"Onlar, geçmiş zaman düşüydü"

Faruk Şüyün'ün bu haftaki konuğu; Melisa Gürpınar

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

İlk kitabı "Umut Pembeleri" yayınlanalı tam 49 yıl olmuş. İlk yazısı çıkalı ise yarım asır geçmiş... Şiire verilen Halil Kocagöz Ödülü'nü "İstanbul'un Gözleri Mahmur" ile almıştı 1991'de; "Yeni Zaman Eski Hayat" adlı oyunuyla da 1994'te Avni Dilligil Yılın En İyi Oyun Yazarı Ödülü'nün sahibi oldu; 2003 yılında ise "Ada Şiirleri" adlı kitabıyla Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü kazandı.

Fatih Sultan Mehmet zamanından bugüne İstanbullu bir ailenin torunu olan Melisa Gürpınar bu haftanın konuğu. Onunla sohbetlerimize İstanbul ile başlıyoruz genellikle, yine bu kadim kent ile ilgili onun saptamalarıyla bitiriyoruz. Değişen yaşam biçimlerini, hoyratlaşan insanlarımızı, yok olan geleneklerimizi ve tabii ki geçtiğimiz günlerde buluşunca "o eski, amazanları, bayramlar"ı da konuşuyoruz. "Bugün arife, çocukluğunuzdan kalma güzel bir bayram gününe dönecek olursak," dediğimde yüzü gölgeleniyor Melisa'nın, diyor ki:

"Çocukluğumdan kalma hiçbir ramazan, hiçbir bayram, özel anılan hiçbir gün bende güzel anılar bırakmıyor artık baştan söyleyeyim. Çünkü hepsi yok olmuş, bitmiş, geçmiş zaman düşleri olarak duruyor. Bugün fazla bir heyecan uyandırmıyor. Eğer gelecek için bir düşlemede bulunabilirsem, gelecek için bir vizyonum olabilirse sanki bu, benim yaratıcı gücümü daha fazla dürtükleyecek gibi.

Geçmiş zamanı epey yazdım ‘Kitap' derginizde. Anımsadım, yazdım, ama yazarken hep sancılandım. Yazdıktan sonra okurken sancılandım, ama yine de bu bir bayram, ramazan sohbetiyse, bir şeyler söylemeden edemiyor insan. ‘Ah o eski ramazanlar', ‘Ah o eski bayramlar'ı hâlâ deme noktası olanlarımız varsa içimizde, ki ben o noktada değilim artık, belki bir yüz yıl sonra da bugünleri anarak ‘ah nerde o eski bayramlar, eski ramazanlar' dedirtecek bir raddeye gelineceğini anlamalıyız. Bunu edebiyata ve sanata sığdırmak için küçük anımsamalar yapıyor, küçük notlar koyuyor güzelleştiriyoruz hatırladıklarımızı, andıklarımızı diyelim."

Hem hatırlamak, hem üzülmek!

"Benim unuttuğum hiçbir şey yok, ama her şeyi unutup sanki sıfırlamak istiyorum belleğimi. Bugünle o kadar taban tabana zıtki çünkü… Bu hızlı değişimi biz özümsedik, bilmeyenler zaten bilmiyor, o bıraktığı sızıları nerde dile getireceğiz? Bir kültürel birikim olarak bir yana mı koyacağız, bir sanatsal yapıt olarak geride mi bırakacağız? Tarihçiler mi, sosyal bilimciler mi kimler ilgilenecek bilmiyorum, ama bütün yaşama biçimlerimiz değişti, tepetaklak oldu."

BAŞKA BİR YÜZYILDI

Örnekleyecek olursak…

"Bu değişimin içerisinde hangisini anabilirim? Evet, gene ramazan ayını yaşadık, gene pide çıktı, belki eskisinden çok daha fazla oruç tutan var, çünkü o zaman gizli olan her şey bugün aşikâr! O zaman kimin oruç tutup kimin tutmadığı bilinmezdi. Tutmayan da biraz saklamaya giderdi, tutan da zaten asla bunu belli etmezdi. Ama şimdi o kadar birbirimizi eğitiyor, koşullandırıyoruz ki ramazan evet budur, diyoruz.

