”Şarkılar siniyor hayata”
Neredeyse kırk yıldır yüzlerce şarkı üretip binlerce şarkıyı yorumlayan Erol Evgin ile ömrümüzün fon müzikleri üzerine konuştuk
Faruk Şüyün
Ülkemizin hemen her köşesinde; Almanya, Avusturya, İsviçre, Fransa, İngiltere, Hollanda, Polonya, İran ve Amerika Birleşik Devletleri'nde konserler verdi. Yüzü aşkın sanat ödülü sahibi. Almanca ve İngilizce biliyor. Evli; Yüksek İç Mimar Elvan Evgin ve sanatçı Murat Evgin'in babası. Müziğin yanı sıra, mimari proje ve uygulamalarını eşi Emel Evgin ile birlikte sürdürüyor. Erol Evgin'den söz ediyorum. Çiğdem Talu ve Melih Kibar ile birlikte imza attığı “İşte Öyle Bir Şey" (Altın Plak), “Sevdan Olmasa", “Bir de Bana Sor", “İçimdeki Fırtına", “Etme Eyleme", “Söyle Canım" (Altın Plak), “Deli Divâne", “Hep Böyle Kal" gibi klasikleşmiş parçalar otuz küsur yıldır dinleniyor. Ama biz söyleşimize yarınlardan başlayacağız. Geleceğe yönelik projelerini öğreneceğiz öncelikle Evgin'den.
“Sonbaharda bir albüm çalışmam olacak. Herhalde Aralık ayı başında müzikseverlere sunabiliriz. İçinde yeni şarkıların ve bazı eskilerinin cover'larının olduğu bir albüm bu. Murat Evgin'le birlikte gerçekleştiriyoruz.
Bunun dışında 2009 benim müzikteki kırkıncı yılım. Bu nedenle bir kırkıncı yıl konseri yapmak istiyorum. Muhtemelen bir vakıf yararına olacak bu ve bir DVD'sini çıkaracağız. Çünkü, müzikseverlere görseliyle birlikte sunacağım bir konser kaydı olsun istiyorum. İki önemli şey bu şimdi benim önümde gördüğüm."
Bir de Beşiktaş Belediyesi'nce düzenlenen, benim hazırlayıp yönettiğim sizin için gerçekleştireceğimiz Ustalara Saygı gecesi var, son günlerde üzerinde çalıştığımız bir başka proje.
“‘Ustalara Saygı' gecemiz var evet. 21 Temmuz'da, Beşiktaş'taki Abbasağa Parkı'nda" diyor. Erol Evgin ustaya saygı etkinliğine bütün İstanbulluları bekliyoruz.
1969 yılında, sözlerini kendi yazdığı “Sen" ve “Eski Günler" adlı bir 45'lik ile müzik dünyamıza ‘Merhaba' demişti Erol Evgin ve bu çalışmasını, kendi söz-bestelerinin de yer aldığı plaklar, radyo ve televizyon programları ve konserler izlemişti. Sanatçı son kez 2004'te, Erol Evgin ve Murat Evgin bestelerinden ve çoğunluğu Dr. Selma Çuhacı'nın sözlerinden oluşan “İbadetim" adlı albümüyle müzikseverlerle buluşmuştu. Neredeyse beş yıl oldu…
Koleksiyon albümler
“Ondan sonra iki koleksiyon albüm çıkadım" diye yanıtlıyor beni. “Bir tanesi ‘İşte Öyle Bir Şey', diğeri de ‘Tüm Bir Yaşam.' Bunlar benim otuz yaşına basan şarkılarımdı. Çiğdem Talu ve Melih Kibar'la yaptığımız bütün eserleri kapsayan iki albüm oldu bu çalışmalar. Yeni bir şey yapmadık, yani sadece orijinal kayıtları temizleyip sunduk. Bunlar çok ilgi gördü. Son üç yılda bir rüzgâr estirdi yeniden benim kariyerimde. O rüzgârla da birçok konser verdim. Tabii çok mutlu oldum. Amerikalılar ‘come back,' diyorlar; ben, bit pazarına nur yağdı, deyip gülüyorum. Şakası bir yana, yıllar önce doğru fidanlar dikmişiz diye düşünüyorum. Onların gelişip büyüyüp koca ağaçlar olmaları insanın hoşuna gidiyor. O şarkılar hâlâ, otuz yılı aşkın süredir, söyleniyor, dinleniyor. “
Klasik olmak bu değil mi? Hâlâ aynı tadı verebilmek, yeni kuşakların benzer lezzetler duymaları… O yıllarda da seviliyordu, bugün de seviliyor Erol Evgin'in şarkıları. Anlatmaya devam ediyor:
“Bunlara ‘pop klasikleri' diyorlar. Benim müziğe başladığım yıllarda Batı'da vardı. 1930'ların, 20'lerin şarkıları tekrardan söylenirdi, ‘standartlar' denilirdi hatta. Bizim müziğe başladığımız yıllar, Türk pop müziğinin emekleme günleriydi. Ne güzel ki bugün artık Türk pop müziği klasikleri oluştu."
