Toplumun kahramanlara ihtiyacı var
Avantür filmlerin usta yönetmeni Yılmaz Atadeniz'le konuştuk
Türk sinemasındaki avantür, fantastik yapımların unutulmaz yönetmeni; ilk müzikal filmleri çeken isimlerden birisi; kurgucu olarak girdiği Yeşilçam'da 50'li yılların ortalarından günümüze kadar, senarist, yapımcı, yönetmen olarak çalışmış bir emekçi... 1964'te "Yüz Karası" filmiyle başladığı yönetmenliğinde ilk "Yedi Kocalı Hürmüz"den "İki Sene Mektep Tatili"ne, Yılmaz Güney'in oynadığı avantür filmlere, "Kilink"e, "Maskeli Beşler"e, "Zorro"ya kadar yüzlerce unutulmaz yapıtı var. Dernek-sendika yöneticilikleri de yapan, sektör çalışanlarının birçok hakkı kazanmasında önayak olan bu "Haftanın Konuğu", halen Türkiye Sinema Eseri Sahipleri Meslek Birliği (SESAM) Yönetim Kurulu Başkanı... 1 Şubat 1932'de Arnavutköy'de dünyaya gelen Yılmaz Atadeniz'den söz ediyorum. Sohbetimize, doğal olarak avantür filmlerden başlıyoruz. Daha doğrusu, Atadeniz, setlerden fotoğraflar gösteriyor. Set dediğimiz ise Galata Kulesi'nin tepesi!
"Mekân, avantür filmlerde çarpıcı olmak mecburiyetinde… Meselâ biz, yönetmen olarak mekânlar ararız. Halıcıoğlu'na git, Haliç Köprüsü'nün altından bir resim vardır. Tam da güneş orada, hemen arkasında batar, müthiş bir final resmidir… Yani ne bileyim Galata Kulesi'nin üzerinde film çektik. Galata Kulesi kendi başına bir olay… Burası neresi? (Fotoğrafı, sarkan adamı gösteriyor) Bakın Galata Kulesi'nin balkon kısmı… Böyle duracak adam var mı şimdi? (Bir başka fotoğraf) Burası neresi? Galata Kulesi'nin kurşunlu kısmının, çatısının üstündeyim ben. Ve orada kavga sahnesi çekiyoruz. Bundan daha iyi bir background var mı İstanbul'da bu yükseklikte?
Meselâ adaya gidiyorlar, orada bir tepenin içine girip düğmeye bastıkları zaman kaya açılıyor, girdikleri yer, Kâğıthane Elektrik Fabrikası'nın kazan dairesi. Burada elektrik üretmek için kömür kullanılıyor, o sıcaklıkta islim hâline geliyor ve motorları döndürüyor. Yukarıda bütün İstanbul'u idare eden şebeke var. İçeride 400 bin volt falan elektrik… Önce korktuk, sonra sanki hiçbir şey yokmuş gibi dolaşmaya başladık. Orada koridordan geçiyorsun, yine bir düğmeye basıyorsun duvar açılınca girdiğin yer Suat Kulüp, içerisinde 2-3 tane dansöz…
Meselâ bu resim, Galata Kulesi'ne tırmanırken çekilmiş. Biz o devirlerde - 1966,1967 - hiçbir teknoloji yok, hiçbir şey yokken çektik bu filmleri...
40 kutuyla filmi bitirmen lâzım, 50 kutun olduğunda bu lüks. Birkaç tekrar yapabiliyoruz o zaman, fragmanlık parça çekebiliyoruz. Aksi halde bozuk parçalardan çıkarıyoruz gelecek programları…
Oyuncularla provalar yapıyoruz, çekerken bir bozukluk olduğunda ben,- tabii sesli çekmediğimden -çekilen filmi ziyan etmemek için 'yürü, konuşmanı etrafında dönerek söyle'diyorum. Hâlbuki ilk mizansende öyle bir şey yok. Veyahut bir mizansen ayarlıyorsun, hata oluyor, stop diyorsun, araya filmi atmamak için ona göre bir plan çekiyor devam ediyorsun. Bütünüyle düşünmüşsün, ama çekerken olmamış, filmi de atmak durumunda değilsin…"
Ham film o kadar kıymetli ki, bir senaryodan iki film çıkarılıyor, hatta bazen üç oluyor sinemamızın kendine özgü ekonomik koşulları nedeniyle. Küçük ayarlamalarla gerçekleştiriyor yıllarca bunları Yılmaz Atadeniz... Örnekler o kadar çok ki...
