Karakterlerinin hayatını yaşıyor

Her yapıtı geniş kitlelerce sevilen Ahmet Ümit’le yazarlık dünyasını konuştuk

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

1990’ların başı. Bostancı’daki evi ziyaret eden yazar adayı, ilk öykü kitabı “Çıplak Ayaklıydı Gece” ile o günlerde “Ferit Oğuz Bayır Düşün ve Sanat Ödülü”nü almıştı; “Yine HİŞT” isimli kültür-sanat dergisini, bir grup edebiyat tutkunuyla birlikte çıkarıyordu. Onunla ilk karşılaşmamızdı. “Sokağın Zulası” isimli bir de şiir kitabı olduğunu orada öğrenmiştim. Ahmet Ümit’le o gün başlayan dostluğumuz, pek sık görüşmeden, ama her karşılaştığımızda sıcaklığını kaybetmediğini fark ederek bugünlere kadar geldi. O, son on-on iki yıldır kitapları yirmi beş baskıya ulaşan, çok sevilen ünlü bir yazar. Ama, 1992’deki o mütevazı genç, bugün de hiç değişmedi. Bu on altı yılın Ahmet Ümit’teki duygusal gelişim hikâyesini öğrenmek istiyorum önce… Tabii nasıl ve neden çok satmaya başladığını da?

“Aslında bu birdenbire olmadığı, ağır ağır geliştiği için sanki alıştım gibi. Kitaplarım 2000’lerden sonra çok satmaya başladı. Bunun nedenleri ve bendeki duyguları üzerine üzerine şöyle söyleyebilirim. ‘Neden böyle oldu?’dan başlarsak; birincisi kitaplarımda entrika var. İkincisi dilim son derece yalın ve edebi bir Türkçe. Benim edebiyat anlayışımda da bu var. Aşırı süslemeler yerine Türkçe’yi düzgün ve net bir şekilde kullanmayı tercih ediyorum. Kitaplarımın hepsinde bu ülkeye ve kültürel zenginliklerine dair önemli bilgiler yer alıyor. Aynı zamanda dinsel zenginlikler de anlatılıyor. Bütün bunlar, merakla okunabilecek şekilde kurgulanıyor. Sanırım bu, gençlerin çok ilgisini çekiyor. Alışıldık bir tür değil…”

Hani bazı yazarlar vardır onların benzerleri yoktur ya da henüz çıkmamıştır, sanırım böyle özgün, farklı olan isimlerden birisi Ahmet Ümit...

“Bu, öteki yazarların değersiz olduğu anlamına gelmiyor. Çok değerli yazarlarımız var, çok güçlü bir edebiyatımız, çok yetenekli genç yazarlarımız... Ama sanırım benim enteresan bir kurgu oluşturmamın, meraklı bir hikâye bulmamın, yalın ve güzel bir Türkçe kullanmamın ve bunun altında da hem bu ülkenin tarihsel zenginliklerine dair, hem de evrensel, insani birtakım ipuçlarının bulunmasının gençlerin ilgisini çektiğini, kısa sürede bu kadar okurumun olmasını sağladığını söyleyebilirim.”

Aslında en çok duygusal değişimi merak ediyorum… Ünlü olmak, tanınmak falan…

“Kırk sekiz yaşındayım. Kırk yaşından beri okunan, yolda insanların çevirip elini sıktığı, yazdıklarıyla geçinen, yazdıklarının karşılığını yaşarken gören şanslı yazarlardan biriyim. Bu, olağanüstü bir duygu.”