Eskiden de tabii ki gösteriş vardı, zengin-fakir ayrımı da vardı, ama hiçbir şey bu kadar ortaya dökülmemişti. O, başka bir yüzyılın ahlâkıydı. Dinde değişmeler olmaz, ama yaşanan geleneklerde, göreneklerde oluyor. Dinin kuralları değişmiyor, ama bizim onu yorumlayış biçimlerimiz, anlayış - kavrayış biçimlerimiz değişiyor.

Bu kadar her şeyin ortada olduğu güzellikler, bilmiyorum güzellik midir? Dinin icapları, gerektirdikleri biraz kapalılık içinde yapılmalıdır. Hayata geçirmek, evet milletçe hep beraber yaşamak derken bu kadar aleniyet farz mıdır? Yoksulun yoksulluğu bu kadar gözüne batırılır mı, zenginin zenginliği bu kadar ortaya çıkarılır mı? Sosyal eşitsizlikler, bu bağışlanma ve rahmet ayında insana bu kadar duyumsatılır mı? İnsanlar zenginlik ve yoksulluk bağlamında bu kadar iki kampa ayrılır ve bu kadar kendi acısını ortaya çıkarmaya zorlanır mı? Kimileri göneniyor, kimileri zillete batıyor…

Eski ramazanlarda yenen şükran lokmasıdır. Sofralar, gönül sofrasıdır. Eski ramazanların ulviliği, gizliliği, kapanıklığı, kendi kendine, içten içe güzel güzel yaşanmışlığı artık yok."

ÖNCE İÇSEL HAZIRLIK

"Yarın bayram, neşe doluyor insan" derdik benim çocukluğumda…

"Önceden hazırlığı vardı bayramların, içsel bir hazırlık… Çünkü bütün sosyal ilişkiler bayram üzerinden yaşanırdı. Batı bunu nasıl Noel üzerinden yapıyorsa, biz de bayramlarımız üzerinden yapardık. Bu iç hazırlığımız olmayınca olmuyor. Aynı anneler günü, sevgililer günü gibi bayramda yapılan alışverişler bir gösterişe dönüştü sanki.

Tarım toplumundan sanayi toplumuna dönüşmüş bir toplumda bayram hazırlığı yiyeceklerimizden belli, giyeceklerimizden belli. Konfeksiyonun olmadığı bir dönemde - İstanbul'u ele alalım, ben İstanbul'u biliyorum - bir Mahmutpaşa Yokuşu'nda alışverişe çıkılmamışsa o bayram gelmiş midir? Gelmemiştir. Şimdi kimse Mahmutpaşa'dan metreyle basma almıyor çocuğuna elbise dikmek için, tarak almıyor, hamam tası almıyor…"

Mendil de almıyor ve vermiyoruz…

"Özellikle kâğıt mendil çıktıktan sonra kumaş mendiller, bayramlarda her çocuğun cebine içinde birkaç kuruş ile konulan mendiller ortadan kalktı. Paranın kuruş olarak zaten değeri kalmadı! Çocuklar - artık aile, akraba içinden değil - bambaşka mahalleden, hiç tanımadıklarımız gruplar halinde toplaşıyorlar, sokak sokak dolaşıp bütün apartmanların kapı zillerini çalıp para istiyorlar. Onlara bir ikramda bulunsanız bir türlü, bulunmasanız, açmasanız kapıyı bir türlü. İnsana çok daha başka türlü iç üzüntüsü verecek davranışlar bunlar.

Davranış biçimlerimiz değişmiş, kavrayışımız - eskiler idrak derlerdi buna - değişmiş, neşeyi, sevinci ne ramazanda, ne bayramda yaşayışımız kalmış. Bir tür sosyalleşmeydi bayramlar. Bayramdan önce aynı düğün hamamı gibi bayram hamamına gidilir, çoluğunuzu çocuğunuzu yıkardınız. Kabristan ziyaretleri yapardınız, çok vardır eski gravürler, fotoğraflar, resimler, çizimler mezarlıkta yenen yemekleri gösteren; simitçiler, yani orada hem ölülerini anarken hem de iştahla simitlerini yiyebiliyor insanlar. Hayatla ölüm iç içe geçmişti, uhrevilikle dünyevilik yan yanaydı eskide.