"Kaya Ererez, Natuk Baytan'dan geldi ve bana dedi ki bir mizanseni - 122 metre bir kutu film –çekiyorlardı, zamanlamayı ayarlayamadık 3 defa çekmişler, yani 122 metrelik bir kutu o mizansen için gitmiş, onu atıyorsun. Atmak ne demek; o negatif yıkanıyor, iş kopyası basılıyor ve görüyorsun böyle olduğunu, çöpe atıyorsun. Bu filmlerin negatifleri de, banyo yaptırdığın laboratuardaki ecza da yurtdışından geliyor, o makinaların vidaları, objektifleri de. Bir günde stüdyodan 3-5 tane kopya almak bir meseleydi o yıllarda. Şimdi düğmeye basılınca bir günde 25-30 tane üstünde bir tek toz, bir tek çizgi olmayan kopya basan stüdyolara sahibiz."
Ama hammadde olarak hâlâ yurtdışına bağımlıyız değil mi?
"Evet… Biz imâl etmiyoruz, edemiyoruz."
Ve hâlâ bir platomuz yok.
"Aslında bir platomuz var Antalya'da ve çürüyor. Sebebi çok basit, zira stüdyo çalışmıyor."
Neden çalışmıyor?
"Hiç Türkiye'ye gelen yabancı sinemacı oluyor mu? Neden olmuyor? Neden Türkiye'ye gelip çalışsın? Bir avantajı varsa çalışır. Mahsun Kırmızıgül 'Güneşi Gördüm'ün pavyon sahnelerini Bulgaristan'da çekti. Ne dedi biliyor musun, 'harcadığım her 100 liranın 35'ini geri aldım.' Yani yüzde 35 geri ödeme yapıyorlar, bizdeki gibi yüzde 18 değil. Kanada da öyle... Fas'ta film çekiyorlar, öyle. Bazen bu, yüzde 40'lara kadar yükseliyor müşteri çekmek için.
Düşünün 'Truva' gibi bir filmi Türkiye kaçırdı, Malta'da çektiler. O dekorlar asıl yerinde, Türkiye'de kurulmadı, gittiler Malta'da kurdular ve onlar, o dekorları göstererek para kazanıyorlar. Malta'da temiz su yok, ama sualtı platosu var ve hiçbir günü boş değil. Antalya'da o stüdyo yerine sualtı platosu yapsaydık… Manavgat biliyorsun temiz bir sudur, biz denize döküyoruz, kullanmıyoruz. Böyle şey olur mu? Artık Türkiye aklını çalıştırmalı…
Şöyle düşün Türkiye sathında amfi tiyatrolara bak, bir de Avrupa'ya bak. Avrupa'da 6 amfi tiyatro var, Türkiye'de ise 23 adet. Antalya'da Saklıkent'te kayak kayıyorsun, sonra aşağıya inip denize girebiliyorsun. Böyle bir ülke var mı, 4 mevsimi aynı anda yaşıyor. Bundan güzel bir ülke, bundan güzel bir plato var mı?"
Neden gelmiyorlar, sebep ne?
"Kurumlaşamadık, holdingleşemedik, kendi haklarımızı koruyamıyoruz. Yurtdışından gelen adam malını sokuyor içeriye, ne getirdiniz diyorlar; 'kumaş... İçeride bu kumaşları elbise olarak diktireceğim.' Film bitiyor. Dışarıya çıkarken kostüm hâline gelmiş o kumaşlar, ama kumaş olarak geldi kumaş olarak çıkacak diyorlar. Veyahut resmen araba infilak ettiriyorlar Türkiye'ye sokmuşlar, tutanaklar var, hayır diyorlar şasesi yurtdışına çıkacak. Bu kadar sıkı olursa bazı maddeler, olur mu? Niçin gelip çalışsın rahatlığı bırakıp. Veyahut da bakın yıllar önce bir Amerikan seti durdu. Bizim Abdurrahman Keskiner o işin Türk yapımcısıydı, bir hafta durdu iş. Neden biliyor musun? Halk ayaklandığı için. Biz medeniyiz, bizim elektriğimiz var, bu adamlar direkleri bile kapıyorlar ve bizi elektriksiz gösteriyorlar diye. Adam, milattan önceyi çekiyor kardeşim! Tabii ki elektrik direklerini, telefon direklerini kapayacak. Bu kadar cehalet olur mu?"
