”Hatırlamak acıtır, ama anlatmak özgürleştirir”

Mario Levi, yeni kitabı 'Karanlık Çökerken Neredeydiniz'i anlatıyor

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

 

 

İlk kitabı "Jacques Brel: Bir Yalnız Adam" 1986 yılında yayınlandı. Bu kitap üniversiteyi bitirme tezinin romanlaştırılmış şekliydi. 1990 yılında basılan ilk öykü kitabı "Bir Şehre Gidememek" otobiyografik özellikler taşıyordu,  yazarın hem aşklarıyla, hem de çocukluk ve ilkgençlik yıllarıyla hesaplaşması gibiydi. Kitap o yılın Haldun Taner Öykü Ödülü'nü kazandı. 1991 yılında ikinci kitabı "Madam Floridis Dönmeyebilir," İstanbul'un azınlık çevrelerine ve topluma uyum sağlamakta zorlanan insanlarına yer veriyordu. 1992'de daha çok bir "anlatı" olarak görmeyi yeğlediği ilk romanı "En Güzel Aşk Hikâyemiz"i yazdı. 1993'te başladığı "İstanbul Bir Masaldı" adlı kitabını altı yılda bitirerek 1999 yılında yayınladı. Bu kitapta yirmili yıllar ile 1980'ler arasında İstanbul'da yaşamış bir Yahudi ailesinin hikâyesi anlatılıyordu. Bu eseriyle 2000'de Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazandı. Daha sonra, 2005 yılında "Lunapark Kapandı"yı yayınladı. Eserleri İtalyanca ve Almanca'da basıldı, Fransızca, Romence, Yunanca ve Bulgarca'ya çevrilmekte... Yazarlığın yanı sıra, Fransızca öğretmenliği, ithalatçılık, gazetecilik, radyo programcılığı, reklam yazarlığı gibi işler de yaptı. Halen Yeditepe Üniversitesi'nde, ayrıca yazı atölyelerinde dersler veriyor, Son kitabı, "Karanlık Çökerken Neredeydiniz?", 14 Ocak'ta çıktı. Bu ansiklopedik bilgilerden sonra, lezzetli bir sohbete başlayabiliriz Mario Levi ile. Tabii önce yeni kitap... O yeni heyecan...

"Bu, sekizinci kitabım benim. Sekizinci kitap; artık insana bir deneyim, bir yaşanmışlık kazandırır. Siz de bir yerden sonra ne fark eder diyebilirsiniz yedi ya da dokuz. Ama gerçekte öyle olmuyor, ilk kitabım çıkmış gibi heyecanlıyım. Çünkü bu heyecan hoşuma gidiyor, onu yaşamaktan büyük bir mutluluk duyuyorum. Hatta kendime şunu söylüyorum: 'Ne mutlu bana ki bu yaşımda ve sekizinci kitabımda bu heyecanı yaşayabiliyorum.'

Aslında bu heyecanı artıran deyiş yerindeyse sadece bu romantik duruş değil, aynı zamanda bu romanda anlatmak istediklerim. Bir dönem romanı yazma fikri uzun süredir kafamda dolaşıp duruyordu. Kendimden çok şey koydum bu romana. Bu anlamda 'Lunapark Kapandı' ile başlayan dönem benim için önemlidir. Gerçek yaşanmışlıkların romana yansımasıydı söz konusu olan, belki de heyecanımı artıran en önemli unsur bu... Bir de aslında insan hatırladıkça tarihiyle yüzleşiyor... Bu olgunun çok önemli olduğuna inanıyorum.

"Lunapark Kapandı" Mart 2005'te çıkmıştı "Karanlık Çökerken Neredeydiniz?" Ocak 2009'da.... İkisi de diğer Levi yapıtları gibi oylumlu kitaplar... Aralarında dört yıl var. Hacimli oluşları mı süreyi uzatıyor, yoksa o, yavaş yazan, az üreten bir yazar mı?

