Hayatı aşkla çalışmak

"Beni en mutlu eden kimliğim yazarlık" diyen Prof. Dr. Gül İrepoğlu, çeşitli alanlarda nitelikli ürünler ortaya koyuyor

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'nde mimarlık öğrenimi gören Prof. Dr. Arzu Gül İrepoğlu, mezun olduktan sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Estetik ve Sanat Tarihi Kürsüsü'nde asistan ve doktora öğrencisi olarak akademik kariyerine başladı, 1997'de sanat tarihi profesörü unvanını aldı. 26 yıl hizmetten sonra üniversiteden emekli oldu. 18.-20. yüzyıllarda resim sanatı, Doğu ile Batı'nın sanatsal ilişkileri ve mücevher tarihi alanlarında çalışan İrepoğlu'nun, bu konularda bilimsel kitapları ve çok sayıda makalesi bulunuyor.

Gül İrepoğlu, 2005-06 sezonunda TRT 2'de yayınlanan "Şehir-Mekân" (M. Armağan'la birlikte) ve 2006-07 sezonunda "Sanat-Mekân" programlarını hazırlayıp sundu. UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Yönetim Kurulu üyesi ve bu kurumda Somut Kültürel Miras İhtisas Komitesi'nin başkanı ve yürütücüsü. Birçok derneğin de yönetiminde bulunan veya üyesi olan İrepoğlu'nun Lale Devri'ni anlatan "Gölgemi Bıraktım Lale Bahçelerinde" isimli romanı 2003 yılında yayınlandı. 2007'de çıkan ikinci romanı "Cariye," 18. yüzyılda Osmanlı saray hareminde geçiyor. Mayıs 2009'da basılan son kitabı "Fiyonklu İstanbul Dürbünü"nde ise İstanbul'un yakın tarihi giysilerle anımsanıyor…

Yani, Gül İrepoğlu'nun çeşitli alanlarda çalışmaları, demek ki birçok şapkası var… Sohbetimize de bu şapkalardan başlayacağız...

"Bu, bir şekilde bana yazılmış herhalde. Çok şapkalı olmak, taa en baştan beri var. Ben, mimarlık eğitimimi bitirir bitirmez bambaşka - aslında bambaşka denilemez, ama başka - bir yöne doğru gittim. Bunun temeli çocukluğumda yatıyor. Sanat tarihi ortamının içinde yetiştim ben. Aynı evde oturduğumuz beni büyüten teyzem, küçük yaşımdan itibaren beni, bir sanat tarihçisi olarak yetiştirmeye gayret etti. 15 yaşındayken 1 aylık bir Avrupa görgü bilgi turu yaptırdı bana ve neredeyse bütün Avrupa kentlerinin mimarisini öğretti. 'Bak bu Rönesans, öbürü Barok. Söyle bakalım bu Gotik mi' diye sorularla… Sonunda tabii bunaldım ben... O zamanlar çok moda olan mini şortumla geziyordum, Ağustos, Eylül aylarındaydı… Sonra bir kongreye katıldık... Çocukluğumdan itibaren teyzemle birçok kongrelere katıldım."

Teyzeniz, sanat tarihçisi Nurhan Atasoy değil mi?

"Evet. Teyzem kendini sanat tarihine adamış bir insan. Ben de onunla beraber büyüdüğüm için onu takip ettim. Sultanahmet'te otururduk eskiden ve teyzem, Topkapı Sarayı'nın kütüphanesine çalışmaya giderdi. Ben de onunla tabii ki. Topkapı Sarayı'nın bahçesinde oynardım. Bahçe olarak ilk orayı tanıdım. En çok da Hazine Dairesi'ne giderdim, devamlı aynı şeylere bakardım. Saraydaki herkesi tanırdım müdüründen bütün çalışanlarına, asistanlara kadar. Onların içinde büyüdüm."

Nurhan Hanım nedeniyle bir üniversite çevreniz de olmuştur yine daha çocukken...

"Teyzemin üniversite çevresi de vardı tabii. Hatta çok çok küçükken yazdığım bir şiiri, daha okuma yazma bilmiyorken babama yazdırdığım bir şiiri, Ahmet Hamdi Tanpınar'a söylemişti teyzem. Ve o, 'ne demişti küçük kız?' diye devamlı sorarmış, ama ne yazık ki tanımadım Ahmet Hamdi Tanpınar'ı, yüz yüze gelemedim hiç.