Şimdi birbirinden kesin çizgilerle ayrılmış durumda. Şimdi de kabristan ziyaretleri yapılıyor, yapılmıyor değil, ama arabalardan geçecek yer kalmıyor. Kabristanlar çok daha gösterişli. Artık o yamuk eski taşlar yok, hepsi çalınmış. Heykel gibi olan bütün kavuklar, başlar sahibinin statüsünü anlatan, o yontulmuş güzelim mezar taşları hiç kalmamış. Şimdi mermerden blok mezarları var biraz halli vakitli olanların. Altında da o mezarların İstanbullular yatıyor tabii! Gidiyorsunuz ailenizin kabrini bulamıyorsunuz. Yani eski İstanbul'un artık ne ölüsünün yeri belli, ne törelerinin yeri."

İÇİM ACIYOR

Ya bayram yerleri…

"Çocukluğumda beni çok sevindiren bayram yerlerini anarken de gene içim acıyor. Gerçi bugün lunaparklar var - her birinde günde kaç tane kaza da oluyor, ama olsun - çocuklar artık hız ve lunapark peşindeler. Bunun peşinde de olmasalar eve kapanıp internetin başında belki birbirlerine bayram mesajı atacaklar veya başka bir şey.

Bu kadar aza indirilmiş bir kültür, bir gelenek, bir anane dille yaşatılır. Biz dili de bitirdik. Dili bitmiş bir toplumda para olsa ne olur? Konuşmuyoruz çünkü, sohbet etmiyoruz, dertleşmiyoruz. İşte internet ortamına girin, elektronik haberleşme araçlarına, telefon mesajlarınıza bakın, kullandığınız dilin yetersizliğini görün. Teknolojinin bize dayattığı az konuş, çok zaman kalsın… Çok zaman kalsın da ne için kalsın? Bunu eski usulde kitap okuyarak değerlendirmiyoruz herhalde.

Yani o çok kalan zamanda insanların ne yaptığını ben bilmiyorum. Bu zamanda etkili bir beyin yıkama aracı olarak televizyon seyrediyoruz herhalde. Televizyona kalıyor vakit çünkü. İnsanlar konuşmadığı için, evde de oturmak durumunda kalırsa ancak ekranlara bakıyorlar!"

O BİRİLERİ KALMADI

Bir merhaba demeyi bile özlüyor bazen insan…

"İstanbul arada kayboldu, sabahleyin günaydın diyen, merhaba diyen, nasılsın diyen, komşusuna hatır soran, yoldan geçene, tanımadığına eski  deyimle temennah eden birileri kalmadı. Herkes bir şekilde kendi küçücük çıkarını elde etmek için birbirine kötülük yapmak sevdasında, yani bu sokaktan geçen bir şey yapacak: Ya arabanıza ya bahçenize, ya pencerenize dokunacak yani bir şey yapacak, kendi daha çok yayılsın bu kente diye diğerlerini sıkıştıracak."

Bayramlarda çok güzel yemekler yapılırdı...

"Ehlikeyf diye bir yemek derginiz var sizin, biliyorsunuz… Bugün İstanbulla ilgili bir yemeği anmanın gereği bile yok. Osmanlı'nın Bosna'dan, Arnavutluk'tan, Kafkasya'dan, Karadeniz'den, Gürcistan'dan ya da Arabistan'dan gelmiş yemekleri artık yapılmıyor. Yani sadece yaşama biçimimiz değişmedi, yemek kültürümüz de kalmadı, o da tarumar oldu… Evet Osmanlı mutfağı derleme bir mutfaktı, ama bir imparatorluk mutfağıydı, şimdi o da yok… Her gelen yemeğini sırtlayıp geldi, her yerde bir mutfak, ama en kötü örneklerini tadıyoruz onların…"

YA YÜZ SENE SONRA?

Gül şurubu da yok, adı üstünde güllaçın üstüne gül suyu dökülmüyor bazıları sevmiyor diye… Reçeller hazırlanmıyor artık…

"Güllaç, gül aşından gelir, ben sevmem gülsuyu diyor genç kuşak. Bir beğenmemezlik, yememezlik… Çünkü onun alıştığı yemek sistemi öyle. Ama hiçbir şey kalmadı deyip de hüzünlenmektense acaba yüz sene sonra insanlar ne yiyecekler, ne içecekler nasıl bayram yapacaklar ben onu düşünüyorum."

Yani yüzümüzü yarına çevirmek lazım.

