Doğu’yu bu kez Batılılar’a anlatıyor

Lâtife Mardin’in ünlü dörtlemesi, İngilizce edisyonuyla da okurlara sunulacak

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

 

 

 

Lâtife Mardin, “Doğu-Batı Dörtlemesi”nin ve New York Greenwich Street Theatre'de sahneye konan “The A Word” adlı bir tiyatro oyununun yazarı. Türkiye'nin ünlü ailelerinden Mardinlerin gelini. Dünyaca ünlü müzik kompozitörü ve prodüktörü Arif Mardin'in eşi, eski bürokrat ve spor camiasından Yusuf Ziya Öniş'in kızı. Elli yılı aşkın bir süredir New York’ta yaşıyor. Kitapları, Oğlak Yayınları tarafından basılıyor. “Doğu-Batı Dörtlemesi”, yazarın “Doğu Doğudur”, “Batı Batıdır”, “Doğuda Aşk” ve “Batıda Fırtına” kitaplarının ortak adı. Dörtleme, Londra’da başlayan bir aşk ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yanında Kırım’da Rus ordusuna karşı savaşmak üzere Londra’dan yola çıkan İngiliz ordusu ana temasında İstanbul, Venedik, Paris, İzmir, Viyana ve Kahire'nin sosyal ve siyasi atmosferlerinde geçen romanlardan oluşuyor.

Şehirler, kültürler ve diller arasında bir gezinti sunan bu dörtleme, bugünlerde özel bir edisyonla, yine Oğlak Yayınları’ndan tek kitap halinde İngilizce olarak çıkıyor… Lâtife Mardin’le Gümüşsuyu’ndaki aile apartmanlarında buluştuk ve İstanbul’a nâzır bir manzara eşliğinde keyifli bir söyleşi yaptık. İlk sorumuz, bu sayfadaki bütün söyleşilerimizde olduğu gibi geleceğe yönelik projelere ilişkindi. Yani, hâlen kaleme aldığı hatıraları konuşarak başladık…

“Hatıralarımı yazıyorum, çünkü Arif’i (Mardin) anlatmak istedim. Fakat daha ona gelemedim. Seksen doksan sayfa falan yazdım, hep babamı anlatıyorum. Babam da enteresan bir adamdı; burada ilk futbol federasyonunu kurmuş olan Yusuf Ziya Öniş. Galatasaray başkanlığı da yapmış. Yani futbol sahasında çok faaliyeti var. Aynı zamanda da bankacı. İş Bankası’nda müdür. Atatürk’ün yaşadığı senelerde İstanbul’daki ekonomiyi idare etmiş bir nevi. Onları anlatmaya çalıştım...

Meşhur dostlar…

Fakat Arif’i anlatmam lâzım. O, müzik dünyasını çok sevdi ve içine girdi. Tabii dolayısıyla ben de onun çalıştığı insanlarla tanıştım, onun gittiği yerlere gittim... Stüdyoda plak yaptığı zaman mesut oluyordu o. Kendini tamamen işine vermişti. Evde de sürekli çalışıyor, aranjmanlar yapıyordu...”

Ve birçok ünlü dost tabii ki...

“Mesela Bee Gees’lerle arkadaştık, Aretha Franklin evimize gelirdi, Bette Midler ile çok yakın olduk...”

Amerika serüveniniz nasıl başladı?

