İlham kaynağı daima sinema

Faruk Şüyün'ün bu haftaki konuğu; Necip Sarıcı

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Lale Film Stüdyoları'nın sahibi, Türk sinemasının duayenlerinden Necip Sarıcı'nın arşivindeki binlerce afiş, belge, fotoğraf, özgün obje, sinema ile ilgili araç ve gereç arasında birkaç saat geçirip bilgi bombardımanına uğradık geçtiğimiz haftasonu… Bin metrekarelik bir alanda sergiliyordu bunları Sarıcı ve bazen de araya sıkışmış bir tanesini tarihiyle, serüveniyle büyük bir heyecan ve coşkuyla anlattı… Fark ettik ki Yeşilçam'ın, hatta dünya sinemasının tarihi sergileniyor Mecidiyeköy'deki eski Lale Film Stüdyoları'nda… Ve Sarıcı 62 yıldır emek verdiği sinemamız için çalışmaya, biriktirmeye devam ediyor:

"Araştırma, okuma, bazı bilgileri, kaynakları bulma uğraşım aralıksız sürüyor. Buradaki kuyudan bu malzemeleri çıkarırken bazen de hazinelere ulaşıyorum, 'a bu da varmış! dediğim' oluyor. Örneğin geçtiğimiz günlerde günışığı görmemiş Ruhi Su kayıtları buldum… Ama binlerce bant var hâlâ dinlemediğim."

Biraz daha geriye gidelim...

"'Duâ Tâneleri, Tesbih' kitabımı ve belgeselini yaptım, onun müzikleri de CD oldu. Beş saati bulan 'Dublaj Tarihi' çalışmam da var. 'Türk Sineması'nda İstanbul'u sizin 'Ustalara Saygı' toplantılarında göstermiştik. Benim meraklarımdan biri de biyografik belgesel yapmak. Aziz Nesin'le başladık, Feyzi Tuna ile yapmıştık onu. 'Anadolu Selçuklu Çini Sanatı'nı ise Erdinç Bakla ile gerçekleştirmiştik. Bunlara hep devam etmek istemişimdir.

Yapımcılık formatı içerisinde örneğin Metin Erksan'la 68'de 'Kuyu' filminin, 78'de Ömer Kavur'un ikinci filmi olan 'Yusuf ile Kenan'ın yapımcılarıyım…"

1980 darbesi nedeniyle yapılamayan Antalya Film Festivali'nin yarışma bölümü bu sene tekrar ediliyor aynı jüriyle, aynı filmlerle, sanırım orada gösterilecek değil mi?

"Evet evet, orada yarışıyor. Ondan sonra 'Ah Güzel İstanbul'u, 'Kırık Bir Aşk Hikâyesi'ni yaptık Ömer'le (Kavur). Bilge Olgaç'ın 'Karagün' isimli filminin de yapımcısıyım. Yani bana her şeyi ilham eden sinema oldu. Sektördeki diğer insanlardan da çok şey aldım. Metin Erksan'la uzun süren dostluğumuzda bir kitap kültürü edindim: Nasıl nitelikli kitap alınır, işte sahaf kültürü falan. Ama her şeyin içinde garip bir şekilde hep sinemayı aradım. Bir ucundan acaba sinemayla ilgili bir şey olur mu? diye düşündüm.

Geçen yıl boydan boya Amerika'yı dolaştık. Ekip neredeyse beni terk ediyordu. Bir sinema mabedi gibiydi o Universal Stüdyoları. Sağolsun Hasan Saltuk yolladı, Kalan Müzik, oraya da verdiğimiz hizmetlerden dolayı."

YEŞİLÇAM ŞARKILARI, ARŞİVDEN...

Belkıs Özener'in kayıtları sizin arşivdendi değil mi?

"O Yeşilçam şarkıları benim arşivimden çıktı. Bir Belkıs Özener yeniden dünyaya doğdu. Hit sanatçı olarak da epey bir ilgi gördü. Sonra tabii çok benzerleri çıktı, çok tekrarlanıyor bir şey tutunca Türkiye'de."