Bugünkü Ahmet Ümit’in oluşumunda doğum yeri olan Gaziantep’in büyük katkısı olduğunu düşünüyorum. Gaziantep’te, yedi çocuklu bir ailenin en küçüğü ve sanıyorum onunki de benim gibi sokaklarda, bahçelerde geçen güzel bir çocukluk…

Şahane bir çocukluk

“Şahane bir çocukluk yaşadım. Dedemin bahçeleri vardı. Yazları hep o bahçelerde, özgür bir çocukluk geçirdim. Antep, kitaplarımda ilk olarak ‘Çıplak Ayaklı Gece’de yer aldı. ‘Masal Masal İçinde’de ve ‘Olmayan Ülke’de de vardır, çünkü annemin masallarıdır onlar. ‘Patasana’da yoğun bir şekilde geçer. Çünkü arkeolog grup, Nizip yakınlarında bir yerde kazı yapar. Aslında orası Kargamış, ama gerçek hayatta orada kazı yapılamıyor, çünkü mayınla kaplı… Ben mayınların kalkmış olduğu bir alan yarattım hayalimde. Ama bence bütün romanlarımda Antep var. On sekiz yaşına kadar Antep’te yaşadım, sonra İstanbul’a geldim ve bunun bir şans olduğunu düşünüyorum. Türkiyeli’yim. Bu kültür çeşitliliğinin romanlarıma yansıdığını, beni Türkiyeli bir insan yaptığını düşünüyorum. Antep’te çok farklı kültürler var: Türkmenler, Araplar, Kürtler… Ermeniler’e ve Museviler’e yetişemedim, ama onların da kültürleri yemekte, hayatta, davranışlarda devam ediyor ve bütün bunların beni çok etkilediğini düşünüyorum.”

Ve bahçelerde oynayan o çocuk, o yıllarda hızla gelişen devrimci hareketin içinde buldu kendini. Henüz on dört yaşındaydı…

“Ağabeylerim devrimciydi. 1974 yılında, kendimi birdenbire politik hareketin içinde, o rüzgârda buldum. Yirmi dokuz yaşına kadar on beş yıl böyle yaşadım. Olağanüstü bir dönemdi. Bir kere çok renkliydi, ama çok korkutucu ve çok yıpratıcıydı da… Öte yandan muhteşem bir hayattı ve orada çok fazla roman var. Mesela o dönem yaşanan aşklar, unutulmaz aşklardı. Nedeni de ertesi gün ölebilecek olmandı. Benim ona yakın arkadaşım öldü... Akşam birlikte oturup rakı, kahve, çay içtiğim, sohbet ettiğim arkadaşlarımın evlerine giderken öldürüldüklerini öğrendim ertesi sabah, cenazelerine gittim.

Aynı şey benim başıma da gelebilirdi. Bu, hayatı çok değerli kılıyordu ve aynı zamanda ona büyük bir heyecan katıyordu. Zaten polisiye yazmamın nedeni de biraz bu. Bir söz vardır ‘yazarın üslûbunu belirleyen, onun kişisel tarihidir.’ Şimdi böyle bir hayat sürünce yirmi dokuz yaşına kadar; kaçmaca kovalamaca vurulmaca… Polise yakalanmamak için onun gibi düşünmeye başlıyorsun 12 Eylül döneminde gençlik örgütü yönetiyordum ben. Polisin bir adım önünde olmak zorundaydım, örgütü korumam lâzımdı.”

Peki, bu hay huy arasında ilk öyküsünü ne zaman yazabildi Ahmet Ümit ve onun serüveni ne oldu?

“İlk öykümü 1982 yılında yazmıştım. Bu öyküm, kırk ayrı dilde yayınlandı. Aklımda edebiyatçı falan olmak yoktu. Bu ilk öyküm, illegal öyküm -80 Anayasası’na karşı duvarlara afiş yapıştıran çocuklarla ilgiliydi- 40 ayrı dilde yayınlanınca… Şaka değil bu… Orhan Pamuk, hiçbir dile çevrilmemişti o zamanlar… Ben yazar olabilirim dedim.”