“Biz, Arif’le ilk Boston’a gittik ve bana Boston - o zaman bilhassa, şimdi öyle değil - 1958’de, Londra’nın küçük bir kopyası gibi göründü, hiç sevmedim. Şimdi çok değişti, çok binalar yapıldı, ama yine de eski havası var ve onu devam ettirmeye çalışıyorlar. New York’a da ilk kez Boston’dan gittik, bayıldım... O yüksek binalar, o yollar, insanların çabası, herkes koşuşturuyor, herkes faaliyette, çok hoşuma gitti. ‘Aman New York’a gidelim, aman New York’a gidelim’ diye Arif’i de teşvik ettim. Berklee College of Music’te eğitim görüyordu, dedim ki ‘Burada bir şey olamayacak, New York’a gidelim.’ Ve gittik. Ben, orada Birleşmiş Milletler’de çalıştım. Bir sene sonra Arif’in de farkına vardılar, kıymetli olduğunu, aranjman yaptığını, müzik yazdığını anladılar ve o - Ahmet Ertegün’ün ağabeyi - Nasuhi Ertegün’ün alemine girdi. Caz ile meşgul olurdu Nasuhi Ertegün, onu vazifelendirdi. King Curtis diye bir cazcı vardı, o da ona çok yardımcı oldu. Aretha Franklin, Bette Midler, ondan sonra Chaka Khan ne bileyim sonsuz isimler... Ve hepsiyle iyi bir temas, iyi bir arkadaşlık kuruyordu. En son da Norah Jones... Onunla da çok iyi anlaştık ve bunun neticesi olarak Arif, üç Grammy sahibi daha oldu. Arif, kırk altın ve platin albüm ödülü kazandı, on beş kez aday gösterildiği Grammy ödülünü de on iki kez aldı.”

“Bir Osmanlı destanı”

Hatıralarınızı heyecanla bekleyeceğim. Yeni kitaba dönelim. Daha doğrusu, İngilizce edisyona. Siz, bu dörtlüyü İngilizce yazmıştınız ve Türkçe’ye çevrilmişti değil mi?

“Evet, İngilizce yazdım. Yeni edisyon için bunlar birleştirildi, tek bir kitaba döndü... Adı, ‘An Ottoman Saga’ (Bir Osmanlı Destanı)... John Galsworthy’nin bir kitabı vardır. Dörtlü’dür o da. ‘The Forsyte Saga’ diye çıkmıştı. Oradan aklıma geldi bu isim.”

Nasıl bir satış yöntemi düşünüyorsunuz?

“Vallahi New York’ta Amazon’a vermek lâzım. Dostlarım da durmadan ısrar ediyorlar, İngilizcesi’ni okuyalım diye... Kızım Nazan, Paris’te yaşıyor, onun arkadaşları da merak ediyor, bekliyorlar bu kitabı. Ve o diyor ki: ‘Şimdi artık senelerce çikolata yerine bu kitabı vereceğim ben. Annemin kitabı, daha iyi ne olabilir?!’”

Bu dörtlü’nün yazılış serüveni de Nazan Hanım’ın size verdiği bir kitap ile başlıyor sanırım. “Christopher Hibbert diye bir tarihçi -Londra hakkında, Medici’ler hakkında kitapları var- ‘The Destruction of Lord Raglan: A Tragedy of the Crimian War 1854-1855’ diye bir kitap yazmış. Kırım Harbi’nde nasıl kötü idare etmiş İngilizler, onu anlatıyor... Kızım, bu kitabı verdi 30 sene kadar önce...

Kırım Savaşı’nda

Çok ilgimi çekti... Fakat Lord Raglan, hakikaten çok büyük hatalar yapmış, o pozisyondaki adama, o hataları yaptırmışlar. Osmanlılar çok kapalı bir devletti. İlk defa olarak İngiltere ve Fransa İmparatorlukları işbirliği yapıyorlar ve beraber harp ediyorlar Kırım’da. Kırım'dan evvel birkaç seyyah veya tüccardan mâdâ temasları pek olmamış, daha ziyade birbirlerine düşman ve yabancı gözüyle bakan iki ayrı medeniyet işbirliği yapmak zorunda kalıyor. İlk defa buraya büyük ordular geliyor, Fransızlar geliyor... Fransızlar’la aralarında çatışmalar oluyor. Türkler’i kendilerinden aşağı görüyorlar hep. Beyoğlu'nun arka sokaklarındaki sancılı yaşamlar, Florence Nightingale'nin Selimiye Kışlası'ndaki çalışmaları bu kitapta hep var... Onları anlatmaya çalıştım. Ondan sonra iş büyüdü, biraz da Oğlak Yayınları’nın teşviki oldu, devamını yazmaya başladım...”