"Güzel soru. Aslında ikisi de değil. Ben bir roman yazmaya başladığım da -her gerçek yazar gibi- romanın ne zaman, nerede biteceğini bilmiyorum. Hikâye, kendini yazma sürecinde dayatıyor, yazıyorsunuz. Durmanız gereken yeri size, öykünün ve kahramanların kendisi söylüyor. Öyle anlaşılıyor ki her hikâyenin yola çıkışında  kahramanlarım küçük, muzipçe oyunlar oynuyorlar, beni kolay kolay bırakmıyorlar. Bu nedenle de uzadıkça uzuyor hikâyeler. Tabii bundan yayınevi ne kadar hoşnut kalır bilemiyorum, ama başka türlüsünü yapamadığımdan sanırım, Balzac gibi doksanı aşan sayıda roman yazamayacağım. Önemli değil, önemli olan inandığım romanlar yazmak ve bu yolda hep ilerlemek."

Ödül, onaylanmaktır

İlerliyor olmalı ki, her yapıtıyla ülkemizin saygın ödüllerini alıyor...

"Hakikaten beni bu ödüllere lâyık bulanlara müteşekkirim. Çünkü, edebiyattan anlayan insanların onayı demektir ödül almak. Türk edebiyatında başka bir şekilde yer almak demektir. Bunu hep önemsedim. Bu arada belirtmek isterim, her ne kadar ödüller çok önemliyse de -ki bu önemi hiçbir zaman yadsımadım, nankörlük etmek istemem-  asıl önemin okurun onayı olduğuna inanıyorum."

Yeni kitapta bu onay, bir kez daha test edilecek. Biz, kitabı uzun uzun anlatmayalım, ama Mario Levi, okurlarımıza merak uyandıracak bazı ipuçları versin. Daha sonra, başka konulara geçelim ve Levi'yi daha yakından tanıyalım...

"Bu kitabın nasıl doğduğuyla ilgili hoş bir anekdotum var: 2004 yılında Midilli Adası'nda Türk-Yunan dostluğuyla ilgili bir panele katılmıştım. Daha 'Lunapark Kapandı'nın düzeltmeleri bitmemişti. Paneldeki konuşmacılardan biri de Prof. Dr. Eser Karakaş'tı. Eser Bey, benden beş-altı yaş büyüktür. Çok ilginç bir anekdot anlattı. '64 Kararnamesi'nden bahsetti. Dedi ki 'Biz o zaman çocuktuk ve çok üzülmüştük. Moda'daydık. Rum arkadaşlarımızın birdenbire gitmek zorunda kalmasıydı üzülmemizin nedeni. Bir futbol takımımız vardı, sahaya çıkaracak adam bulamamaya başlamıştık, oyuncularımız gitmişti!'

Bu, bana çok insani geldi ve o günün akşamı şöyle bir roman yazsam diye düşündüm:

Ellilerinin ortasına gelmiş, hali vakti yerinde bir adam Yunanistan'a giden, İstanbul'da kalan bütün çocukluk arkadaşlarını özler ve onları bir araya getirip tekrar futbol takımını oluşturmak ister. Fikir buydu. Ayrıca şunu da söyleyeyim ben, futbolu çok seven koyu Fenerbahçeli bir yazarım. Haliyle başladım bir şeyler düşünmeye, hatta yavaş yavaş roman kahramanları da çıkmaya başlamıştı ki bir yerde durdum. Bir şey beni engelledi. Kendi kendime bu adamlar futbol takımını oluştursalar kiminle oynayacaklar, rakip takım yok dedim. İkinci engel de fazla erkek romanı olacaktı. Kadının olmadığı roman, iyi roman olmaz. Bu nedenle futbol takımından vazgeçtim tiyatro grubu yaptım. Böylelikle daha yakın bir geçmişe de dönebiliyordum. '64 Kararnamesi yılları merkez olmasın, 70'li yıllara geleyim dedim. Bizim üniversitede olduğumuz, bedellerini ödeyerek yaşadığımız senelere. O yılların, Türkiye tarihi için çok önemli yıllar olduğunu düşünüyorum..."