Teyzemin entelektüel çevresi bana çok şey verdi çocukluktan itibaren.  Arkadaşları Metin Sözen, Muhibbe Darga, hocası Mazhar Şevket İpşiroğlu, Semavi  Eyice'ydi... Onların arasında büyüdüm, ama inatla ben sanat tarihi okumayacağım dedim. O gençlik haliyle, birazcık da ben senin gölgende kalmak istemiyorum düşüncesiydi bu. Ve Mimarlık okudum, çok severek okudum. Ama Mimarlık'ı bitirdiğim gün teyzem, 'bak tamam, şimdi sen kaprisini yaptın, geliyorsun artık, ben yetiştiriyorum seni. Doğru düzgün sanat tarihçisi oluyorsun' dedi.

Çok şapkalılık tam burada başladı işte. Çok da memnun olmadım, ama o zamanın jenerasyonu olarak - belki şimdi olsa böyle olmazdı - kabul ettim bunu söylene söylene. Bütün her şeyi, bütün sanat tarihini baştan öğrenmek ve okumak vardı. Ve yine derslere girmeye başladım. Ondan sonra doktora yaptım Sanat Tarihi'nde, yani asistan olarak girdim İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü'ne. Ondan sonra akademik hayatım hep bu şekilde devam etti, ama mimarlık eğitimi insana çok geniş bir vizyon veriyor, bunun ışığında bakıyorum birçok şeye. Çok şapkalılık ikisini birden yürütmek aslında..."

Öyle, ama bu yetmemiş ki size, şapkalarınızın sayısı daha fazla...

"Aslında bütün çocukluğum ve gençliğim boyunca yazmaya çok meraklıydım ben. Okulda (İstanbul Erkek Lisesi) hem Türkçe, hem Almanca - Alman hocalarla okuyorduk - kompozisyon dersleri en sevdiğim derslerdi. Bunlardan tam notun altında almıyordum, ama bu not da önemli değildi, ben çok severek yazıyordum. Meselâ Almanca'dan bir kompozisyon yazılacak herkes 1 sayfa yazar, ben hatırlıyorum, 11-12 sayfadan aşağı yazmazdım. Yazdıkça yazmak gelirdi içimden her zaman. Hatta o zamanki Almanca öğretmenim, Almanya'ya gelip Germanistik okumamı istemişti, ona da hayır demiştim."

Bir akademisyen olarak yazdığınız bilimsel kitapların ve makalelerin sayısı da hayli kalabalık...

"Onlarda da görürsün ne demek istediğimi. Sıradan bir akademisyen kuruluğu hiçbir zaman yoktur. Bunu gururla söyleyebilirim. Hatta Selim İleri ile yakın arkadaş olduktan sonra yazdığım bilimsel kitaplara bakmıştı ve 'özellikle bu, bir roman gibi yazılmış' demişti, Zeki Faik İzer kitabıma."

Eh, her şeyin bir zamanı vardır, siz de onu bekliyormuşsunuz romanlar yazmak için demek...

"Öyle olsa gerek. Ben, Lale Devri nakkaşı Levni hakkında bir araştırma yaptım ve onun hakkında bir kitap yazdım. İsmini de 'Levni- Nakış, Şiir, Renk' koydum. Bir bilimsel kitap ismi için biraz fazla renkliydi belki, ama içeriği de çok renkliydi. Sonunda Levni'nin kurdurduğu hayaller, bana roman yazdırdı. Hep bunu söylüyorum; sahiden bu romanı yazarak, 'Gölgemi Bıraktım Lale Bahçelerinde'yi yazarak ben tam anlamıyla edebiyatın özgürlüğüne sığındım..."

Ve sığınış o sığınış.  

"Baktım ki bu harika bir dünya ve ben aslında o güne kadar ne yaptımsa bunları yazmak için yapmışım. Arkadan 'Cariye'yi yazdım. Öykü çalışmalarım var. Biraz olgunlaşınca…"

Onları görmedik…

"Görmediniz daha. Bir tanesini yayınladım 'Kadınların İstanbul Öyküleri'nde."

Bu öyküler de dönem öyküleri mi?