Bunun nedenini öyle güzel yorumluyor ki Erol Evgin:
“Şarkılar hayata siniyorlar. Hayatın fon müziği oluyorlar. Yaşama, anılara siniyorlar. Orta yaş veya üzeri insanlara geçmiş yılları anımsatıyor. O insanlar bunları çocuklarına ‘bizim şarkılarımız' diye sunuyorlar. Şarkıların uzun soluklu olması çok hoş."
Erol Evgin’in uzun soluklu şarkıları, özel konserlerde de hayat buluyor. “Şovlarımda şarkılar yaşama tanıklık ederler" diyor ve şiirle devam ediyor. Bedri Rahmi'nin dizeleri ne der? ‘Yaşadım! / Erik ağaçları şahidimdir / Yıldızlar şahidimdir / Yaşadım! / İncirin dallarına yürüyen süt / Yonca tarlasından gelen nefes / Horozun ibiğinden damlayan kan / Yollar ve sevgili türküler şahidimdir.' Hakikaten türküler, şarkılar yaşamın belirli dönemlerine tanıklık ederler. O türküyü duyduğunuz zaman o yıllara, veya o mekânlara gidersiniz. O insanları bulursunuz karşınızda."
Biz de onun doğduğu yıllara, doğduğu mekâna Moda'ya doğru bir yolculuğa çıkıyoruz tam bu cümlenin peşinden:
“Çok küçük yaştan itibaren şarkılar söylerdim sandalyenin üstüne çıkıp, tangolar falan. Babamın sesi güzeldi, ama bizim ailede müzisyen, profesyonel sanatçı yoktu. Çok küçük yaştan beri kendimi sesle ifade etmek ve insanları böyle motive etmek gibi bir düşüncem veya içgüdüm vardı, bilemiyorum. Ellili yıllar, evimizde lambalı radyolar vardı içlerinde kimler var, diye merak edip büyüklerimiz evde yokken kurcaladığımız; içinde insan göremeyince de hayal kırıklığına uğradığımız. Sürekli açıktı radyo, Türk musikisiyle, tangolarla büyüdük."
Önce Moda İlkokulu, ardından İstanbul Erkek Lisesi, bugünkü adıyla Mimar Sinan Üniversitesi, o yıllardaki adıyla Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarlık Bölümü, hatta bir süre öğretim kadrosunda görev alma... Ama gönlünde hep müzik...
“Ortaokul yıllarımda ‘Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği' denirdi. Sonra ‘Hafif Batı Müziği' oldu. Ondan sonra ‘Çoksesli Türk Müziği' dendi falan…Terminolojisi de karışıktır biraz. Sonra popüler müzik, pop müzik oldu. O yolda müzikle birlikte yürüdüm, yani o müziğin gelişmesinin her dönemini yaşadım, diyebilirim. Amatör orkestralarımız vardı Moda'da. Yarasalar, Moda Beşlisi falan diye…"
Müzik ve Mimarlık birlikte
Lise yıllarında da müzik hayatında Evgin'in. Ama bir anda mimarlık eğitimi içinde buluyor kendini... Nasıl ve neden seçtiniz mimarlığı, diye sormanın tam zamanı:
“Mimarlık yapacağımı hiç düşünmedim. Çünkü müziğe çok dalmıştım. Babam, kolunda altın bileziğin olsun, derdi. Onu memnun etmek için günün moda mesleklerinden birini seçmemi şart koştu; mühendislik, mimarlık, doktorluk, avukatlık gibi. Ben de araştırdım Güzel Sanatlar Fakültesi, deniz kenarında bir sanat yuvası, resim, heykel gibi birçok sanatın buluştuğu bir yer... Mimarlık da önemli bir sanattır, müziğe yakın bulurum. Öyle seçtim. Bayağı da zorlu bir sınavdır, yirmi beş kişi falan alıyorlardı birkaç bin kişi arasından. Onu kazandım ve mimarlık eğitimi aldım."
