Yeni yıla farklı gündem

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Yeni yılın 2013’ten kötü olmayacağına ilişkin beklentiler giderek tarih oluyor. Nedeni de aynı düzeydeki bir büyüme hedefinin, tüketimi sınırlayıp yatırımı artırarak gerçekleşmesi ihtimalinin yılın son iki haftasında ortaya çıkan siyasi gerilim ve hukuk krizi dolayısıyla çok azalması. Aslında süratle herkesin tatmin olacağı bir eylem planıyla konunun üzerine gidilmesi halinde ekonomi üzerindeki hasar etkisi makul bir düzeyde tutulabilirdi. Nitekim biraz gecikerek de olsa geniş çaplı hükümet revizyonu gibi doğru bir adım böyle bir umut da vermişti, ancak gerilimin niteliğinin başka çabuk adımlara pek izin vermeyeceği, hatta aksine artçı şokların uzun süreceği anlaşılıyor. Bu durum da önümüzdeki dönem ekonomi politikalarının, tezcanlı ve tepkisel alışkanlıklarımıza ters düşen bir titizlik ve dikkat ile yürütülmesini zorunlu kılıyor. Üstelik aynı dönemde üç kritik seçim de sahne alacak. Oldukça zor elde edilmiş yatırım notunu koruma kaygısı, cari açık ve son gelişmelerle neredeyse ondan bağımsızlaşan döviz kurunda, ayrıca enflasyon ve işsizlik kontrolünde ortaya çıkan kırılganlıklarla birlikte sürekli sırat köprüsü sendromu yaşamamıza yol açabilir.

Yatırımlara hukuk ve döviz engeli

Bu dönemi mümkün olan en az hasarla atlatmanın birinci gereği, Türkiye’nin zaten çok iyi durumda olmayan “hukuk güvenliği” algısını tümüyle bozacak çekişmelerin bir an önce demokratik standartlardan sapmayacak bir şekilde çözüme kavuşturulması. Onca uluslarararası anket ve araştırmada küresel planda yatırım sermayesinin bir numaralı önceliğinin hukuki güven arayışı olması boşuna değil. Güçlü ve tarafsız bir yargı erki ve bunun sağlayacağı kurallar karşısında eşitlik ve adalet duygusu, yatırım kararlarının gerektirdiği öngörülebilirlik açısından çok önem taşıyor. Eskiden sadece eksik işgücü ve bilgi kalitesiyle ve eşitlik ilkesinden uzaklığıyla bazı zaaflar taşıdığı düşünülen hukuk sistemimizin, şimdi çok daha temel nitelikler, yani bağımsızlık ve tarafsızlık yönünden kendi içimizde dahi yaygın kuşkularla çevrilmiş bulunması, Türkiye’nin yeni yılda küresel fonların menzilinde geriye atılması riskini ciddi şekilde artırabilir.

Kaldı ki risk yalnızca dış yatırım sermayesi açısından değil, yerli yatırım sermayesi açısından da sözkonusu. Özellikle siyasal ve hukuksal gerilimin doğurduğu belirsizliklerin tetiklediği döviz kuru sıçraması,  şirketlerin bütçe sürecini ve yatırım planlarını zora sokması, hem de bilanço yükümlülüklerini şişirerek savunma pozisyonuna geçmelerine yol açması açısından özel yatırımlarda bir canlanma olasılığını sıfırlıyor. Sonuç olarak, hem de seçim konjonktüründe, tüketim ve ithalatı azdırarak cari açığı yükseltme seçeneği düşünülemeyeceğine, ayrıca mali disiplini bozma riski de alınamayacağına göre 2013’ten daha düşük bir büyümeye razı olmak daha akılcı hale gelebilir.

Düşük büyümede yapısal onarıma dönmek mümkün

Belki de daha mütevazı bir büyüme dinamiği,  gelinen noktada, 2007’den bu yana odaklanmaktan vazgeçtiğimiz asıl gündeme yani yapısal onarım çabasına geri dönmeyi kolaylaştırabilir. Diğer alternatiflerin hepsinde duvara çarpma riski arttıkça ve ancak bu takdirde bu yola girdiğimiz,  80’deki 24 Ocak kararları ya da 2001 krizi sonrası reform süreçleri ile kanıtlandı. Ama bu iki örnekte de olduğu gibi reform süreçlerini yarıda bırakma eğilimimiz de güçlü. Bu yüzden yapısal dönüşüm performansımız uzun yıllar boyunca mehter takımı temposunda seyrediyor.

Bunun taze bir örneği geçen gün yeni atanan Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı’nın araştırma geliştirme konusundaki açıklamasında ortaya çıktı. Bakan Işık, bu projeler için ayırdıkları 1. 4 milyar liralık nakit ödeneğin bir bölümünün proje yetersizliği sebebiyle harcanamadığını söyledi. Bir bakıma yeni bir Bakan’ın böyle bir tespit ile işe başlamasına sevinmek te mümkün;ancak öte yandan on yıldır gündemde olan ve hem yurtiçi üretimin katma değerini arttırmak, hem de cari açığı azaltmak yönünden hayati önem taşıdığında ittifak bulunan böyle bir konuda hala sorunun teşhisi ile uğraştığımızı göstermesi açısından da hayal kırıcı. Başarı hikayesi yaratan ülkelerin milli gelirin yüzde 3’ü düzeyinde arge harcaması yaptığını, bizim ise ilk defa odaklanmış olmamıza rağmen hala yüzde 1 çıtasını dahi aşamadığımızı bildiğimiz halde retoriği aşıp stratejilerimizi netleştirmediğimiz, projelerin seçiminde, fonlanmasında ve yönetiminde kamu ve özel kesim ile üniversiteler arası eşgüdümü sağlayamadığımız anlaşılıyor. Bakan, şimdi TBMM’ye sunulan yeni bir yasa ile yüzde 50 Kurumlar Vergisi muafiyeti ve kamu ihalelerinde yüzde 15 fiyat avantajı gibi yeni teşvikler verileceğini belirtiyor ama muhtemelen uygulamada esas önem taşıyan diğer detaylar aynı kaldıkça önemli bir ilerleme görmek yine mümkün olmayacak.

Düşük büyümenin cari açığı azaltma dışında bir diğer olumlu sonucu daha olabilir. Tüketim ve ithalattaki azalış, son yıllarda mali disiplinin sigortası haline gelen dolaylı vergi hasılatını azaltarak yıllardır bekletilen Gelir Vergisi reformuna zorunlu olarak daha ciddi bakılmasını sağlayabilir. Başta kentsel rantlar olmak üzere atıl kalan dolaysız vergi potansiyeli değerlendirebilir. Bunun kaynak tahsisindeki çarpıklığın düzelmesine, yatırım sermayesinin ranta akmasının caydırılmasına ve hatta rant avcılığında yoğunlaşan yolsuzluk potansiyelinin törpülenmesine de pekala katkısı olabilir.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019