Biraz da içinde bulunduğumuz mekândan söz edelim…

"Burası Lale Film'in stüdyosu. Lale Film ailesi sinema hayatına 1924'te başlamış."

Peki, siz ne zaman girdiniz bu dünyaya…

"Okuyamadığım için İzmir'e gelin giden ablam beni yanına çağırdı. Eniştem de sinema makinalarıyla ilgiliydi. Gelsin burada bir şeyler öğrenir, dedi. 49 senesinde gittim ve sinemanın tekniğinin içine düştüm. O arada öğrendim makinaları. Gece, yazlık sinemalarda film oynatıyordum. Makinist ehliyeti aldım ve iyi öğrendiğimi hissederek İstanbul'a döndüm.

Turgut Demirağ, platosunda bana filmleri kontrol görevi verdi. Turgut Bey'in Göztepe'de bir köşkü vardı, onun bahçesinin bir bölümü film gösterilmesi için And Sineması'na dönüştürüldü, makinesini ben kurdum oranın ve makinisti oldum. Meselâ Şarlo'nun 'Sahne Işıkları' filmini 17 hafta oynattım."

Yıl kaç?

"İşte 1952'de başladı, 1955- 1956'ya kadar böyle geçti. 1956'da askerlik sürecim… 1957 sonunda dönüşüm ve iş arayışım. Biraz sinemacıları tanıyordum, pursantaj memurluğu verdiler. Ama başka bir iş arayışındayım. Küçük ilanlardan Nevtron Radyoları'na müracat ettim. İlk Türk radyosu, Tophane'deydi. Ben radyo da tamir ediyorum, işte sinema makinesi, amplifikatör falan, dedim. Birkaç soru sordular, biz size haber veririz dediler, ama sonuç çıkmadı.

Gene ilanlar içinde 'Lale Film Stüdyosu'na yetiştirilmek üzere elemanlar aranıyor'u görünce çılgın gibi koşarak gittim, ilk müracaatı yaptım. Lale Film, Büyükdere Caddesi 42 numaradaki olağanüstü köşkteydi o yıllarda.

Neyse 1957'nin Mayıs ayında gittim, imtihan ettiler bizi. 3 aylık bir sınama sonucu anlaşmayla çalışmak istiyoruz sizinle, ilk maaşınız da 250 lira, dediler. İşe başladık, dediler ki burada her şeyi yapacaksınız, öğreneceksiniz. Fakat bir şans, Siemens bir ses mühendisi göndermiş, o bir Türk'ü yetiştirmiş, o da bir iş kurmuş ayrılmış… Ses odası boş kalınca beni ittiler oraya, yani 1958 yılında ben sesci oldum bilmeden. Benden bir versiyon fazla bir arkadaşım vardı, onunla birlikte Lale Film'in ses odasına girdik.  Kırık dökük bir şey yapacağız yani."

Lale Film'in bu stüdyoları size nasıl geçti?

"Şimdi 1970'e doğru Cemal Noyan'ı asistan olarak aldık. Git-gel derken bir cevheri varmış yetişti.  Burası kurulurken bana bir teklif geldi: Beyoğlu'nda bir stüdyo kurmak. 1973'te büyük sevgiyle dedim, artık Cemal yetişti ben de müsade ederseniz kendi işime gidiyorum.  Beyoğlu'na gittim, Yeni Stüdyo'ya… Binin üstünde, çok önemli filmler yapıldı orada. Şöyle bir şansımın olduğunu da hissettim, Lale Film'den tanıştığım Ertem Eğilmezler, Hürrem Ermanlar, İrfan Ünallar, Memduh Ünler biz iş kurduğumuz zaman başta Ertem Eğilmez, benim çalışmam şartını koydular. Sesini sen çekersen filmlerimi size veriyorum dediler.

