Uğraşlarımın temelinde şiir var

Faruk Şüyün, Haftanın Konuğu’nda İstanbul Kitap Fuarı “Onur Yazarı” Prof. Dr. Cevat Çapan’ı ağırladı

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

 

 

Yazdığı şiirler ve dünya şairlerinden yaptığı çevirilerle edebiyatımız için büyük emek harcayan şair, çevirmen, tiyatro eleştirmeni, öğretim üyesi Prof. Dr. Cevat (Çapan) Hoca “Haftanın Konuğu”... Cevat Çapan, ayrıca bu yıl 31 Ekim – 8 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan 28. TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nın “Onur Yazarı”... İlk şiiri 1952 yılında yayımlamasına rağmen, ilk kitabını 1985’te (Necatigil Ödülü’nü kazanan “Dön Güvercin Dön”) bastıran Cevat Çapan’ın son şiir kitabı, “Bana Düşlerini Anlat”, toplu şiirleriyle birlikte Yapı Kredi Yayınları arasından çıktı. Hoca, bu kitapla 12. Antalya Altın Portakal Şiir Ödülü’nün sahibi oldu… Biliyorum ki onun tezgâhı hep dolu… Bakalım neler var üzerinde çalıştığı yeni ürünler arasında?

“Yeni bir şiir kitabı tamamlamaya çalışıyorum. ‘Bana Düşlerini Anlat’tan sonra yazdığım şiirlerin kitap olması düşünülüyor Yapı Kredi Yayınları’nda. Onun dışında yine Yapı Kredi’den Yates’in şiirleri çıkacak... Daha önce İyi Şeyler Yayınevi’nde basılan küçük bir Yates kitabı vardı. Bunu biraz daha genişlettim. Bu sefer İngilizce ve Türkçe birlikte basacaklar. Bu arada 1982’de çıkan ‘Çağdaş Yunan Şiiri Antolojisi’ni ve 1985’te basılan ‘Çağdaş Amerikan Şiiri Antolojisi’ni de genişlettim... Birinci baskılarından sonra yaptığım çevirileri ekledim ki aşağı yukarı elli-altmış sayfayı buluyor, onlar yayınlanacak. Sean O’Casey’den çevirdiğim ‘Kırmızı Güller’ oyunu yeni bir baskı yapıyor, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkacak, buna uzun bir önsöz yazdım, yeni olarak bir de o var. Şimdilik bu kadar… Bir de ‘İrlanda Tiyatrosunda Gerçekçilik’ kitabı Mitos Boyut’tan üçüncü baskı olarak çıkacak...”

Cevat Hoca’nın tiyatroya, sinemaya ilgisi yalnız çevirilerle ve eleştirilerle sınırlı değil, aktörlük boyutu da var...

“Cyrano de Bergerac’ın bir repliğini hatırlatıyor bana; ‘Her şey olayım derken hiçbir şey olamadım’. Geçenlerde Yavuz Turgul’a rastladım Pandora Kitabevi’nde. Dedim ki ‘Beni hiç aramıyorsun, hiç rol vermiyorsun filmlerde’. ‘Sonbahara hazır ol’ dedi. Böyle bir şakalaştık. Bakarsınız gene bir filmde küçük, beş-altı saniyelik bir rol çıkabilir. ‘Eşkıya’da biliyorsunuz yirmi sekiz saniye görünmüştüm, ama unutulmaz bir sahneydi.”

BİR KOLTUKTA

Bakmayın Hoca’nın böyle söylediğine. Ben, onun “Süper Baba”daki rolünü hep anımsıyorum... Bir koltukta birçok karpuz; Cevat Hoca zamanını nasıl verimli kullanıyor da bu kadar işi bir arada yürütüyor?

“Bunlar sevdiğim, ilgilendiğim konular ve birbirlerinden çok kopuk değiller. Hepsinin temelinde de şiir var sanıyorum. Ve aykırı düşmedikçe, çok ters bir şey olmazsa niye olmasın diye düşünüyorum. Çok iddialı değil hiçbiri bu işlerin.”