Bu arada, geceleri Maçka Oteli'nde çalışır Erol Evgin, sabahları üç dört saat uykuyla okula gider ve sene kaybetmeden bitirir. Ardından, çok sevdiği hocası Bülent Özer'in asistanlığını yapar birkaç sene ama, sonunda, sonunda şarkıların sesine kulak verir. 80'li yılların ortalarına kadar müzikle yoğun bir şekilde haşır neşir olur.
“1986'da ofisimizi kurduk. Eşim de mimardır. Artık sahnelerden biraz uzaklaşmıştım, çünkü çok arabesk bir tavır almıştı sahneler. Konser düzeni de yoktu pek, gazinolarda, kulüplerde arabesk bir ortam vardı…"
Bir yandan da fırtınalar estiren “Hisseli Harikalar Kumpanyası" dönemi bitmişti… 1980 - 1984 yılları arasında, Haldun Dormen'in yazıp yönettiği, Egemen Bostancı prodüksiyonu iki müzikalin başrolünde; “Hisseli Harikalar Kumpanyası" ile dört yüz kez, “Şen Sazın Bülbülleri" ile iki yüz kez sahneye çıkmıştı.
“Güzel günlerdi Şan Tiyatrosu günleri... Sonra Şan yandı, Egemen rahmetli oldu, o işler bitti."
Ve televizyon yılları başlar, Show TVde “Süper Aile" adlı yarışma programını dört yüz bölüm sunar, TRT 1'de “Erol Evgin Show' adlı programın genel yönetmenliğini ve sunuculuğunu yapar, 1997 yılında kendi bestelerinin çoğunlukta olduğu “Sen Unutulacak Kadın mısın?" adlı albümü çıkarır. “Bir Sevda Masalı" adlı programı, Kanal D ve Star TV'de yüz bölüm hazırlayıp sunar. Bu arada, POPSAV'ın kurucuları arasındadır ve başkanlık görevini üstlenmiştir.Yetenekli olduğu bir başka dala da zaman ayırma fırsatı bulacaktır:
“Ressam Mahir Güven'e gittim. Akademi'den arkadaşımdır. Bana resmi öğret, dedim. Ne yapmak istiyorsun? diye sordu. Leonardo'dan günümüze teknikleri bilmek istiyorum, diye yanıtladım Beş yıl onuna onun atölyesinde çalıştım. O arada bir sergi açtım, ‘Miras' adında." Erol Evgin, bugünlerde yine yoğun bir şekilde çalışıyor ve son söz olarak diyor ki:
“Artık hayat mı bizi bir yerlere götürüyor, biz mi onu programlıyoruz bilemiyorum… Biraz öyle, biraz böyle, aslında ikisi de iç içe."
Ah, o Moda yılları
Moda, o yılların sonraları ünlü olacak birçok ismini buluşturan bir İstanbul semti. Erol Evgin bir çırpıda sayıveriyor aynı sokakların tozunu yuttukları isimleri:
“Moda, kültür ve sanat için önemli bir yerdir. Çocukluğumuzda evimizin önünden Türk Mûsikisi bestekârı Neveser Kökdeş geçerdi. Bir köşke ders vermeye giderdi. Biz de onu izlerdik. Haldun Taner'i izlerdik beresiyle ve yanında genç ve güzel eşiyle… Erdem Buri vardı Tülay German'la ilgilenirdi o. Müzikal işlerini yapardı. Barış Manço, tombul, hatta biraz şişmandı. Galatasaray Lisesi'nde okurdu. Annesi de Rikkat Hanım, eski sanatkârlardandı. Beraber konserlere giderlerdi. Orkestra kurmuştu Barış Manço ve Haramileri diye… Bizden birkaç yaş büyüktü Barış, onları hayranlıkla izlerdik. Sonra Erkin Koray'ı hatırlıyorum Moda'dan… Moda Deniz Kulübü'ne İtalyan orkestraları gelirdi..."
Ah, o eski, o güzel günler. Şimdilerde kulübün eski binası harabeye dönüşmüş bir vaziyette Moda'nın en güzel yerinde yalnızlığını yaşıyor. Siz, kulübün yeni yerinde konserler veriyorsunuz sanırım, diyorum Erol Evgin'e...