Moskova yılları

“Sonra Moskova yılları geldi. Moskova Sosyal Bilimler Akademisi’ne devam ediyordu… Moskova’ya 1985’te gittim. Orada gördüklerimle benim kafamdaki sosyalizmin aynı olmadığını gördüm ve büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Ama orada güzel olan, yazarlarla iç içe olmaktı. Bir yandan Marks’ı okuyorduk, ama bir sürü edebi metin de vardı yanında. Nâzım’ın evine gidiyordum, Vera ile görüşüyordum. O zaman karar verdim yazar olmaya. Ben kafamdakileri anlatayım en azından düşüncesi orada çıktı.

Dönünce de birdenbire partiyi bırakma durumu olmadı. Zaten görüşlerim değişmemişti. Daha demokratik, daha çoğulcu, daha özgür bir sosyalizm anlayışını benimsemiştim, ama esas olarak sol görüşlüydüm. İnsanların sömürülmediği, savaşın olmadığı bir toplumu özlüyordum hâlâ da özlüyorum. Bunları yazarak anlatabileceğime karar verdim.”

Yaşadığı dönemin politik etkilerini taşıyan, karanlık günlerin bunalttığı genç bir insanın ütopyasına sımsıkı sarılışını ve ölümü konu alan şiirlerden oluşan “Sokağın Zulası” (1989) isimli şiir kitabı yayınlandı önce. Ardından “Çıplak Ayaklıydı Gece” (1992), sonra “Bir Ses Böler Geceyi” (1994) diye uzun bir novella basıldı. Peşinden 1995’te “Masal Masal İçinde” isimli masal kitabı geldi. Bu yıllarda Ahmet Ümit, polisiye romanlar üzerine inceleme-tanıtım yazıları da kaleme alıyordu.

“‘Çıplak Ayaklıydı Gece’de bir öykü vardır, o öykü polisiyeymiş, farkında değildim polisiye yazdığımın, Ali Taygun uyardı beni. Önce bunu bir hakaret olarak algıladım. Benim için edebiyat, dünyayı değiştirecek bir araçtı, sadece estetik haz verecek bir sanat değildi. Sonra okumaya başladım ve polisiyenin Agahta Christie romanından ibaret olmadığını fark ettim. Tevrat’ta, Sofokles’te, Shakespeare’de ve Dostoyevski’de de polisiye metinler olduğunu düşünmeye başladım.

O zaman, sağlam kurgu yanında has romanın özelliklerini birleştirerek yazmaya başladım. Sağlam kurgu, iyi bir dil, sağlam karakterler, sağlam hikâye, bütün bunların arkasında derin bir psikolojik, sosyolojik ve tarihsel geri plan düşüncesiyle ilk ‘Sis ve Gece’yi kaleme aldım...”

Bu noktada şöyle yorumlayabiliriz belki de Ahmet Ümit’in yazar olmadan önceki yaşamındaki renklilik, yazar olduktan sonra romanlarında devam ediyor.

“Evet, çünkü yazarların hayatı rutindir. Herkes çok merak eder, ama aslında yazar olduktan sonra görüşler ve yaşam deneyimlerinde, enteresandır, çok büyük gelgitler, yıkılmalar, kalkmalar yaşanmıyor. Yaşasaydım eğer, bugün on dokuzuncu kitabım çıkmazdı.”

O zaman, yazmayı çok sevmekten başka çıkış yolu yok!

“Yazmayı çok seviyorum. Bu hayat çok sıkıcı bir hayat. Gençken aşk var, belli bir yaştan sonra yok o da rutine biniyor. İlginç ve şaşırtıcı olan şeyler giderek azalıyor gerçek hayatta. Bu nedenle de benim için her roman başlı başına bir serüven her romana başladığımda karakterlerle bütünleşmek, onlarla o heyecanı yaşamak, düşmek, kalkmak, ölmek, öldürülmek.

Torunla gelen sevinç

Son dönemde en heyecan verici olayı soracak olursan, torunumun doğumudur, son yıllardaki en muhteşem olaydır.”