"Hayır hayır, Bostancı'yı anlatan bir öykü yayınladığım."

Siz Bostancı'da oturuyorsunuz…

"Evet, yaz - kış şimdi. Eskiden yazlığımızdı Bostancı…"

Eskiden o tarafa yazlığa gidilirdi zaten…

"Hem de nasıl… Yaşımızı artık saklamıyoruz, bunları biliyoruz tabii ki. Sonra 'Fiyonklu İstanbul Dürbünü'nü kaleme aldım."

Siz keyifle yazıyorsunuz, keyif almadan yazamazsınız herhalde. Bu da kitaplarınızdaki samimiyeti oluşturuyor…

"Tabii kendim için yazıyorum ben sahiden, mutlu olmak için yazıyorum. Ve dedim ya bu özgürlüğü buldum, bırakmam artık mümkün değil."

Bir başka kimliğiniz daha var, UNESCO'da...

"UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Yönetim Kurulu Üyeliği. Bu, tamamen bir memleket hizmeti… Orada Somut Kültürel Miras Komitesi'nin başkanlığına geldim. E bu durumda da yapılacak, yapılmakta olan çok şey var. Bu da bir başka şapka olarak beliriyor. Epey çaba gösterdiğim alanlardan biri. Kültürel miras dediğimiz zaman yalnızca İstanbul'u düşünmeyelim. Bizim Dünya Mirası listesinde 9 yerimiz var. Bunlardan birinde, Safranbolu'da beraberdik öyle değil mi?"

Evet, oralar hakkında ben de sık sık yazıyorum... Bir de dernekçiliğiniz, vakıfçılığınız var.

"2 sene boyunca TAÇ Vakfı'nın başkanlığını üstlendim. Türkiye Anıt Çevre Turizm Değerlerini Koruma Vakfı. Bu, eski bir sivil toplum kuruluşu. 1976'da kurulmuş ve kuruluşunda teyzemin ve babamın da isminin olduğu bir vakıf. Çeşitli nedenlerle, kaynak yoksunluğu nedeniyle yok olmaya yüz tuttuğu zaman yaşatmak amacıyla el attım. Aslında hayal ettiğim birtakım şeyleri de 2 sene boyunca gerçekleştirdim orada. 'TAÇ'lı İstanbul Seminerleri' adı altında seminerler düzenledim, hepsinin konularını kendim saptadım ve alanlarının en uzmanı kişiler kimlerse onları çağırdım. Haziran'da bıraktım vakfın başkanlığını, tekrar eski başkana devrettim."

Konferanslara devam ama...

"Bütün dünyada verdiğim konferanslar, benim sevdiğim şapkalarımdan bir tanesi. Bir başka ilgi alanım Osmanlı mücevherleri. Bu da taa çocukluğumdan, Hazine Dairesi'nden ve eve gelen bütün misafir hanımların kucağına çıkıp ne takmışlar diye baktığım günlerden gelen bir zevk. Tabii bunu da bilimsel olarak araştırıyorum yıllardır. Birçok makalem var bu konuda. Şimdi bir kitap hazırlıyorum, Osmanlı mücevheri kitabı, çok kapsamlı bir çalışma olacak."

Annelik şapkası var bir de…

"İki kızım var benim. Yasemin, büyük kızım, Amerika'da Uluslararası İlişkiler Doktorası yapıyor. Küçük kızım Müge ise Kadir Has Üniversitesi'nde Halkla İlişkiler okumaya başladı bu yıl. Tabii haklısın bunu hatırlatmakta, çünkü annelik görevimi de hiç ihmal etmemeye çalıştım. Kızlarımın, belki abartılı biçimde ayrıntılarıyla uğraştım ve uğraşmaktayım.

Ben, evimde misafir ağırlamayı da çok severim, güzel yemeyi de. Biliyorsun seninle Mutfak Dostları Derneği'nde birlikte oluyoruz çok sık. Güzel yemek bambaşka bir şey, yemek kültürü bambaşka bir şey. Osmanlı yemek kültürüne uzanabiliriz buradan, ama bunlara hiç girişmeyelim istersen."

Sizi en mutlu eden kimliğiniz, yazarlık desem yanılmış olur muyum?