Renkli Yeşilçam tarihinin en güzel filmleri oradan çıktı. 'Ağrı Dağı Efsaneleri', 'Kuma'lar, Atıf Yılmaz'ın 'Selvi Boylum Al Yazmalım'ı… Ve orada da bir cevheri biz keşfettik, Cahit Berkay'ı.  Paris'ten geldi. İlk ben başlattım film müziğine, çok büyük bir cevhermiş. Yalnız biz Cahit'le Beyoğlu'nda 200'e yakın film müziği yaptık… Arif Erkin'le çok çalıştık, Yılmaz'ın (Güney) filmleri."

YILMAZ GÜNEY İLE...

"Umut"un da ses kayıtlarını siz yaptınız değil mi?

"Tabii, Yılmaz'la da çok güzel bir dostluk gelişti. O dostluktan da Lale Film, Yılmaz'la 'Şeytan Kayaları' diye bir film yaptı. İlhan Filmer, patronumuzun oğlu çekti. Yılmaz bana boş zamanlarında hep gelirdi. Filmlerinin aşağı yukarı yüzde 80'i benim elimden geçti Yılmaz'ın."

Bütün bu anlattıklarınızı kitaplaştırsanız…

"İşte onu da hazırlıyorum. Yani dokümanları toparlıyorum, büyük bir malzeme ile uğraşıyorum. Çok zengin."

Kaç parça vardır burada tahminen?

"Aşağı yukarı 7- 8 bin tane afiş var bunların içinde belki 500'ü çok az bulunur, diğerleri normal afişler. Negatif karesi olarak çok arşiv aldım. Meselâ Sayıl Erman'ın 12 bin adet, 40'la 70 arasında çektiği sinema, set, müzik, radyo, ünlü kişiler negatifleri bende. Yani ben satın aldım, hiç kimse talip olmadı. Şimdi diyalize giriyor, Fethiye'de. 'Bunları' dedi 'elden çıkarayım,' 5 bine yakını yalnız setlerde çekilmiş. Sinemanın setinde fotoğraf çekmek çok angarya olurdu o yıllarda, ama lobiler yapılacak lâzım, kameramanlardan falan rica edilirdi, onlar oflayarak poflayarak gelir çat çat çekerlerdi. Genelde böyle çekildiği için, o arşiv bana bir hazine gibi geldi, onları Bursa'da sergiledim. Bu yıl, Işık Lisesi'nde tarihsel "Çok Yaşasın Sinema" sergisini açtım."

Başka neler var?

"Şimdi burda 600'e yakın fotoğraf makinesi var. Leica serisi, Rolleiler, Rolleicordlar var. Bunların bir de taklitleri var, şimdi onlar çok ünlü oldu. En iyi taklit makinayı o zaman Ruslar yapardı, örneğin Zorkiler, orijinalinden iyi olurlardı ve üç paraya satılırlardı. O zaman Türkiye'ye gelmezlerdi, ancak Rusya'ya bir festivale falan gidecektin de alacaktın.

Çok güzel, çok ünlü filmleri çeken kameralar var. 4 tane Arri kamera var. Bir tane Muhsin Bey'in kullandığı dev bir kamera. İpek Film'in set fotoğraf makinesi var. 1930'larda kullanılan makinalar bunlar. Bir şeyin hikâyesi olmazsa ben yalnızca toplamayı sevmiyorum. Senaryo herhalde 2 binin çok üstünde; 250'ye yakın çok özgün negatif var.  Bazı kayıp filmlerin negatifleri de bunların arasında."

Örnek verebilir misiniz?

"Örnek vermeyeyim. Çünkü bir kayıp film hüznü yaşamıştım 'Bereketli Topraklar Üzerinde' ile ilgili. Beni çok üzmüştü bu olay."

Böyle önemli bir mekân, bu kadar belge, araç, gereç bir ekibiniz var mı size yardım eden?

"Ben bu mekânda yalnızım. Lisans, yüksek lisans öğrencileri çok geliyorlar buraya… Üniversite hocaları, dekanları da ziyaretçilerimiz arasında…"

BİR MÜZE OLSA...

