Zayıf yapıdan başarı hikâyesi çıkmaz

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Bazen “acaba mazoşist bir toplum muyuz?” diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Çünkü onca kriz ve toparlanma deneyiminden sonra artık geride bırakmış olduğumuzu varsaydığımız hataları yapmaya, övünerek bulunduğumuzu iddia ettiğimiz birinci ligin eşiğindeki bir ülkeye yakışmayacak dalgalanma ve kargaşa yaratıp zorlukla elde ettiğimiz kazanımları tehlikeye atmaya devam ediyoruz. Sonra da bütün enerjimizi bu kargaşayı sonlandırmak için seferber edip “yine başardık” diye teselli buluyoruz. Oysa başardığımız yol almak değil, düştüğümüz çukurdan kurtulmak oluyor. Üstelik bu kurtuluş da genellikle zaman kaybı ve ciddi hasar pahasına gerçekleşiyor. Biraz düşününce, defalarca yinelenen bu kısır döngünün arkasında, ülkenin hala yüksek olan büyüme potansiyelini harekete geçirmek için ihtiyaç duyulan ve aslında artık herkesçe bilinen kurumsal ve yapısal dönüşüm alanları üzerinde toplumsal bir uzlaşmanın sağlanamamış olmasının yattığı açık.

Özel taleplerin değil, ortak çıkarların önceliği

Uzlaşmanın zorluğu, muhtemelen, farklı toplumsal kesimlerin alışkın oldukları iş yapış biçiminden ve çalışma formatından vazgeçmek istemeyişi, en azından kısa vadede kazançlarını kısmen de olsa yitirme tehlikesinden kaygılanmaları ile ilişkili. Her örgütlü kesim reform talebinde bulunuyor ama dikkatle bakarsanız taleplerin büyük bölümü bütünsel ve temel dönüşüm alanları ile değil kendi özel destek ihtiyaçları ile ilgili. Sözgelişi zaten oldukça yüksek olan teşviklerin daha da arttırılması ya da verimlilikleri veya ürettikleri katma değer ne olursa olsun daha fazla kazanç elde etmelerini sağlayacak politika değişiklikleri isteklerine oldukça sık rastlıyoruz. Çoğu zaman da ekonominin genel sağlığı açısından sakıncalı ve kaynak savurganlığı niteliğindeki öneriler, salt bir sektörün büyümesi gerekçesiyle hayata geçirilebiliyor. Bu nedenle kamunun kaynak tahsisleri de yeterli etkinlikte oluşmuyor. Oysa ortak temel zaaf alanları üzerine gidilmedikçe uzun vadede bütün kesimlerin kaybı çok daha fazla, rekabet güçleri çok daha sınırlı olacak.

İşgücünün niteliğini arttırmak için eğitim sisteminde ya da yatırım ve rekabet güvenliğini sağlamak için hukuk sisteminde standartları ciddi biçimde yükseltmeden, büyümek için kronik dış kaynak ihtiyacı içindeki bir ülke olarak mali disiplini uzun vadeli bir istikrar unsuru olarak pekiştirecek vergi ve harcama reformunu yapmadan, gerek kamu gerekse özel kesimde saydamlık ve hesap verebilirliği arttırmadan, gözetim ve denetim işlevi taşıyacak bağımsız kurumları güçlendirmeden, ekonomiyi ve işletmeleri bütün toplumun sahiplenmesini sağlayacak şekilde sermaye piyasalarını derinleştirip geliştirmeden kalıcı bir başarı modeli oluşturmak mümkün değil. Özellikle Türkiye gibi ülkeler için mümkün değil, çünkü bazı yükselen ülkelerde bu zaafları en azından kısmen telafi eden doğal kaynak zenginliği ya da tasarruf fazlası gibi faktörler bu ülkelerde yok.

Şirket performanslarını düzeltmenin yolu

Bu zaafların nitelediği iş ve yatırım ortamında çalışan şirketler açısından bakarsak, doğal olarak öncelikleri küresel rekabete uyum ya da yerli katma değeri arttırmak değil, iç pazara odaklanmak ve kolay kazanç ve özellikle rant fırsatlarına yoğunlaşmak oluyor. Teşviklere rağmen teknoloji ve araştırma geliştirme alanında sıçrama beklemek de böyle bir ortamda hayalden öteye gitmiyor. Ama nedense rant imkanlarını azaltacak düzenlemeler yapmak ya da hiç değilse vergi kapsamına sokmak bir türlü gündeme alınmıyor. Örnek isterseniz, on yılda yüze varan değişikliğe uğrayan İhale Kanunu’nu ve yine yıllardır hazır olduğu halde önce budanarak reform niteliğinden uzaklaştırılan sonra da o haliyle bile yürürlüğe konmayan, nitekim yedi aydır bütçe plan komisyonunda olduğu halde görüşülmeyip belirsiz bir geleceğe ötelenen Gelir Vergisi kanun taslağını hatırlamak yeterli.

Yani reel sektörün hoşnut olmadığımız ve kronik cari açık oluşmasında etkili olduğunu kabul ettiğimiz performansını düzeltmenin ilk adımı, iş ve yatırım ortamı ile ilgili bu kurumsal ve yapısal faktörleri değiştirmeye dönük stratejik bir program üzerinde mutabakat sağlamak ve bunu farklı kesimlerin üstünde ve üzerinde bir iradeye dönüştürüp kararlılıkla uygulamaktır. Bunu es geçerek tek sorunumuz konjonktür dengelerini sağlamakmış gibi dikkatleri, gayretleri ve tartışmaları ona hasrederek ne kırılganlıkları ortadan kaldırabilir, ne de özlediğimiz yüksek büyüme rotasını tutturabiliriz.

Yeni belirsizlik süreci

Nitekim bugün vardığımız noktada, yüksek faizden kaçınalım derken enflasyon ve halkın bekleyişleri yönünden ondan çok daha fazla hasar yaratan döviz fiyatındaki sıçrama ile boğuşan, üstelik bu mücadelenin bir türlü odaklanmadığımız yapısal ve kurumsal zaaflarımız ile ilgili herhangi bir yarar da sağlamadığı yeni bir belirsizlik sürecinin ortasındayız. Anlaşılan düştüğümüz çukur çamurlu ki, patinaj yapıyoruz. Bu süreç uzun sürerse korkarız ki unuttuğumuz sert istikrar politikalarına, hatta IMF gözetimine bile ihtiyacımız olduğunu söyleyenler çıkar. Böyle bir durumda, Allah korusun, temel gündemi ise iyice unuturuz. Ayrıca şu da var. Madem öngörülebilirlik güvenin ilk şartı, biz de dış dünyada olacakları öngöremeyeceğimize göre ayağımızı yorganın fazla dışına çıkarmamak ve kendi gücümüzün elvermediği sahte zenginlik ve tüketim eğilimlerini gemlemek durumundayız.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019