Aynı zamanda, Cynthia Walton ile Jonathan Caldwell'in trajediyle sona eren dokunaklı aşklarının hikâyesi bu kitap.

“Evet, bir aşk hikâyesi... Çünkü herkes bana diyordu ki ‘Biz tarih kitabı okumayı sevmiyoruz, ne olur bir roman gibi bir şey yazın.’ O kisvenin içinde tarihi anlatmaya çalıştım... Bugün Orta Doğu için deli oluyorlar, her şeyi bilmek istiyorlar, ama hiçbir şey bilmiyorlar... Onlara Osmanlı Devleti’nin ne kadar kuvvetli olduğunu, bütün bu yerlere hâkim olduğunu anlatmak istedim. Mısır’a gidiyorlar, III. Napolyon’un Fransası’na gidiyorlar, Londra’ya gidiyorlar, Türkler de var tabii bu işin içinde, Avusturya’ya gidiyorlar, Bismarck ile tanışıyorlar... Bütün bu o devrenin tarihini anlatmak ve bugünün sebeplerini de göstermek istedim.”

Yoğun bir okuma çalışması yapmışsınızdır mutlaka bu kitaplar için...

“Okumaya çok meraklıyım ve seviyorum okumayı da, tarihi de. Daha dün konuştuk ‘buraya nasıl Orient Express geldi’ diye, onun hakkında tahkikât yapmak lâzım. Çünkü kitabı, II. Abdülhamit’in tahta çıkması ile bitiriyorum, fakat ondan sonraki tarihimiz de çok enteresan. Şimdi kafamda öyle bir kitabı canlandırıyorum. Düşünüyorum, düşünüyorum. Dün konuştuk, kızım Nazan da biraz tesir ediyor böyle bir çalışma için.”

“Birinci projem hep Arif’ti”

Peki, yeniden bu kitabın yazıldığı günlere dönecek olursak, bir roman yazma kararını nasıl verdiniz, nasıl zaman yarattınız?

“Gayet komik bir şekilde. Birleşmiş Milletler’de çalışıyordum. Orada boş zamanlarımız oluyordu. Çünkü iki günde öğrendiğimiz, zorlukla yaptığınız işi sonradan gayet kolay uygulayabiliyorduk. Ben de ne yapayım ne yapayım bu arada derken bir kitap yazayım, dedim.”

Arif Bey de teşvik etmiştir herhalde.

“Evet, çok teşvik etti... 60’lardan bahsediyoruz. Diğer kitaplar daha çabuk geldi. Ancak, benim birinci projem, hep Arif’ti; ona yardım etmek, onun kariyerini ilerletmek, ona destek olmaktı. Fakat bu arada boş vakitlerim de oluyordu ve tuhaf bir şey, bazen yazamıyordum hiçbir şey. Bazen de yazıyordum.”

Bu arada siz, Amerikan vatandaşı mısınız?

“Daha çok yeni Amerikan vatandaşı olduk. Önceleri olmadık, olmak istemedik. Sonra o kadar zor oldu ki Avrupa’da seyahat etmek, onun üzerine Amerikan vatandaşı olduk sırf kolaylık için. Eskiden çok zordu Greencard almak, sonra aşçı geldi, o bile hemen Greencard aldı. Önceleri, Arif de alamamıştı, onun kalması, benim çalışmama bağlıydı. Tabii ilk başta öyleydi, sonradan Greencard aldık.

Ben, altı buçuk sene Birleşmiş Milletler’de çalıştım Arif’in kalabilmesi için. Sonradan kart gelince ayrıldım, hatta iki çocuk doğurdum çalışırken.”

New York ve İstanbul

Arif Ertekin’i üç yıl önce kaybettik, yine New York’a yaşamaya devam edecek misiniz?