Peki, özel sektörden veya devletten destek var mı?

"Buranın hiçbir desteği yok. Bir tek Türk kuruşu hiçbir yerden buraya nasip olmadı. Burası bin metrekare bir alan ve mülkiyeti de bize ait. 79 senesinde Lale Film sahipleri yaşlanınca - biz Yeni Stüdyo'dayız - Sabahat Hanım haber gönderdi 'Necip'le görüşmek istiyorum' diye. Dedi ki 'biz bu stüdyoyu elden çıkarmak istiyoruz ve seni tercih ediyoruz. Sen benim en iyi elemanımdın.' Ben de 2 arkadaş buldum, 79'da burası vasiyet gibi bize satıldı. Şimdi burası 2002'ye kadar çalıştı, sonra o arkadaşlar ayrıldı, başka işler kurdular hep benim üzerime kaldı.  On yıldır buradaki arşivi değerlendiriyoruz.

Burdan Türker Bey'e (İnanoğlu), onun müzesine çok şeyler aktardık, eksik olmasın ismimizi koydu, en başta yazıyor mütevelli olarak. Burası o günden bugüne kadar hep hizmet verdi. Çekimler yapıldı, belgeseller çekildi, Halit Refiğ Belgeseli, Turgut Ören Belgeseli…

Bir televizyon programına çıktığımız Vakıflar Genel Müdürü, 'sana bir bina verelim,' dedi 'orayı bir müze yap'… Bu tür müzeleri Paris'te, Amerika'da gördüm. Zaten hep onları görmek için gidiyorum yurtdışına. Kızım Paris'te evli, orada yaşıyor. Langlois Müzesi'ne gittik. Önce binayı seyrettim, bir heykel gibi. Anıtsal bir eser gibi dış görünüşü. İçeri girdik, genç bir kız bilet kesiyor 10 Euro giriş, damadım, kızım ben… Kızım, 'babam sinemacı, görmek istiyor' deyince, benden giriş bileti ücreti almadılar.

Muhteşem müzeyi gezdim, Langlois'yı da biliyorum, Türk Sinematek'inin kuruluşuna katkıları vardır. İndim kitap bölümüne hediyelik afiş mafiş bir şeyler alacağım, çalışan kıza dedim ki; ben bunları eğitim amaçlı alıyorum bir indirim var mı? Direktöre haber verdiler, geldi, bana müzenin çok güzel bir kitabını hediye etti. 'Diğerlerinde de yüzde 50 indirim yapabiliriz,' dedi. Kartını verdi. Dedim ki bende 2 tane 1930'lardan afiş var: 'Mata Hari' ve bir de 'Fantoma,' büyük afişleri. Müzenizde yoksa bunlar, size hediye etmek istiyorum, teşhir edin diye, ama varsa ben saklarım, dedim. Bir tanesi yokmuş, bir tanesi varmış. 'Mata Hari' varmış, Jean Marais'nin oynadığı, biliyorsunuz Greta Garbo da oynadı 1910'larda falan, neyse… Böyle bir saygı var işte sinema alanında. Aldık kitaplarımızı, hâlâ ilişki halindeyiz.

Eh, İstanbul'da da böyle bir müze olsa…

Şimdi bir atölye diyelim buraya, müze demeyelim, gelenler müze diyorlar, belki o kıvamda, ama bunun çok iyi hizmete geçmesi lâzım. Koç Okullarında sinema bölümü yok, ama bu yıllarda olacağını duyduk, zaten dünyanın en güzel müzelerini kurmuş insanlar, onlar da ilgi gösterdiler. Fakat her yer bir bağış olarak görüyor bu evi, bu emeği… Buraya konmuş paralar var. Buranın devam eden hizmetinin masrafları var, yani vergisi var, ışıkları var…

Burası artık benim emeklilik hakkım. Benim bir birikimim yok, benim birikimim bu tarz şeyler, koleksiyonlarım vs. ama bunlara çok şey gözle bakılmıyor… Bu binanın da bekası yok, yarın öbür gün depremdi falan, işte burda yenileme projelerine başlandı her yerde olduğu gibi. Yani buraya ciddi olarak bir destekçi bulmak arayışındayız, ama örneğin adımını atmadı Şişli Belediye Başkanı, oysa Şişli Belediyesi'nin gururu olması lâzım bu mekânın."