Kendi kuşağını yansıtmak

Kuşakdaşım çok haklıydı. 1978 Kuşağı edebiyata yeterince yansıtılmamıştı.

"Şuna çok inanıyorum Faruk; 68 Kuşağı'nın, 12 Mart'ın edebiyatı çok yapıldı ve bize ışık tutmuş çok güzel romanlar da yazıldı. Örneğin ben, Erdal Ağabey'in 'Yaralısın'ını asla unutamam. Ama 12 Eylül darbesinin ve '78 Kuşağı'nın edebiyatı çok az yapıldı. Ben, sadece '78 Kuşağı'nın verdiği siyasi kavgayı değil, 1970'li yılların ruhunu da anlatmak istedim. Sadece bir siyasi kavgayla sınırlı tutmak istemedim bu romanı. Çünkü, 1970'li yılların ruhunda çok önemli bir boyut vardı -ki o boyut artık kayboldu-  dostluk boyutu. Hâlâ sürdürürüz ilişkilerimizi. Biz, kaç yıldır görüşüyoruz bir düşün. İşte saçlarımız, sakallarımız ağardı, hâlâ o günlerin bize vermiş olduğu güçle birbirimize sarılıyoruz. Ben, bu konuda yeni kuşakların çok şanssız olduğunu düşünüyorum. Bizim yaşımıza geldiklerinde, bunu yaşayamayacaklar. Belki ağır bedeller ödedik, belki acılar yaşadık, ama öğrenmeye, sorgulamaya çok açık bir kuşaktık. Hatalar yapılmadı mı, fazlasıyla yapıldı, ama hataları da insanları yapar.

Yani sonuçta bu anlamda edebiyatımızda bir eksiklik de duydum. İlk ben çıkıyorum demiyorum, çok şey yapıldı, ama yapılması ve yazılması gereken çok daha fazla roman ve hikâye var '78 kuşağı ile ilgili. Birinci elden bazı acıları yaşayanlarsa ne yazık ki çok anlatmıyor, bu da beni çok üzüyor, anlatılmama nedeni acıtıyor. Aralarında yazı atölyelerinden arkadaşlarım var. Yurtdışında kalmak zorunda kalmış olanlar, cezaevine girmiş olanlar var. Ortak tarafları hep şu: O günlere dönmek istemiyoruz. Hatırlamak acıtır, ama ben, hep şunu telkin etmeye çalışıyorum, 'hatırlamak acıtır, ama anlatmak özgürleştirir.' Ben böyle bir adım attım tüm övgülere de, sövgülere de, eleştirilere de açık olarak. Yapılması gerekenin bu olduğuna, o dönemin yeniden sorgulanması gerektiğine inanıyorum. Çünkü eleştiri - özeleştiri zaten bizim kuşağın en önemli değerlerinden biriydi..."

Mario Levi'nin de belirttiği gibi değerlendirmeyi okurlara bırakarak kitapla ilgili ipuçlarını burada noktalayalım. Söyleşinin başında, lezzetli bir sohbet dedim, Levi bulunduğumuz cafe'de kendine porcini mantarlı risotto söylemiş, limonatası eşliğinde keyifle yiyordu. Onun, yemekle yakın ilgilendiğini, hatta kimi radyo programlarında tarifler verdiğini biliyordum. Eser miktarda kıyılmış sarımsak eklettiği risottosundan gelen mis gibi kokular ister istemez sohbeti, başka bir sanata, yemek sanatına yöneltecekti...

"Elli iki yaşına geldin, hayatta seni en çok neler heyecanlandırıyor diye sorulsa bana; bir aşk, ne mutlu bana elli iki yaşında hâlâ heyecanlandırıyor..."