Ahmet Ümit’in torunu olduğu günlerdeki sevincini, coşkusunu anlatamam. O heyecanı, onun yüzünde, sözcüklerinde görmüştüm. Bu duygular, torunu 'Rüzgâr'a ithaf ettiği (ve baş karaktere onun adını verdiği) “Olmayan Ülke”deki masallara dönüştü… Ardından yeni kitap “Bab-ı Esrar” geldi…

“Konya’ya  gittiğimde Mevlânâ’nın türbesinin son derece görkemli, Şems’inkinin ise sade olduğunu gördüm. Oysa biliyordum ki Mevlânâ’yı etkileyen, değiştiren, onu Mevlânâ yapan, bir ulema, bir din adamıyken birdenbire onu yedi yüz yıldır Shakespeare’den daha çok okunan bir şair haline getiren Şems’tir. Onun türbesinin neden bu kadar mütevazı olduğunu öğrenmek istedim. Biraz okuyunca, Şems’in yedi kişi tarafından öldürüldüğünü keşfettim ve öldürenlerden birinin de Mevlânâ’nın ortanca oğlu Alaeddin Çelebi olduğunu… İnanılmaz bir hikâye! Böyle bir trajedi olamaz. Hamlet gibi bir trajedi. Mevlânâ’nın oğlunun, onun en çok sevdiği adamı neden öldürdüğünü merak ettim. Okudukça çok enteresan şeylerle karşılaştım Burada iki şey ortaya çıktı: Birincisi tasavvufu anlatmak fırsatı, ikincisi bu çarpıcı hikâyeyi dile getirmek duygusu kitabı yazmaya itti beni.”

Tasavvufu tartışıyor

Evet, kitap polisiye bir hikâye, ama tasavvufu da tartışıyor…

“Kurguyu bu şekilde yapmamın nedeni şuydu: Bana romanda yol gösteren, beni en çok etkileyen yazar olan Dostoyevski’de en çok sevdiğim şey şudur: Karamazov Kardeşler’den örnek vermek gerekirse; orada iki kardeş vardır biri dinsizdir diğeri din adamı… Dostoyevski öyle bir anlatır ki dinsiz konuştuğunda tanrının olmadığına, din adamı konuştuğunda tanrının olduğuna inanırız. Bu yöntemin romanda doğru olduğuna inanırım. Karakterler kendi görüşlerini anlatmalı, yazar dışarı çıkmalı ve bütün görüşleri sergilemelidir. Sonucu okura bırakmalıdır. Okur bu kitabı bitirdiğinde bir karara varamayacaksa, başka kitaplara yönelmelidir. Ben de bu yöntemi izledim. Bir yandan tasavvufu eleştiren diğer yandan savunan karakterlerim olmalıydı. Bu ikisini karşı karşıya koyarsam okur hem serüveni takip edecek; hem de kendine kimi sorular soracaktı… Bunların yanıtlarını, ben de bilmiyorum. Ama okur düşünsün ve yanıtını kendi bulsun… Benim amacım bir hikâye anlatmak, esaslı bir hikâye anlatmak. Bunu yaparken de insanlara ayna tutup insanın nasıl olduğu göstermek. Gerisine okur karar verecek.”

Yani yeni yeni kitaplar okuyacak, mesele’ler üzerine düşünmeye başlayacak…

“Böyle bir misyonum olduğunu düşünüyorum. Sanat iktidara karşı olan bir şeydir ve iktidar sadece devlet değildir, insan egosu olarak da ortaya çıkabilir. ‘Bir kitap okudum hayatım değişti’ duygusuna kapılmalarını istemem okurların. ‘Bir kitap okudum, başka kitaplar okuma ihtiyacı duydum’ durumu ortaya çıkmalıdır. Benim kitabım esinleyici, kışkırtıcı olmalıdır. Başka kitapların okunması için çağrıştırıcı olmalıdır. Kutsal kitap yazmıyorum ki içinde her şey olsun. Kutsal kitapların da hayatı tümüyle açıkladığını düşünmüyorum. Yapıtım başka kitaplar okuma, dünyayı bilme yolunda adımlar attırıyorsa bu beni mutlu eden, doyuma ulaştıran bir şeydir diyebilirim.”