Ben, yönetmen Yılmaz Atadeniz'le söyleşi yapmayı planlıyor, sizin Yılmaz Güney'le yaptıklarınızı, aynı senaryodan çıkardığınız üç ayrı filmi, anılarınızı, bir dönemi konuşmak istiyordum, ama siz, SESAM Başkanı kimliğinizle konuşuyorsunuz bir süredir… Önemli şeyler de söylüyorsunuz, bu anıları başka bir söyleşiye bırakıp biraz daha devam edelim bu konuya...
"Tabii. Ama bir de bunun şu yönü var: Nedir o? Telif haklarımız… Hâlâ telif haklarını alamadık. 1995 evveli filmlerden alamadık; 95 sonrasını da kimisi alamadı işin en garip tarafı… Nasıl olacak bu iş? Biz nasıl AB'ye gireceğiz... Veyahut ben emekliyim, ama en alt kademeden... Birçok sinema aktör ve aktrisi en alt kademeden emeklidir. Bu bize müstehak mı? Neden benim seçtiğim bir adam, bir milletvekili en kaliteli emekliliğe sahip oluyor, ama ben bir sanatçı olarak olamıyorum, bir düşünün. Yanlış yerde yaşıyoruz sanatçılar olarak. Şu gördüğün yazı, Atatürk'ün sözü yalnız duvarda kalmaya mahkûm! Okuyun yüksek sesle:
'Sinemaya lâyık olduğu ehemmiyeti vermeliyiz.'"
Pekâlâ, biz, yine yönetmen Yılmaz Atadeniz'de dönelim. Uzun metrajlı film projeniz var mı?
"Her yıl hektarlarca orman yanıyor. Bir orman projesi hazırladım, Bakanlık da bana 200 bin TL'lik destek verdi, ama çekeceğim proje 600 bin TL'lik bir çalışmaydı. Yanmış bir ormanın siyahlığı önünde hiçbir film yok. Arkası yemyeşil, fakat o ormanın bıraktığı karalık, siyahlık. Ormanın çok önemli olduğunu bilmeliyiz. Dünyamız ısınıyor, oksijenimizi sağlayan yerler sadece ormanlar. Bir tek ağacın havayı temizleyerek yarattığı müthiş bir olay. Bir orman ve içinde yaşayan hayvanlarla insanlar barışık yaşarlarsa her şey çok daha iyi olacak düşüncesindeyim."
Bunu konulu bir sinema filmi olarak mı çekecektiniz?
"Tabii, tabii. Konulu. Bir korucu ve ailesi… Ormanı, içindeki hayvanları koruyan, yaralı hayvanları tedavi eden bir korucu. Tuncel Kurtiz diye düşünmüştüm ben. Bir orman bekçisi, hayatını buna vakfetmiş, çocuğunu orman mühendisi yapmış.
Ağaçları kesen, onları parke yapan insanlarla mücadele etmemiz gerekiyor, yeşili korumamız şart. Ormanlar her şeyimiz bizim. Bunları çocuklarımıza öğretmemiz lâzım. Bu arada hemen söyleyeyim, orman yanarsa kendi kendisini tedavi edebiliyor, ama çok önemli bir düşmanı daha var; dağ keçileri… Keçi bir günde 10 bin fideyi yiyebiliyor. Ormanı ortadan kaldıran tek canlı…"
Avantür filmler, şarkılı filmler çektiniz… Düşünmüyor musunuz yine böyle filmler?
"Araştırıyorum. Şöyle; filme başlamadan önce halkı iyi analiz etmemiz lâzım. Bu ne demektir? Seyircimiz değişti. Biz, hâlâ 15-20 sene öncesini düşünürsek çok geride kalmış oluruz ve yanlış hareketlere sebebiyet verebiliriz. Halk şimdi neyi seyretmek istiyor'u analiz edip onların istedikleri hikâyeleri, filmi yapmak lâzım.
Meselâ hâlâ doğru dürüst biz müzikal filmimiz yok. Kadın ve erkeğin düet olarak beraber olarak şarkılar söyleyerek eğlendirecekleri, gençleri danslarıyla şevke getirecek bir filmimiz yok.
Televizyonlar, benim için halkın istediğinin bir örneği, analizin başlangıcı oluyorlar. Halk neyi seyretmek istiyor, en çok seyredilenler neler? Televizyon bizim için önemli bir işaret kaynağı, bir kılavuz… Kafamızdaki güzel hikâyeyi değil, seyirci ne istiyor'u çekmemiz lâzım… O seyredilen filmi ben halkıma verirsem, halk beni tercih edecek.