Bence şiir hariç. Usta şair Cevat Çapan mütevazılık ediyor..

“Şiir, ciddiye alınmayacak bir şey değil. Çevirileri de çok önem vererek yapıyorum. Öğretim üyeliği de çok sevdiğim, heyecan verici bir meslek, çünkü genç insanlarla tanışıyorsunuz. Bu da sizi genç tutan bir şey.”

Hoca, öğrencilerinden memnun mu?

“Öğrencilerin düzeyinin çok parlak olmadığını görmek insanı üzüyor. İlköğretim ve lisenin Türkiye’de çok savsaklandığını, öğrencilerin çok az bir birikimle üniversiteye geldiklerini görüyorum. Bir kere çok az okuyorlar. Ders verdiğim dallar genellikle edebiyat ve tiyatro konuları, buralarda da çok hazırlıksız olarak geliyorlar.”

Merak da etmiyorlar galiba...

“Edebiyatta şöyle bir şey var; insan, merakını, okuyarak zenginleştirir. Hatta okuduğu ve sevdiği şeyleri – özellikle bunlar arasında şiir varsa - ezberler. Bir şeyleri aklında tutmak heyecan verici. En azından bizim öğrenciliğimizde öyleydi. Şimdiki öğrencilerde hiçbir ezber birikimi yok. Sözlü geleneğin yavaş yavaş tarihe karıştığını görüyoruz. Hâlbuki edebiyatımızı besleyen kaynaklardan biri sözlü geleneğin hâlâ bu ülkede yaşıyor olmasıdır. Yaşar Kemal diye büyük bir yazarımız varsa, Yaşar Kemal’in beslendiği kaynak, sözlü geleneğimizdir. Bütün o destanları, hikâyeleri, masalları dinlemiş ve ezberinde tutmuştur. Yaşar Kemal ile ilgili çok ilginç bir anım var: Bir gün yabancı bir yazara bir romanını anlatıyordu. Daha basılmamış, kafasında tasarladığı bir roman. Roman hemen hemen bütün ayrıntısı ile ezberindeydi Yaşar Kemal’in. Bu hayret verici, olağanüstü bir şey, çok da hayranlık uyandıran... Böyle bir duyarlık, böyle bir hazırlık, böyle bir birikim şimdi pek yok...

Sonra şöyle acıklı bir durum var -bunu her yerde anlatıyorum- : ‘Bildiğiniz türkü, şarkı var mı?’ diye soruyorum. Bir insanın kendi kültürünü besleyen şeylerdir bunlar. Sadece şiir ezberlemez, evinde annesinden duyduğu şarkılar da vardır bizi besleyen şeyler arasında. Duyduğumuz, öğrendiğimiz, söylediğimiz şarkılar... Sonra dans etmek, oyun oynamak... ‘Folklor’ diye şehirlilerin küçümsediği bir şey olabilir, ama dünyanın birçok yerinde insanlar bir araya gelince şarkı söylüyorlar, dans ediyorlar. Kendi kültürlerinin canlı bir göstergesi bu.

Üniversite öğrencileri arasında kendi kültürümüzden gelen türküleri, şarkıları bilenler pek az… Tabii herkes popüler müziği, İngilizce, İtalyanca, İspanyolca şarkıları biliyor. Ancak kendi kültürünün sesini başkasına duyuracak kadar bir hazırlık, birikim yok. Bu da bana üzücü geliyor.”

NASIL ÇALIŞIYOR?

Haklı Cevat Çapan. Ben de bu durumun yakından tanığıyım. Ama biz Cevat Çapan’a dönelim. Cevat Hoca nasıl çalışıyor? O şiirler, metinler nasıl ortaya çıkıyor?

