu ki, dünyayı pazar, piyasaları da küresel olarak gören ve kavrayan şirket ve grupların sayısı artıyor. Ancak bunun kolektif bir stratejik planın parçası olması, mevzuatın ve bürokrasinin de bu doğrultuda organize edilmesi şart. Artık Türkiye'nin sadece nüfusuyla değil, ekonomik gücüyle söz sahibi olması için ölçek ve rekabet gücü itibariyle dünya çapında çok sayıda şirket yaratması, bunların da yatırıma, argeye, pazarlamaya ciddi kaynaklar ayırması lazım. Kör topal ayakta kalan, sürekli kamu desteğine muhtaç işletmelerle bir yere varamayız.

Ekonomik potansiyelinin büyüklüğü konusunda yerli yabancı herkesin mutabık olduğu bir ülkenin neden hala patinaj yaptığını samimiyetle araştırmamızın ve cevaplandırmamızın zamanı geldi de geçiyor bile. Bunun yollarından biri de zihniyet kilitlerimizi, kendimizi aldatmayı, küçük olsun benim olsun kültürünü terk edip ufkumuzu genişletmek...

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019