Düşünün 156 tane yabancı filmin karşısında 28 tane yerli film oynuyor yılda. Koltuk sayısına bakıyorsunuz, biz koltuk sayısı ve hasılat olarak onlara çok yakın hale gelmiş durumdayız. Yani seyirci Türk sinemasında yapılanları tercih eder hale geldi, o şansa sahip olduk geçen yıllarda. Bir 'Babam ve Oğlum', 'Organize İşler', Mahzun Kırmızıgül'ün filmleri, 'Recep İvedik' – kim ne derse desin – 'Kurtlar Vadisi Irak' iş yapan filmler oldular.
Ama çok ümit bağladığımız 'Devrim Arabaları' iş yapmadı. Filmi seyrettik, müthiş zengin bir kadrosu var. Genç yönetmen arkadaşımız onları çok güzel yerlerde de kullanmış, ama finale geldiğimizde ben bir Türk olarak acı duydum. Sebebi çok basit… Biraz koku alsaydı, anlaması gerekirdi. O koku neydi biliyor musunuz? Amerikalılar oto sanayii, montaj fabrikaları kuruyorlar, tabii ki bu ülkenin kendi arabasını yapmasını istemezlerdi. O arabaya benzin de koysalardı çalışmazdı. Onu yapsalardı 5 milyon seyirciyi kapmışlardı.
Koku dediğim bu. 'Kurtlar Vadisi'nde orta boylu bir adam kahraman oldu. Nedir mesele, koku nedir? Amerikalı'nın başına çuvalı giydirmektir. Amerikalılar, Almanları yerden yere vurdular, yapmadıkları film kalmadı. Japonları, Çinlileri yerden yere vurdular… O ülkeler, Amerikalıların aleyhine bir tane bile film yapmamışlar, bir biz yapmışız; 'Kurtlar Vadisi'. Bu çok önemli, koku almak bu."
Yani!
"Aklımızı kullanmamız lâzım. Rica ediyorum, lütfen ve lütfen senaryolarını hazırladıkları zaman çok yakın buldukları arkadaşlarına okusunlar, yardım istesinler… Biz, iyi bir şeyler yapmak istiyoruz. Her silahı var Türk sinemasının şu anda. Her şeyi yapabiliriz. Ben 'Kilink' yapabilirim ve yaptığım 'Kilink'le de çok önemli paralar kazanabilirim, dünyaya da satabilirim diye düşünüyorum."
Yeni, çağdaş bir "Kilink" için hazırlanıyorum mu demek istiyorsunuz?
"Evet, 'Kilink' için hazırlanıyorum. Zira 'Kilink'te, 'Matrix'teki gibi gerekli her türlü hareket yapılacak, 'Starwars'taki gibi kılıçlardan şimşekler çıkacak, efektli yapacağız. Bunların hepsini yapabilecek güçteyiz. Fakat yalnız trükaj işi 250 bin TL'nin altında değil. Ama zannediyorum böyle bir film yaptığımız zaman arkamızdan yeni bir moda gelecek. Tıpkı 'Kilink'e başladıktan sonra olduğu gibi. O zaman da benim arkamdan çok kişi geldi, birçok resimli roman kahramanları film yapıldı benden sonra. Şu günlerde etrafıma baktığım zaman televizyona çekilen hikâyelerin hep aynı olduğunu görmeye ve üzülmeye başladım. Hâlbuki Türk toplumunun şu an bir kahramana ihtiyacı var, hatta birkaç kahramana birden ihtiyacı var."
"Dünyaya açılmak mecburiyetindeyiz"
Türk sinemasının doğru yolda olduğunu düşünüyor musunuz?
"Evet, ama iyi film yapmak mecburiyetinde. Bizim bir okumuz var. Muhakkak o oku hedefte kullanmamız lâzım. O ok da sermayedir. Filmlerin hepsi çok önemli paralara çıkıyor. Küçük bir rakam vereceğim. Mine Vargı 'Kabadayı' filmini yapmış, yandaki odada toplantıdayız, 'Mine ne kadar reklam parası harcadın?' dedim, 'Yılmaz Ağabey ne olur canım acıyor, söylemeyeyim' dedi. 'Anlat' dedim, 200 tane kopya bastırmış, biner dolardan 200 bin dolar. Filmin maliyeti yok ortada dikkat edin. Gazete reklamları, billboardlar, radyo ve televizyon reklâmları 400 bin dolar. Toplamda filmin maliyeti hariç 600 bin dolar. Yani senin arkanda reklama harcayacak paran yoksa, katiyetle böyle bir işe giremezsin. Yani bana verilen 200 bin TL ile bir orman filmini çeksem bile reklâmını yapamayacağım. Başımdan geçti. Safa (Önal) kardeşim 'Hicran Sokağı' diye bir film yaptı. Üniversitede gösterdik, alkış, alkış, alkış… 'Ne zaman seyredeceğiz?' diye sordular, 'vizyonu bitti' dedik. Bu acıdır. 12 bin TL'lik reklam bütçesi ayırmışlar, hiçbir şey değil.