“Evet. Ben her yıl 30 Ağustos Zafer Bayramı dolayısıyla bir konser veriyorum, neredeyse geleneksel hale geldi."
Sizin öyle de bir konseptiniz de var, deyince şöyle özetliyor:
“Evet Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı'nı anlatan... “Mustafa Kemal'i gördüm düşümde" diye, Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın dizeleriyle başlayan."
Peki profesyonel olarak ilk nerede çıkmıştı Erol Evgin?
“1960'lı yıllarda Caddebostan Gazinosu'nda ses yarışmaları olurdu. Caddebostan Gazinosu o zamanlar on beş- yirmi fıstık çamının olduğu ve zemini dere çakıllarıyla kaplı bir mekândı. İnsanlar bira içerler ve dans ederlerdi orada. Selçuk Özer orkestrası çalar, Erkan Yolaç sunuculuk yapardı. Engin Arman, Fecri Ebcioğlu gibi müzik adamlarından oluşan bir jüri de yılda bir defa dans ve ‘Ses Kralı' seçerlerdi. 1964 yılında, ben daha lise öğrencisiydim, orada ‘Ses Kralı' olmuştum. Modada ‘Kulüp K' diye küçük bir klüp, Kadıköy Spor Kulübü vardı, orada şarkı söylemeye başladım. O ara, Şerif Yüzbaşıoğlu'na gittim, kendimi dinlettim ve ‘gel benim orkestrama' dedi. Şenay'dı diğer solist. Şerif ağabeyin orkestrası tabii bir okul oldu benim için. İlk Aykut Sporel kırk beşlik plak yaptı bana 1969'da. Onu baz alarak 2009'u kırkıncı yıl gibi düşünüyorum."
Konserleri bir masal gibi
Son yıllarda verdiği konserleri ben de izledim. Sahnede yalnızca peş peşe şarkılar söylemiyor o. Hepsinin birer konsepti var. Bu sohbetli, fıkralı, hikâyeli konserleri izlemeyenler için anlatmasını rica ediyorum Erol Bey’den:
“Birkaç yıl önce İstanbul şe Plaza Oteli’nin roof’unda haftada bir gece şarkı söylemeye başladım. Ali Saydam, benim çok yakın arkadaşım, o ısrarla söylerdi, ‘küçük bir lokalde sesinle seyircilere dokunmalısın,’ diye. Bunu bir televizyon programında da yineleyince, ertesi gün birkaç lokalden teklif geldi. Dolaştım oraları. Plaza’nın roof’u çok güzeldi, boğaz manzaralı, çok keyifli bir mekân. Yarım kuyruk bir piyanosu da vardı. Orada bir trioyla çalışmaya başladım.Yalnızca bir gün çıkıyorduk, ama haftalar öncesinden yer bulunmuyordu . İşte orada şarkılar söylerken anılar da anlatmaya başladım. Tabii uzun yıllar boyunca, çok şeyler birikmişti. Onları paylaşınca birdenbire bir şov çıktı ortaya. Sonra onu biraz kurguladım kendime göre, daha hoş bir şey oldu. Şimdi bu konsepti konserlerime de taşıdım."
Belki de şov dünyasında sahne sırlarını anlatacaktır birazdan Erol Bey. Hiç araya girmeden, merakla dinliyorum:
“Şov dünyasında sahnenin sırrı bana göre, seyircinin bir saniye önünden gitmektir. Yani her an bakalım şimdi ne olacak diye düşünmelidir seyirci. Ona küçük tuzaklar kurmak, küçük sürprizler yapmak hem ilgisini diri tutacaktır, hem bir adım önünden gitmenizi sağlayacaktır. Bunlar da yanındakiyle konuşmasına fırsat tanımayacaktır. Böylece bir buçuk iki saat çabucak geçiverecektir. Pek ara da vermem ben konserlerimde.
Sahnede Gilbert Becaud’yu izlemiştim. Çok süratli bir şov tekniği vardı. Onu çok beğenmiştim. Paul Anka gelmişti İstanbul’a, onun da şovunu beğenmiştim. Hıncal Uluç bir keresinde ‘Paul Anka’dan daha iyi’ diye yazdı benimki için. Tabii o beni sevdiği için iltifat etti, ama böyle işte anılarımı seyirciyle paylaşıyorum. Samimiyet önemli.