"Bir yerde konuşma yapacağım zaman sizi ne olarak takdim edelim diye soruyorlar haklı olarak. Ben de diyorum ki 'beni en mutlu eden kimliğim, yazar kimliğim, bunu tercih ederim.' Yahut da bir yerde beni sadece o yönümle tanıyan birisi olduğu zaman, başka hiçbir yönümü bilmeyen, çok seviniyorum. Çünkü ben, bu yönde devam etmek, ilerlemek istiyorum."

Yeni kitap var mı?

"Var, aslında üzerinde epeydir çalıştığım bir roman var. Araya 'Fiyonklu İstanbul Dürbünü' girdi."

O, sanki bir rahatlama kitabıydı…

"Evet, çok haklısın… Öbür kitap, çok araştırma gerektiren bir çalışmaydı. Yine bir dönem kitabı, ama benim dönemim değil. Ben, 18. yüzyıl sanatı üzerine çalışıyorum esas olarak. Bu ise 16. yüzyılda geçen bir konu. Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail ve Şah İsmail'in Çaldıran'da muharebe alanında terk etmek zorunda kaldığı sevgili karısı Taçlı Hatun. Taçlı Hatun'un gözünden yazıyorum her şeyi. Taçlı Hatun hakkında bir şeyler okuduğum zaman, ben bunu yazmalıyım demiştim. Ama dönemim olmadığı için çok araştırma yapmam gerekti. Tabii tahmin edersin ki benim, bir tarihi romanda hata yapmam, başkasının yapmasından çok daha kötü. Böyle bir şeye asla hakkım yok, hoşgörü de olmaz burada. Çok ciddi araştırmam gerekiyor."

Ne zaman çıkar?

"Bir yıldan önce çıkacağını zannetmiyorum. Sen beni tanıyorsun, çeşitli pencerelerim açık benim daima. Bir yandan da bir öykü penceresi açtım. Oraya da bir şeyler atıyorum. Şu sırada meselâ her şeyi bıraktım, bir öykü üzerine çalışıyorum: Dürdane Hanım'ın öyküsü. Bu, aslında gerçek bir öykü, ama ben onu kendime göre kurguluyorum. Şöyle bir kitap hazırlıyorum ve öykülerimi ona göre biriktiriyorum; İstanbul'da yaşanmış aşk öyküleri diye."

Tarihsel olanlar da var mı?

"Var, evet çeşitli dönemler var. Bizans var, Osmanlı var, günümüz var. Aslında aşkın değişmezliğini anlatan bir şey. Böyle bir bütünlük sağlamak istiyorum, bu konsept üzerine çalışıyorum. O anda aklıma neyi yazmak gelirse hop oraya atlıyorum onu yazıyorum. Doğru bir şey mi bu, bilmiyorum…"

O kadar bölünmenin ne gibi getirileri, götürüleri oluyor?

"İlk ve en önemli bedeli uykusuzluk. Gece, iyi bir zaman dilimi çalışmak için, ama sadece gece değil, sabah çok erken kalkıp yazdığım da oluyor. Sabah sabah beni ne dürttüyse yatağımdan fırladım geçenlerde, Şah İsmail'in öldürttüğü rakibinin temizlettiği kafatasından şarap içme sahnesini yazdım. Oradan oraya atlıyorum, az uyuyorum, ki bu, bedensel bir yıpranma."

O yüzden genç kalıyorsunuz…

"Çok çalışmak kesinlikle genç tutuyor, bu tartışmasız bir şey. Bir köşeye çekilseydim, herhalde daha fazla yıpranırdım diye düşünüyorum. Benim hiç vaktim yok demiyorum, vaktimi çok iyi organize ediyorum."

Bu kadar çok şapkalı bir hanımefendi için bu söyleşiye nasıl bir başlık atılır?

"Aşkla çalışmak diyebilirsin. Sahiden de öyle… Evde meselâ kendime bir zaman ayırdığımda, bugün çalışacağım yaşasın, diye içimde delice bir sevinç oluyor, bu aşk değil de nedir… Herhalde aşk da böyle bir şey olmalı. Şunu da söylemek lâzım nasıl koyarsın bilmiyorum, ama sahiden aşk her şeye en çok ilham veren şey. Ama bunu nasıl yorumlar da bunun içine sokarsın, onu da bilemiyorum."        