Ustaların arasında, bir okulda gibi…

Mesleğe başladığınız yıllarda dublaj yapanlar, dönemin en ünlü isimleri, hepsiyle tanışma fırsatınız olmuştur…

"Ferdi Tayfur'un kızkardeşi Adalet Hanım'la (Cimcoz) çok büyük yakınlığım oldu. Yani seslerini duyduğumuz - meraklıyım ya işte Cyrano'da Sami Bey (Ayanoğlu), Roksan'ı Nevin Hanım (Akkaya) konuşuyor – insanlar bunlar. Film oynatıyorum yazlık sinemalarda bu sesler kulağımda dolu. Onları etten kemikten görmek, üstelik ablacığım şöyle gelin, biraz plan yapın diyebilmek…  Bir hazine dairesinin içinde olsam o kadar mutlu olmazdım…

Ben de işte gencim, işi de çok çabuk kavradım ve dostluklar başladı. Yani beni aralarına aldılar. Adalet Hanım'ın bir özelliği vardı, hiç yazılmamıştır onun için anlatıyorum. Fark ettirmeden burcun ne senin der, şudur budur, size takılır doğumgününüzü öğrenir. Benim hayatımda hiç doğumgünüm yapılmamıştı. Bir resim Maya Galerisi'nden Orhan Peker'in - Orhan Peker'i o yıllarda bilmiyorum, on sene sonra anladım - bir karga resmi, şöförü getirdi. Ondan sonra senelerce devam etti böyle hediyeler.  İlk baskı kitaplar, her şey, o hediyeler bitmedi, ama yalnız ben değildim, herkese. İşte ona diyordum ki vakanüvistsiniz siz Adalet Abla. Nâzım'ın da (Hikmet) en yakın dostlarından biriydi, en çok yazıştıklarından - bir kısmı yayınlandı onların - eh bunların içerisinde olmak bir kültürün içine düşmek, bir okul oldu benim için."

İçten içe bir yarış vardı…

Mesleğinizi öğrenmeye başladığınız yıllar, yoğun tempoyla çalışılan, çok film üretilen zamanlardı değil mi? Bu açıdan da şanslıydınız sanırım…

"Mesleğimi iyi icra etmeye başladım içinde öğrenerek… Ama öğretenler de geldi. Örneğin bir Nedim Otyam geldi müzikçi. Duayen, yani ilk senfonik müziği yapan Cemal Reşit Rey var, İpek'in (Film) operetlerinde o ayrı, Nedim Bey üslûbunda bir müzik getirdi. Yalçın Tura daha yeni mezun olmuş geldi. Daha sonra Sabahattin Kalender geldi. Metin Bükey'le bine yakın film çalıştım. Tabii içten içe bir yarış vardı, sürat. Yani bir film yetişecek ya..."

Kaç saat çalışıyordunuz gün içerisinde?

"Ben uzun bir süre günde 18 saat çalıştım. 1958 Mayıs'ında ses odasındaydım, 1965 Mayıs'ında Etiler'de daire aldım. Lale Film'de maaşım arttı, 400 lira oldu. Bir de müzik koymaya başladık. Yani 4 filmden üçüne ben plak koyuyorum. Bir bahşişi vardı onun. 10 bin lira biriktirdim Emlak Bankası'nda 40 bin lira oldu, 165 metrekare bir daire alabildim. Ekonomik ölçü olsun diye veriyorum, çalışma, mesai için. Yani Lale Film, İpek Film çok düzgün kurumlardı onlar."