“Örnek olabilecek bir çalışma yöntemim yok. Çok dağınık bir çalışma tarzım var. Hep düşünüyorum; disiplinli bir yol tutsam da her sabah otursam vaktim olduğunda, şiir düşünsem ve yazsam. Bunu hiç başaramıyorum. Hiç böyle bir şey olmuyor. Tabii insan ister istemez düşünüyor şiir nasıl çıkıyor ortaya diye. Zaman zaman bu konuları konuşan insanları da dinledim; kimisi ‘gelir’ diyor... Esin perisi ile... Kimisi de diyor ki ‘Bunun ilhamla, esinle alâkası yok, oturur çalışırsın, şiir yapılır’. Tabii bunda da gerçek payı var. Öyle bekleyip de insanın kaleminin ucuna gelen şeyler değil. Ama bir kıvılcım gerekiyor. Bir söz, bir imge canlanıyor insanın kafasında. Ve onunla ilgili bir şeyler buluyorsun. Kurduğun bir şeyden de kaynaklanabiliyor ki, bunun illâ bir şiir olması gerekmiyor. Ayrıca bir gazete haberi de, romandan parça da, birisinin yazdığı bir mektup, bir müzik de olabilir. Yani onunla birleştirebileceğiniz ve size bir şimşek çaktıran bir duygu, bir düşünce kelimelere dökülünce şiir çıkıyor. Bazen bir konu olarak geliyor, o konuya bir biçim veriyorsunuz. Bazen iki dize geliyor o dizeyi geliştiriyorsunuz... Bir çeşit oyun gibi; dil ve düşüncelerle oynamayı gerektiriyor. Bu konuda çok çalışkan olmadığımdan şikâyetçiyim.”

Ama üretken bir çevirmensiniz...

“Çeviride malzeme dünya edebiyatı... Dünyada birçok iyi şair var. Bunların bir bölümü mesleğim gereği tanımam ve tanıtmam gereken şairlerle  yazarlar. İngiliz Edebiyatı öyle, Amerikan Edebiyatı öyle, dünya edebiyatının bazı şairleri de... Dünya edebiyatında neler olduğunu izliyorsanız birtakım çarpıcı insanlarla karşılaşıyorsunuz. Mesela Juan Gelman diye bir insanın farkına vardığınız zaman o insanın yalnız başından geçenler değil, yazdıklarını neden kaleme aldığı da önemli oluyor. Yahut geç tanımış bile olsanız Pessoa diye bir Portekiz şairinin - Pessoa’yı bana kırk-elli yıl önce Teoman Aktürel kitabını vererek tanıtmıştı - Álvaro de Campos imzalı ‘Ode Marítima’sı. Bir gün geliyor siz onu daha yakından tanımak istiyorsunuz, şiirini tanıyorsunuz, daha yakından tanıdığınız bu şairi tanıtmak da istiyorsunuz. ‘Çevirebilir miyim?’, ‘Çevirmeye değer mi?’ sorusuyla karşılaşıyorsunuz ve kitap çıkıyor ortaya. Ama mesela ‘İngiliz Şiir Antolojisi’, ‘Amerikan Şiiri Antolojisi’ verdiğim derslerin bir çeşit yan ürünü. Onların  Türk okuru tarafından da anlaşılabilmesi için yaptığım çalışmaların bir çeşit sonucu.”

TİYATRO VE SİNEMA…

Çevirmen, eğitimci ve şair yanınızdan söz ettik, biraz da tiyatro, sinema dünyasına girelim...