"Cariye" Bulgarca ve Romence yayınlandı. Suriye'de ve Yunanistan'da da basılacak önümüzdeki günlerde. Filme çekilmesini de çok istiyorsunuz, biliyorum.

"Yalnız dönem filmi olacakları için çok maliyetli ve eğer iyi çekilmezlerse çok kötü filmler olurlar, bu da beni çok üzer. Kitaplarım İngilizce'ye çevrilirlerse, bir gün Hollywood'da çekilsinler isterim. Örneğin 'Cariye'nin yönetmeni Steven Spielberg olabilir. Oscar töreninde senaryo yazarı olarak kırmızı halıda, üzerimde Cemil İpekçi'nin diktiği mor, kaftanımsı motifli bir elbise ile yürüyeceğimi hayal etmek güzel bir duygu. Levni'yi Daniel Day Lewis oynasın isterdim, cariyeyi Monica Bellucci, ama her ikisi de yaşlandı. Bu arada söyleyeyim Levni'nin senaryosu, San Sebastian Film Festivali'ne gitti, bir Avrupalı ortak aranıyor çekilmesi için. Her şey gelip paraya dayanıyor. 'Cariye'yi Refik Erduran da tiyatro yapmak istedi. Onun gibi birinin yaptıklarımı takdir etmesi beni çok mutlu ediyor."

Gül İrepoğlu'nun, aileden yadigâr çalışma masasının üzerinde 20 tane kadar kaleydoskopu var, onların çevrildikçe değişen renkleri, biçimleri hayalleriyle, yaptıklarıyla, yazdıklarıyla öyle örtüşüyor ki... Teşekkürler Gül İrepoğlu...

"Ekran beni mutlu ediyor"

Televizyon programları da yaptınız...

"Baktım ki beni en çok yazmak mutlu ediyor, o halde üniversiteyi bırakmalıyım dedim. Ve 26 yıllık hizmetten sonra emekli oldum, çok erken emekli oldum, artık beni mutlu eden işleri yapacağım dedim. O sırada beni mutlu edecek bir başka iş önerisi geldi, ama öyle ucu ucuna oldu ki inanılmaz bir şeydi bu. Ağustos ayında emekli oldum ve aynı ay, TRT 2'den bir teklif geldi ve severek kabul ettim. 2 sene önce 'Şehir – Mekân' sonra 'Sanat – Mekân' programlarını yaptım. Sahiden çok keyif aldım ekrandan. Çünkü oradan çok insana seslenebiliyorsun. O programları sadece kuru kuru bilgi veren programlar olarak tasarlamadım, istemem, benim kişiliğime uymaz zaten onlar. İnsanları biraz şaşırtarak, biraz eğlendirerek bir şeyler öğretmekti amacım. Şimdi yine bir program tasarım var, istersen sonra bahsedelim ondan."

Yeri gelmişken söz edelim…

"İstanbul'la ilgili, daha kanalı belli değil, çeşitli görüşmeler yapıyorum. Bu programı inşallah gerçekleştirebilirim, çünkü artık deneyimliyim. İstanbul'un detayları ile ilgili bir program olacak bu. Bu detayları sadece, örneğin bir mimari ayrıntı olarak yahut da bir binanın, semtin öyküsü olarak anlatmak niyetinde değilim. Bunun içine o ayrıntı ne ise onunla ilgili sanatın her dalına göndermeler yapmak istiyorum.

Yani benim hoşuma giden ve mutlu eden birtakım şeyleri insanlarla paylaşmak.  Daima da öyle oldu. Ben, tek başıma yemek yemekten de filme gitmekten de hiç hoşlanmam. Yanımda birisi olacak, diyeceğim ki ona 'bak ne kadar güzel.' Ekran o yüzden beni mutlu ediyor."

"Kumaş desenleri çizmek isterdim"

Şunu yapamadım diye hayıflandığınız bir şey var mı?

"Evet var. Lisedeyken çini mürekkebiyle desenler çizerdim ve bir kumaş desinatörü olsam diye hayal ederdim. Kumaş desenleri çizmek içimde kaldı. Belki bir gün yaparım, bilmiyorum, olmayacak bir şey değil.

Birazcık daha sakin çalışmak için şimdi bir başka girişim içindeyim. Büyükada'da yer almak ve her haftasonumu orada geçirmek gibi bir hayalim var."