Mario Levi, bugünlerde evleniyor da...

"Tabii ki âşık olduğum kadınla evleniyorum daha ne olsun. İki yazmak, üç yemek yapmak, dört futbol..."

Amatör bir aşçı

Ben bir Galatasaraylı olarak diyorum futbola girersek bu sohbetin yönü değişir!

"Girmeyelim tabii. Bu dört şey benim için çok önemli, doyasıya yaşamaya çalışıyorum. Kendimi amatör bir aşçı olarak görüyorum. Yüzü aşkın yemek biliyorum değişik mutfaklardan. Ama amatör bir aşçı olacağım çocukluk yıllarımdan belliymiş. Bana bu konuda çeşitli şekillerde yol gösteren iki insan vardı hayatımda; biri dedem -annemin babası- diğeri babaannem. Dedem özellikle pazar günleri özenir bezenir hepimize güzel yemekler yapardı. Fırın makarna, mayonezli yumurta, rosto gibi, ona özenirdim. Ancak hayatımda yemek yapmak konusunda asıl etkili olan insan, babaannem olmuştur. Babaannem, 1910 doğumlu, çocukluğunda ud çalmış, Osmanlıca öğrenmiş, tipik bir Osmanlı kadını. Çok sert bir kadındı. Evde de mutfak hâkimiyeti onun elindeydi. Babaannem mutfakta yemek yaparken onu seyrederdim, çok severdim yemek yapma şeklini, ama o pek hoşnut olmazdı; 'Başka işin yok mu senin' derdi. Bir keresinde yemek tarifi istedim istememle azarı işitmem bir olmuştu; 'Ne demek yemek tarifi, erkekler yemek yapmaz büyü, evlen, karına veririm' demişti. Ben sadece gözlemledim. Babaanneme sadece bakarak bizim geleneksel sefarad mutfağının yemeklerini öğrendim. Sonra birçok kitap aldım ve birçok televizyon programı seyrettim. Şimdi yavaş yavaş kendi yemeklerimi yapabiliyorum. İnanılmaz bir haz duyuyorum yemek yaparken. İnsan tek başına olunca yemek yapmaz, birileri olmalı hayatında, çünkü yemeği paylaşmak çok güzel."

Aşkı da konuşuruz, ama önce yazma konusuna girelim...

"Aslında yazı yazmak çok meşakkatli bir süreç, bir çile. Doğrusunu söylemek gerekirse aklı başında bir insanın yapacağı bir şey değil yazı yazmak. Bazen çok acı çekiyorsunuz, yazamadığınız günler oluyor, yazmak istiyorsunuz ama olmuyor. İşte o zaman kendime birtakım çareler bulmuşumdur, müzik dinlemek gibi, şiir okumak gibi. Bunların arasında mutlaka yemek yapmak vardır. Bu, beni hem dinlendiriyor hem bir takım yerlerden uzaklaştırıyor. En çok dinlendiren de -bundan hoşlanmıyorsun ama- futboldur. Bunu da söyleyeyim..."

Yoğun tempoda yazmak

Peki, ne zamanlar yazıyor Mario Levi. Dersler zamanını almıyor mu?

"Aslında istersen şu soruyu da sorabilirsin; 'Bunca iş arasında nasıl yazabiliyorsun?' Şöyle bir düşün; haftada dört gün Yeditepe Üniversitesi'nde Yazı Yaratımı dersleri veriyorum. Sabahtan akşama kadar ders vermiyorum, kimi günler üç, kimi günler dört saat ders veriyorum, ama evden çıkıyorum, derse giriyorum, odama gidiyorum, öyle bir düzenim var. Sonra TRT İstanbul Radyosu için program yapmaya devam ediyorum haftada bir kere 'İstanbul Sohbetleri' başlığı altında. Beş altı dakikalık programlar, ama metinlerin hazırlanması gerekiyor. Bir deniz sektörü dergisinde ayda bir köşe yazısı yazıyorum. Marine Deal'de. Yazı atölyelerim var, pazartesi, çarşamba ve perşembe akşamları, cumartesi öğleden sonra ve pazar sabahları.