“Tiyatro ve sinema ile hep ilgilendim. Meslek olarak da bu konularda dersler verdim. Tiyatro tarihi, dramaturji gibi dersler... Sinema ile bir seyirci olarak da ilgilendim, hatta ben, buna sinekeşlik diyorum. Fazla televizyon seyredenlere de telekeş diyorum... Bir sinekeşlik dönemim oldu sinemanın çok heyecan verici bir sanat olduğunu fark ettiğim yıllarda, ki bu lise son ve üniversite yıllarıdır... İngiltere’de mesela, çok fazla film görme imkânım oldu. O kadar ki birlikte sinemaya gittiğimiz bir arkadaşla ‘Sinemaya gitmiyoruz, sinema tarihini yazıyoruz’ derdik. Bir çeşit tüm sinema tarihini tanıyacak bir yaklaşımla film seyrederdik. Sonra Türkiye’de Sinematek yılları... Sinematek’in kurucuları arasında da vardım, Onat Kutlar ve Şakir Eczacıbaşı ile birlikte çalıştık. O yıllarda da sürdü merakım ‘Sinema Günleri’, ‘Sinema Festivalleri’ ile... Derken baktım ki bu kadar çok sinemaya gitmeye vaktim yok. İnsanın vakti, hatta belki biraz ilgisi bile azalıyor. Mesela bu yıl bir film gördüm Film Festivali’nde, ki bu inanılır gibi bir şey değil. Eskiden Füruzan ile yarış ederdik. Çünkü Füruzan günde üç tane falan film görürdü, ben de yarış ederdim onunla ‘Bugün kaç tane gördün’ falan diye. Sonra baktım ki ben o kadar çok film seyretmek istemiyorum artık. Ama sinema ile hâlâ ilgileniyorum, imkân buldukça görmek de istiyorum. Bir ara sinemada daha yaratıcı işler de yapmak istedim, ama olmadı. İnsan her istediği şeyi yapamıyor.

Tiyatro ile daha çok ilgilenmem gerekiyor, çünkü ders veriyorum bu konuda. Ama eskisi kadar sık tiyatroya da gidemiyorum. Bunun herhalde yaş ile de ilgisi var. Bir de İstanbul’da bir yerden bir yere gitmenin güçlükleri... Belki haksızlık ediyorum, o kadar çok iyi görülecek oyun var mı diye insan seçici de oluyor. Ama yurtdışına İngiltere’ye, Fransa’ya giderse insan, orada kaçırmak istemediği oyunlar oluyor. Bir taraftan da izliyorum Londra’da ne oynanıyor, Paris’te ne oynanıyor... Dünyadaki önemli tiyatro olaylarını da. Gidebilenlere ‘Sakın kaçırma şu oyunu, bak ‘Trolios ile Kressida’ sahneye konmuş’ diyorum. Öyle bir ukalâlık yapmaktan da kendimi alamıyorum!”

Ya ödül jürileri?..

“Tiyatro jürilerinde çok fazla yokum artık. Bir dönem vardım, evet ama artık tiyatro jürilerinde yokum. Yakında edebiyat jürilerinden de çıksam iyi olur. Çünkü çok fazla vakit alıyor.”

Cevat Hoca, bütün bu zaman alan uğraşlarını bırakabilirse yalnızca neyle / nelerle uğraşmak ister?

“Vaktimi daha çok, yazacağım bir şey varsa ona ayırmak istiyorum. Hem çeviri yapmak hem de özgün işleri yazmak isteyen insanların en büyük sıkıntısı, artık çeviri yapmayacağım gibi bir karardır. Böyle bir kararı bir türlü alınamıyor, ben alamıyorum. Biliyorum alanlar var ve çok da iyi yapıyorlar, ama ben hâlâ böyle bir karar alamadım, almak istiyorum.

Daha çok yazabilirsem şiir yazmak isterim herhalde. Daha çok okumak isterim. Çünkü, okumadığım o kadar çok güzel kitap var ki... Onlara vakit ayırmak isterim belki. Ama çok da vakit yok artık...

Ne kadar zaman ayırabilirse insan... Böyle bir lüksü tanımak istiyor kendisine.”

Yalnızca kendisine değil, güzel şeyler sunarak okurlarına da... Bu, asla bir bencillik değil...