"Evet, mademki bu kadar değişimi ben gördüm bir ömrün içinde, 70 yaşındayım bu sene tam. E, 170 sene sonra acaba nasıl olur onu merak ediyorum.  Yani eğer bir anten açılmış varsa bu dünyaya, bir şeyler yapmalıyım, yani bir şeyler geliştirmeliyim kafamda. Ne olur, bu gidiş nereyedir? Bunu politika alanında söylemiyorum yalnız, işte böyle bayramlarımız, küçük, ufak tefek gündelik şeyler üzerinden daha önemlilerine stratejiler geliştirilebilir:

Küçük şeyler, küçük saksılar, küçük çiçekler, küçük kuşlar ne olacak?  Sait Faik'in ‘Son Kuşlar'ı, evet son kuşlar… O kadar türleri azaldı ki birkaç serçe, birkaç canavar karga, birkaç da sünepe güvercinden başka bir şey kalmadı. Başka kuş muş yok artık. Bir saksağan göreniniz var mı kentte.  Bir ateşböceği göreniniz var mı yaz gelince?"

NELER KALACAK?

Ben bir kere gördüm, hemen yazı bile yazdım… O kadar önemli bir olaydı…

"Onun için ben bunların peşindeyim, yüz sene sonra ne kalacak. Balık konusuna hiç girmiyorum o zaten feciat. Karadeniz ölmüş diyorlar, Marmara zaten bitmiş. Akdeniz'in ölümü tartışılıyor dünya bilim otoritelerince…

Bizim tanıdığımız balıkları kimse tanıyamayacak, gündelik hayatta rastladığımız şeyleri yani bizim yediğimiz pırasayı, lahanayı belki yiyemeyecek çocuklar. Gıda krizi ne  durumda olacak, su krizi ne durumda olacak?! Bu mısır meselesinde çocuklara ne olacak? Mısır şurubuyla sağlığımız nasıl gelişecek. Bugün şekerlerimiz hep mısır şurubundan yapılıyor, pancardan yapılan şekerlerimiz ortadan kalkmışsa bunu yiyen çocuklarımız ileride nasıl bir fiziki deformasyon gösterecek?

Ben, gelecek bize umut mu vaadediyor, umutsuzluk mu onu görmeye çalışıyorum, ama gene de bizim işimiz sanatın ya da kültürün görevi insanlara birazcık olsun yaşama umudu verebilmek. Biz bu düşünceleri kafamızdan geçiriyoruz, ama işin küçücük umutlu yanlarını da yazıların içerisine sıkıştırıyoruz. Bu bir yanılsama mı yoksa okuru yanıltma mı bilemiyorum."

"Tatil, sosyal hayatın bir zorunluluğu oldu"

Bayramlar, artık şehirden kaçış, tatile çıkış için bir fırsat olarak görülüyor. İşte bu bayramda da 9 gün tatil ilan edildi…

"1950'lilere kadar Türkiye'de tatil kavramı yoktu, sonra biz de edindik. Çalışan insanlar böyle boşluklarda tatile çıkmak istiyor. Onlar da haklı. Niye gidiyorlar diye eskiden kınanırdı. Dediğim gibi değişime aklımız yatmaz, kınardık. Bayramı yeterince yaşayamayanları, kaçanları, evini kapatanları… Şimdi sosyal hayatın bir zorunluluğu gibi. Bir sosyal hayatın zorunluluğu bulunduğunuz kentten kaçmak, biraz dinlenmekse, - dinlenme biçimlerini eleştirmiyorum, herkesinki farklıdır - artık bunları kendimize dert etmememiz lâzım."

Popüler kültür egemen…

"Popüler kültürün bize dayattığı, sosyal ilişkilerin, ekonomik ilişkilerin öğrettiği kadarıyla bayramları artık böyle evlerimizden uzakta, mendiller vermeyerek, şekerler yemeyerek… Bırakınız şekerlerini yemeği ramazanın arkasından gelen Şeker Bayramı'nın adını bile son birkaç sene içerisinde değiştiriverdik, Ramazan Bayramı yaptık. Benim büyükannemin büyükannesi eğer Şeker Bayramı diyor idiyse vardı bunun bir hikmeti. Onlar bilemiyorlar mıydı ramazandan sonra bu bayramın geldiğini ve buna Ramazan Bayramı denileceğini?!"