“Bir kızım, bir oğlum var orada, onlar 40’larını geçtiler. Oğlum film yapıyor, Arif’in filmini, kızım da fotoğrafçı. Ben, herhalde yine kitap yazacağım. Amerika’da tuhaf bir şey oldu; eski filmleri, eski tiyatroları, eski piyesleri yeniden gösteriyorlar yeni artistlerle. Bu nedenle benim için fazla görülecek şey kalmadı. Yeni bir şey yok Amerika’da. New York gençlerin yeri, oraya gideceksiniz, çabalayacaksınız, muvaffak olacaksınız. İlk gittiğim zamandaki heyecanı kaybetti New York. Ama ben, orada, çocuklarımla birlikte yaşamaya devam edeceğim.”

Peki İstanbul?

“İstanbul’a gelince biraz yersiz hissediyorum kendimi, yani arıyorum eski İstanbul’u. Ama aynı zamanda da çok beğeniyorum bu halini. Yok yok burada...  Aman Avrupa’ya gidelim de şunu alalım gibi bir problem vardı eskiden, şimdi o yok. Her şey var, her şey bol. Benim zamanımda böyle değildi.”

Sık sık geliyor musunuz?

“Her sene geliyorum, ben burada büyüdüm. Ama, artık kopamıyorum New York’tan... Çocuklar orada doğdu, orada okula gittiler, işleri New York’ta... Onlar çok Amerikalı oldular. Türkçe de biliyorlar, ama hayatları orada, arkadaşları orada. Arif’in kariyeri dolayısıyla hepimiz orada kaldık. Bana, şimdi yabancı geliyor bazen burası...”

İngilizce düşünüyorsunuzdur sanırım.

“Her ikisi de oluyor... Şimdi iki lisanı da birbirine karıştırmaya başladım. Bu kitabı İngilizce düşündüm, çünkü İngilizce ve Fransızca okuyordum, Türkçe pek okumuyordum. Türkçe de o kadar değişti ki, şimdi benim Türkçe’mi beğenmiyorlar. Eski olduk. Ahmet Hamdi Tanpınar’a bayıldım, şimdi Sait Faik’i yeniden okuyorum, ne kadar güzel yazıyor. Yeniden Türkçe okumaya başladım. Yenileri biraz zorlukla okuyorum, ama okuyacağım.”

Çalışma enstitüsü dönemi

Burada High School’a ve Amerikan Koleji’ne gittiniz. İki dil öğrendiniz ve o yıllarda doğal olarak bunları kullanabileceğiniz bir yerde çalışmaya başladınız.

“Evet, Çalışma Enstitüsü’nde... Burada ‘ILO’ nun bir Çalışma Enstitüsü vardı - onu da anlatıyorum anılarımda - hep ecnebi eksperler geliyordu. Aynı zamanda bütün Orta Doğu’dan Mısırlı, İranlı, Iraklı, İsrailli, Lübnanlı, Yunanlı yani bütün iş müfettişleri geliyordu, onlara ders veriyorduk. Fransızca’dan İngilizce’ye simultane çeviri yapıyordum ben, bir arkadaşım da İngilizce’den Fransızca’ya: Berrin İnsel.

Türk hükümeti ‘Artık bu enstitüye gerek yok, biz artık bu parayı vermeyeceğiz’ dedi, hâlbuki çok güzel bir şeydi. Yalnız eksperlerin gelmesi dolayısıyla değil, bu muhtelif memleketlerden, Orta Doğu memleketlerinden gelenler ne de olsa bağdaşıyorlar, arkadaş oluyorlar ve problemlerini birbirlerine anlatıyorlardı. O, şimdi Birleşmiş Milletler’de biraz oluyor. Ama çok güzel bir şeydi. Neyse, orada üç buçuk sene çalıştım, sonra Arif ile evlendim, Amerika çıktı. Bu arada, Türkiye’deki ilk Nato toplantısında da simultane çeviri yaptık, fakat Türkçe’de çok zor bu iş. O nedenle, ‘Tekstleri önce verin’ dedik. Çünkü, bizim lisanımızda fiil sonda hâlbuki İngilizce’de, Fransızca’da başta söyleniyor...”