Bütün bunların arasında Mario yazıyor, nasıl yazıyor? Ne zaman yazıyor? İşte bütün bu işlerden arta kalan zamanlarında yazıyor. Ama şunu söylüyorum hep; hocalık benim için hep çok önemli olmuştur. Hayatımda yeni bir sayfa açtım hocalıkla. Reklam sektöründen bir daha dönmemek üzere ayrılıp eğitime geçmeyi hayatımın en doğru profesyonel kararı olarak görüyorum, hiç pişman değilim, hocalığı çok seviyorum. Şunu da söyleyebilirim ben boş vakitlerimde hocalık yapıyorum. Kafam hiçbir zaman bu kadar kalabalık değildi. Örneğin iş trafiğinin en yoğun olduğu reklamcılık günlerimde bile istisnai durumlar olmadığı sürece, kampanya hazırlamak gibi, akşam saat 7-8'de eve dönerdim. 'İstanbul Bir Masaldı'nın son iki yılında akşam 9'da yemekten sonra yatış, gece 2'de kalkış, 2'den 6.30'a kadar her gece yazmak ve sonra işe gitmek gibi bir düzenim vardı. Bütün bunlar şunu gösteriyor: Yazmak zor iş, vakit ayırmayı gerektiriyor. Ama her iyi meslekte olduğu gibi tutku olmazsa yazmak da olmaz. Yani yaptığın işe tutkuyla sarılırsan halinden şikayet etmiyorsun."

Son söz, aşkın... Mario Levi'yi, yapıtlarını besleyen aşkın...

"Aşklar ile ölüm arasında her zaman bir ilinti olduğuna inanmışımdır. Bir erkek bir kadınla bir araya gelir, bir heyecanı, hayata yeniden bakmayı, gerçekten paylaşılmaya değer birçok ayrıntıyı paylaşır. Aşk, bizi hayatta daha mutlu kılar ve iyi ki yaşıyoruz deriz. Bir aşk ne kadar sürer onu bilemeyiz, ama söz konusu tutkularsa o tutkular ölmeye, en azından kimlik değiştirmeye mahkûmdur deriz.

Belki de gün gelir ayrılık yaşanır, işte o ayrılık tıpkı bir göç gibidir, ölüm duygusudur. Neden bir sevgiliden ayrılmak istemeyiz, bazen direniriz? Çünkü onda ölmek istemeyiz. Buradaki göç bir mahalleden başka bir mahalleye, bir şehirden başka bir şehre, bir ülkeden bir başka ülkeye göç değildir. Buradaki göç bir ruh göçüdür. O zaman edebiyatın bir başka yönü çıkar ortaya. Bugüne kadar ayrıldığım, ayrılmak zorunda kaldığım, büyük heyecanları yaşadığım, bütün kadınlara müteşekkirim. Her birinden yeni bir şey öğrendim..."

"İstanbul'a çok şey borçluyum"

Mario Levi söylemedi, ama aşklarından, tutkularından, kitaplarının kahramanlarından biri, hatta en önemlilerinden biri İstanbul...

"1492'den bu yana İstanbullu'yuz. Tutku ilişkisini ancak yaşayan bilir, yaşamayana ne kadar anlatırsanız anlatın anlamaz. İçinde onsuz olamamayı, hayran olmayı, çok yüceltmeyi, öfke duymayı, nefret etmeyi, hırpalamayı da barındırır. Ben zaman zaman İstanbul'dan nefret ederim, çok öfkelenirim, neden böyle bir şehirde yaşıyorum derim kendime. Ama gayet iyi biliyorum ki bütün bunları İstanbul'u önemsediğim için söylüyorum. Artık İstanbul'suz yapamayacağımı çok iyi biliyorum. Yurtdışında yaşamak gibi bir denemem olmadı, ama uzun süreler, üç dört ay yurtdışında kaldığımda İstanbul'a ait çok basit şeyleri bile özlemeye başlıyorum ve bu bağlılığı seviyorum gerçekten.