Ahmet Ümit’in bir de sinema yönü var… Sinemacıların ilgisini çeken bir yazar. Sanıyorum, o da seviyor gümüşperdeyi.

“Evet, ‘Sis ve Gece’den beri sinemacıların çok yoğun ilgisi var. Üç-dört romanın film haklarını verdim, ‘Sis ve Gece’ film oldu, dört televizyon dizisi yapıldı.”

Dizilerle arası nasıl?

“Dizi çok daha korkunç bir şey. Dizi yaparken yazarın çok dikkatli olması lâzım. Diziler en cahil kesimin beğenisine göre hazırlanıyor, dolayısıyla eserinizi en alt düzeye çekmeye çalışıyorlar. Yapmayalım demiyorum, ama yapılıyorsa yazarın çok ciddi müdahale etmesi gerektiğini düşünüyorum. Mümkünse cast’ı da, yönetmeni de kendi seçsin.. Ayrıca şunu da söyleyeyim, böyle anlaşsa da dizi sürerken yazar, istemediği, farklı uygulamalarla karşılaşabilir.”

Deneysel çalışmalar

Sanatlararası ilişkilere sıcak bakıyor Ahmet Ümit… Hatta deneysel çalışmalar onu heyecanlandırıyor.

“Metinlerimden başka sanat alanlarının yararlanmasından çok mutluluk duyuyorum. Elbette sinema romanın yerini tutmayacaktır. Ama öyle filmler vardır ki hikâyeden daha iyidir; örneğin . ‘Shining’. Kubrick çekmiştir, Stephen King’in romanından uyarlanmıştır. Bence roman sıradandır, ama film bir başyapıttır. Tersi olanlar da var. Beni ilgilendiren, eserimden yararlanan sanat dalının ona bire bir sadık kalması değil. o ürünün iyi olmasıdır.  ‘Sis ve Gece’ nasıl olmuş, romana uygun mu? sorusu yanlış. ‘Sis ve Gece’ iyi bir polisiye film olmuş mu? Bence soru bu. Olmuş dediğimde bitiyor. Zorlu bir ilişkidir bu.

Başka bir deneyimim var: ‘Başkomser Nevzat.’ Bizim iki çizgi romanımız oldu İsmail Gülgeç’le bu da beni çok mutlu eden bir şey. Bu çalışmada başka bir sanatçı daha var, kahramanlar İsmail’in çizgileriyle onun da kahramanları oluyorlar. Ben, sadece bir hikâye veriyorum ona.

‘Aşk Köpekliktir’i müzikal yaptık bir barda. Bir yandan tiyatro, bir yandan caz, bir yandan film… Böyle deneysel şeyleri seviyorum, çoğalıyoruz çünkü. Bazı yazar arkadaşların bazı kaygıları olabilir, bende yok, ama anlayabilirim eserimi öldürdüler, eserimi parçaladılar fikrini. Film kötü olduğunda sözcüklerim eksilmiyor benim ya da iyi olduğunda artmıyor. ‘Sis ve Gece’ orada duruyor, okur gidiyor filmi izliyor, romanı okuyor. Önemli olan çoğalmak. Opera da olsa, tiyatro da olsa yapıtlarım çok mutlu olurum. Kimse kimseyi mahvetmiyor. Ama doğru insanları, inanmış insanları, bu işi para için yapmayan insanları, özellikle gençleri seçmek lâzım.”

Peki, Ahmet Ümit yazar olmasaydı, ne olurdu?

“İyi ki yazmaya başladım. Çünkü yazmak, hayatımı çok güzel bir hale getirdi. Hayatı çok seven bir insanım ben. Güzel bir hayat geçirdim. Zordu, çok çetindi, ama çok renkli ve güzeldi. Devrimcilikten sonra çok kötü olabilirdi. Yazmasaydım çok kötü olurdu. İşadamı, reklamcı falan olurdum, çok para kazanan biri olurdum ve iyi olmazdı.”