Lâtife Hanım, sizin hayat hikâyeniz de romanlarınız kadar, belki de onlardan çok daha fazla etkileyici olacaktır. Sohbetimize, umuyorum anılarınızın yazımı bittikten sonra, kaldığımız yerden belki bu kez, New York’ta devam ederiz.

“New York’a daha önce de gelirseniz, muhakkak bekliyorum...”

Gazi Osman Paşa’nın akrabası...

Hatıralarını kaleme alan Lâtife Mardin’e soyağacını sorduğumda şöyle anlattı:

“Ben, hem Makedonyalı hem de Anadolulu’yum. Babamın babasının Manastır’da çiftlikleri, evleri var. Ama galiba 1893 Harbi’nden sonra ‘Artık burayı bırakalım’ diyorlar. Tapuları falan alıp geliyorlar buraya, ama babam hiç üzerinde durmazdı böyle şeylerin... Ben de bilemiyorum. Yarı kulakla dinliyordum bunları zaten. Geliyorlar, ama dedem müthiş sofu, Üsküdar’a yerleşiyor... Mevlevi oluyor. Bu kadar dindar olmasına rağmen, babamı Saint Benoit’ya gönderiyor, Fransızca öğreniyor babam ve İsviçre’ye yolluyor. İsviçre de futbolla tanışıyor babam...

Annem, Selçuklular’dan, Tokat’tan, Orta Anadolulu. Gazi Osman Paşa, Tokat’taki hemşiresine haber yolluyor, ‘Sen de İstanbul’a gel’ diyor... İstanbul’da görücü geliyor, annemi beğeniyor. Annemi kadınlar hamamında görüyorlar, saçlarını dökmüş, çok beğeniyorlar. Annem çok güzelmiş... Bir şey anlatayım komiklik... Büyükannemin bir papağanı vardı, zaten hayvanları çiftlikten dolayı çok severdi. Babamlar onlara gidiyor. Bir hanım var, onu da esaretten kurtarmışlar, o da ayrı bir hikâye, geliyor anneme diyor ki ‘nişanlını görmek ister misin?’ Daha görmemiş annem, ‘a tabii isterim’ diyor. Babam yemek yiyormuş annem gizlice bakarken. Büyükannemin papağanı ‘kim o’ der demez annem kaçıyor. Düşünün, yemek yerken gizli bakıyorlar adam görmesin diye...”

Peki, Arif Mardin’le nasıl tanışıyorsunuz?

“Arif ile nasıl tanıştığımı hatırlamıyorum. Hep ortalıktaydı. Ben, ablası ile çok yakın arkadaştım. Betûl (Mardin) ve Arif’in bir büyük ablaları vardı Leyla, veremden öldü, Benim çok arkadaşımdı, kolejde beraberdik, aynı odada yatardık. Betûl de aynı odadaydı bizimle. Annesi gayet komik bir şekilde biz iki genç kız sinemaya giderken yanımıza Arif’i katardı... Böyle hikâyelerimiz var.”    

Piyesi Off Broadway’de sahnelendi

Lâtife Mardin’in romanlarının yanında bir de piyesi var: “The A Word”...

“Evet, kürtaj hakkında bir piyesim oldu, Off Broadway’de sahneye kondu, beş hafta oynadı.”

Türkiye’de sahnelenmedi mi?

“Hayır, yalnızca Amerika’da. Çünkü, kürtaj orada problem. Roe V. Wade vardı biliyorsunuz, onu yok etmeye kalktılar, orada da sağcılar çok kuvvetli. Çok kızdım. Dedim ki bir mektup yazayım bir gazeteye. Sonra, bunu bir gazeteye yazacağıma beş kadının oynayacağı bir piyes kaleme alayım diye düşündüm, beş ayrı fikirde kadın... Mesela anne tamamen kürtaj aleyhinde, fakat kızının hayatı var ortada, genç bir kızın... Defne Halman oynadı anne rolünü, torunum da kızını. Burada kürtaj problemi yok, fakat Amerika’da çok mühim.”