Beni İstanbul'a yaklaştıran, İstanbul'dan kopmama engel olan galiba İstanbul'un sırları. Ya da İstanbul'un bir yerde gizlediğine inandığım hikâyeleri. Yazdıkça daha çok derine inip ne kadar az yazdığınızı anlıyorsunuz. Kolay değil. Düşünün üç imparatorluğun başkenti. Hep şunu söylerim, iki tür şehir vardır dünyada; yatay ve dikey şehirler. Yatay şehirler, tarihleri çok eskiye gitmeyen ama etki alanları büyük şehirlerdir. Buna en iyi örnek New York'tur. Dikey şehirler ise çevrelerindeki etkileri o kadar büyük olmayan ama kendi içlerinde derinleşen şehirlerdir. İstanbul böyle bir şehirdir, Mardin böyle bir şehirdir, Kudüs böyle bir şehirdir. Bu anlamda İstanbul'da yaşamak bile bir yazar için bulunmaz bir nimettir. Bir yazar için müthiş bir malzeme var İstanbul'da.

İstanbul'un duygusu nedir diye düşündüm çok kez -birçok duygusu vardır ama baskın olan nedir?-, bir yere vardım ve bu duygu İstanbul'un duygusudur dedim. Bu gerçeğe vardıktan neredeyse bir kaç ay sonra bir tesadüf eseri Orhan'ın (Pamuk) 'İstanbul' kitabını okuduğumda onun da benimle aynı yere varmış olduğunu gördüm: Hüzün. Ben İstanbul'un duygusunun hüzün olduğunu düşünüyorum. Orhan, kendine göre bunun nedenlerini 'İstanbul'da açıklamaya çalışıyor. Ben başka açılardan yaklaşıyorum. Bir göç şehri İstanbul; gelenler var, gidenler var. Çetin Altan çok ilginç bir saptamada bulunmuştu, demişti ki: 'İstanbul'da aynı evde üç kuşak boyunca aynı evde yaşayan bir aile bulamazsınız.' Ben kendi hayatımdan da biliyorum, hayatım buralarda (Teşvikiye) geçti benim, şimdi Kadıköylü'yüm. Ben bile elli iki yılda aynı yerde kalmamışım. Tüm bunlar hayat hikâyelerini getiriyor. Hayat hikâyelerinde de önemli olan tarihsel olguları anlatmak değildir. Yaşama dikey bakma meselesi burada devreye giriyor. İnsan ruhunun derinliklerine inmek, ruh çözümlemeleri yapmak... Ben Türk edebiyatına elimden geldiğince bunu da getirmeye çalışıyorum aynı zamanda. İstanbul bu anlamda müthiş bir alan, müthiş bir şehir. Tarihi var, o tarihin beraberinde getirdiği kültür var ve madem ki göç var kayıp duygusu da var. Göç, kayıp duygusu demektir ve kayıp duygusu çok önemli bir tetikleyicidir edebiyat için. Böyle bir şehri nasıl sevmezsin?!

'İstanbul'da yaşamak zor mu?' diye çok soruyorlar bana yurtdışında. 'Çok zor' diyorum, 'Her açıdan zor, ama ne mutlu bana ki zor bir şehirde yaşıyorum, yazıyorum çünkü'. Her şeyini çözmüş, durağan ama her açıdan sorunsuz bir şehirde yaşasaydım yazmak için nedenim de olmayacaktı, bu yüzden İstanbul'a borçluyum."