“Evet, böyle bir tutum bencillik değil, bir titizliğin göstergesi ve ancak başkalarına sunabileceğiniz bir titizlik. Böyle bir düşüncesi varsa insanın bunu başkalarına gösterebilecek değerde bir şey yaratmak için yapıyordur. Yoksa sırf kendisi için neden yapsın?! Başkaları ile paylaşabileceği bir şey yapmak için böyle bir bencillik düşünüyordur...”

Teşekkür ederim Cevat Hoca...

Mütevazı bir hoca

Cevat Hoca’ya soruyorum, şiirin okulu olur mu?

“Şiirin okulu, şairlerin yazdığı şiirlerdir. Ama öyle dersler yapıyorlar. Ne yazık ki birtakım kurallara, hatta birtakım kuramlara göre anlatılmaya çalışılıyor. Bunun yararları da var, ama bütün bu kuralların ve kuramların neyin üzerine, neden, neye bakarak yapıldığını bilmek gerek. İnsan daha önce kuramı öğrenip daha sonra uygulamasına geçerse çok iyi bir şey çıkacağını sanmıyorum. Yüzmek gibi. Denize atılırsanız yüzme öğrenirsiniz. Sanıyorum edebiyatta da öyle; birisi sizi edebiyatla ilgilendirecek bir ortam hazırlıyor, onun içine giriyorsunuz. Ondan sonra nelerin iyi olduğu, nelerin olmadığı konusunda iyi öğretmenler size yardımcı olabiliyor. Bu öğretmenlerin ille de meslekten olmaları gerekli değil. Arkadaş da olabilir, o işi seven, daha iyi bilen, bu konuda düşünmüş birisi de.

Bazı şairler bu konularda çok yardımcı olabiliyorlar. Mesela kendi edebiyatımızdan örnek verelim: Nâzım Hikmet’in Memet Fuat’a yazdığı mektuplardan çok şey öğrenebiliriz. Çünkü Nâzım’ın öyle cömert bir yanı var. Yaptığı işi nasıl gerçekleştirdiğini anlatmaktan çekinmiyor, utanmıyor. Kendinden küçük bir insana, onun yaşını, anlayıp anlamadığını düşünmeden kaygı duymadan bu işin nasıl yapıldığını, kendisinin nasıl yaptığını, neleri yapmanın doğru olacağını söylüyor. Bunların hepsi bazı insanlar için yararlı, bazı insanlar için belki gereksiz olabilir.”

Siz de bildiklerinizi esirgemiyorsunuz. Mütevazı bir insan, sevilen bir şair, bir hocasınız...

“Tabii bu hocalıktan gelen bir şey. Hocalık çok ilginç bir meslek. Bir gün yabancı bir profesöre rastlamıştım Berlin’de... ‘Demek siz Amerikan edebiyatı öğretiyorsunuz’ dedim. ‘Estağfurullah’ dedi Türkçe karşılığı, ‘Öğretmek çok iddialı bir şey’. ‘Ben sadece ‘profes’örüm, profes ediyorum, yani birtakım şeyleri gösteriyorum, öğretmen olmak çok iddialı bir şey’. O yüzden öğretmenliğin bir çeşit tevazu gerektirdiğine de inanıyorum. Yani neredeyse öğrencisi ile kendisini eşit olarak görebilen bir öğretmen olunabilmeli. Çünkü öbür türlü genç, kendinizden yaşça küçük olan bir insanı ürkütebilirsiniz, irkiltebilirsiniz, korkutabilirsiniz, kendinizi ondan çok daha yüksek, çok daha bilgili gösterirseniz. Ama sanki bir şeyi aynı zamanda öğrenmeye çalışıyor gibi bir yaklaşımınız olursa iyi olur. Zaten birçok öğretmen, öğrencisinden de öğrenebilir. Bir sürü iyi öğretmenin kitaplarında öğrencilerine teşekkür notu vardır. Bu,  boş bir nezaket gösterisi değildir. Sanıyorum birlikte bir işi tartışmışlar, konuşmuşlarsa oradan öğrenilecek bir şey vardır.”