Ne demek istediğimi anlatabildim herhalde. Film yapmak para para para, beyin ve yürek meselesi… Ben gençleri kutluyorum, ama banta çekip negatife transfer edebilecek parası yok ise, ancak televizyonlarda oynayabilecek bir film yapılmaz.
Biz, dünyaya açılmak mecburiyetindeyiz. Dünyada yapılan filmleri seyrediyorum, bizimkiler onlardan iyi. Belki bu bir iyi niyettir, ama onlardan eksik bir tarafımız hiç yok. Cem Yılmaz'ın 'Gora' filminin fragmanını seyrettiğim zaman bu film, 10 milyon seyirciyi çeker dedim. Fragman müthiş. Filmi seyrettiğimde Cem'e 'aptal' demek geldi içimden. O kadar belden aşağı sözler söylemenin, el kol hareketleri yapmanın anlamı nedir! Bir aile kız ve erkek çocuklarını getiremez sinemaya. Getirmedikleri için de 5 milyonda kaldı. Hâlbuki 10 milyona ulaşsaydı, Amerikalılar Türkiye'ye gelip film yapacaklardı."
"Arkeoloji Müzesi'nin belgeselini yaptım"
Biraz da geleceğe yönelik plânlarınızı konuşalım. Neler var tezgâhta? Yeni bir film, bir proje var mı, en son ne çektiniz?
"Ayasofya'yı ve Topkapı Sarayı'nı yılda 5 milyon kişi dolaşıyor senede, ama hemen yanıbaşlarındaki dünyanın en büyük 3. arkeoloji müzesini yalnızca 125 bin kişi. Bu ne demek? Ben bakanlığı ikna ettim, onun belgeselini çektim. Amerikalılarla anlaşırsak onu dünyada dağıtmayı düşünüyorum. Çünkü British Museum neyse Arkeoloji Müzesi'nin yeri odur. Antalya'ya festivale gittiğiniz zaman lütfen kaldığınız otelin yanıbaşındaki Antalya Arkeoloji Müzesi'ni dolaşın, oradaki her heykeli – ki 1995'te Perge'den çıkan heykellerdir onlar - Avrupa'da olsa camekânların içerisinde seyrettirirler bize. Orada bir salon dolusu var, öylece bekliyorlar. Her şeyimiz böyle…"
En son bir televizyon diziniz de vardı anımsadığım kadarıyla...
"2002 yılında, Reşat Nuri Güntekin'in 'Akşam Güneşi'ni çektim televizyona 6 bölüm olarak. Sumru Yavrucuk, Pelin Batu ve Serdar Gökhan oynuyorlardı ve yan kadrolar da zengindi. Ben, genç arkadaşlarıma şunu tavsiye etmek istiyorum: Çok önemli televizyon ekipleri meydana geldi. İyi televizyon filmleri çekiliyor. Bu çekimlerin geride bizlere bıraktığı 3 önemli unsur var. Nedir onlar? Biri senaryo ekipleri oluştu, bu çok önemli. İkincisi teknik malzemeyi kullanan teknik elemanlar yetişti, yönetmen ve asistanlar çok iyi. Üçüncüsü oyuncular sinemaya çok yakın, objektifle sevgili olmayı öğrendiler. Bana göre onların her biri sinemaya hazır.
Biz iyi hikâyeler çekelim, şimdiki vizyonlara bakıp kendimizi aşağılamayalım. İyi film çekersek çok iyi noktalara varacağımızı ispatladık. Yabancı filmlerden daha iyi olarak yerli filmler tercih etti halk salonları doldurarak. Şimdi kötü film çekmememiz lâzım. Yerli sinemaya gelip görmek isteyenlerin yerli sinemadan yabancıya dönüş yapmamalarını sağlamamız lâzım."