Şimdi de para kazanıyor, kitapları bu kadar çok sattığına göre…

“Ama amacım o değil. O para gelmese de ben yazmaya devam edecektim. İlk öykümü 1982’de yazdım, 2000’den sonra para kazandım, tam on sekiz yıl sonra. Gündüzleri bir ajansta çalışıp geceleri yazardım. Yazmayı durduramazsın. Yazma desen de yazar, yazar... Manyak bir şey çünkü… ‘Başkomser Nevzat’ta Evgenia diye bir karakter var Nevzat’ın sevgilisi. Lafı uzatıyorum, ama belki işinize yarar. Bir arkadaşım, bir gece aradı ‘Bu Evgenia kim? Beni bununla tanıştıracaksın’ dedi. Yok o roman karakteri dedim. ‘Yalan söyleme, beni onunla tanıştıracaksın’ diye ısrar etti. Buna inandı, çünkü ben gerçekten o kadına âşık oldum ya da âşık olacağım kadını yazdım. Ve bunu yaşadım roman boyunca. Kadın onu bırakıp Yunanistan’a gittiğinde Nevzat’la beraber mahvoldum. Bir tür şizofreni, ama güzel bir şey. Beni sonuçta güzelleştiriyor. Faydalı bir iş yaptığımı düşünüyorum…”

Bence de…

Bab-ı Esrar’dan yeni projelere…

Gelelim yeni kitap Bab-ı Esrar’a… Yedi yüz yıldır çözülemeyen sır; Şems-i Tebrizi cinayeti... Yedi yüz yıldır süren bir sevda; Şems-i Tebrizi ile Mevlânâ... Nasıl gelişmişti bu fikir…

“Ben bilmiyordum tasavvufu… Üç yıl önce bu kitabı yazmaya  başladığımda –babam dindar bir adamdı, ondan dolayı bir şeyler bilirdim- okumaya başladım ben de. Hem bilgilenme, hem yeni bir yaşam deneyimiydi…”

Kitabın arkasında, bu konuda bilgilenmek için okunabilecek kitapların bir listesi de var. Ahmet Ümit’in edebiyatının en önemli özelliklerinden birisi, okurunu yeni kitaplar araştırmaya, okumaya yönlendirmesi…

“O kısa bibliyografyayı ‘bakın ben neler okudum’ demek için koymadım. Bu kitabı okuduktan sonra eminim insanlarda tasavvufa, Mevlânâ’ya, Şems’e bir merak uyanacaktır. Onlar, temel kaynaklar, daha binlerce kaynak bulunabilir, bunları bilsinler istiyorum. Bu topraklar üzerindeki değerlerin, bu toprakların insanları tarafından bilinmediğini düşünüyorum. Ve gerçekten bir ayrıcalığımız varsa bu topraklarda yaşadığımız için ayrıcalıklıyız.

Yahya Kemal diyor ya ‘Sade bir semtini sevmek bile bir ömre bedel.’ Sadece İstanbul için değil Kapadokya’sı, Mardin’i, Nemrut’u, Efes’i, Sümela’sı, Urfa’sı için de öyle… İnanılmaz bir zenginliğin üzerinde oturuyoruz ve bunun farkında değiliz. Sadece turistik açıdan da söylemiyorum. Üç büyük imparatorluğun Hitit, Roma, Osmanlı imparatorluklarının kurulduğu bir toprak üzerinde yaşamak bir ayrıcalıktır. Romanlarda özellikle bunun altını çizmeye çalışıyorum.”

Hititler, ‘Ninatta’nın Bileziği’nde (2006) yer aldı. Diğer imparatorluklar?

“Önümüzdeki dönemde bir İstanbul romanı yazacağım, ondan sonra Fatih’in ölümüyle ilgili bir polisiye hikâyem var, onu kaleme alacağım. Sonra da Bizans ya da Doğu Roma entrikası düşünüyorum.”