”Yazmak, müthiş bir özgürlük duygusu”
DÜNYA Kitap Dergisi Yılın Telif Kitabı Ödülü'nü kazanan Ayşe Sarısayın'la edebiyat dünyası ve iş hayatı üzerine
Yunus Nadi Öykü Ödülü'nü alan "Denizler Dört Duvar" ve Sait Faik Hikâye Armağanı'nı kazanan "Yorgun Anılar Zamanı" adlı kitaplarından sonra, yeni öykülerini yine Can Yayınları'ndan "Karakalem Resimler" başlığı altında yayımlamıştı Ayşe Sarısayın... Bu kitabı da ödüle değer bulundu ve DÜNYA Kitap Dergisi Yılın Telif Kitabı Ödülü verildi geçtiğimiz günlerde... Ayşe Sarısayın, Türk şiirinin en önemli isimlerinden Behçet Necatigil'in kızı. Ancak kan bağından fazla bir ilişkisi var şiirle. Öyküleri şiirlerden dizelerle başlıyor, içlerinde de mutlaka şiirler geçiyor. Öyleyse ilk sorumuz şiir üzerine...
"Çocukken karaladıklarımı saymazsam, şiir yazmayı hiç düşünmedim, denemedim de. Şiir çok özel bir tür benim için, tüm sanatların üzerinde, kutsal âdeta. Şiir okumayı çok seviyorum, bazen bir şiir ya da tek bir dize, yazmayı tasarladığım öyküyü şekillendirerek yönünü belirliyor, yeni kapılar açıyor."
Sarısayın'ın ilk kitabı "Çok Şey Yarım Hâlâ", Necatigil ile ilgiliydi. Onun ardından peşpeşe öykü kitapları geldi... Şiir, özellikle de Necatigil'in şiirleri, o şiirleri anımsatan öyküler var bu kitaplarda... Babasının şiirlerindeki karakterlerin izini mi sürüyor acaba?
"İlk kitabım belirttiğiniz gibi babamla ilgiliydi. Onun hayat hikâyesini yazmaya çalışırken, şiirle iç içe geçen çocukluk, ilk gençlik yıllarıma dönmek, çok eski, unuttuğumu sandığım yaşanmışlıklarla götürdü beni. Babamın hayatıyla bir yerlerde kesişen, ancak kitabın sınırlarını zorlayan bazı anılar... Onun hayatına yaptığım yolculuk, bir yerde kendi geçmişime bir yolculuğa dönüştü. Yazabileceğim bir şeyler olduğunu düşündüm. Sonuçta şiirler, öykülere açılan kapılar oldu. Kimi zaman da kurguladığım bazı öyküleri, o şiirlere yakıştırdım ve böyle devam etti. Çift yönlü bir ilişki bu. Sözcüklerin en billurlaşmış biçimi olarak gördüğüm şiir, okumaktan vazgeçmeyeceğim ve yazma sürecinde destek aldığım bir tür. Yani şiirsiz asla!"
Ayşe Sarısayın'ın kitaplarının ortak özelliklerinden birisi, çift anlatıcının olması... Farklı anlatıcı, italik yazı biçimiyle sunuluyor öykülerde:
"Bu biçimi çok düşünerek oluşturmadım, ama ikinci anlatım, genelde görünmeyeni daha rahat anlatabilmeme yardımcı oldu sanırım. Yaşananlardan dışarıya yansıyanları görebiliyoruz, ancak bir de arka planda, içerde olup bitenler var. Belki bunları aynı düzlemde anlatmak elimden gelmediği için bu yolu seçtim. Dediğim gibi, çok bilinçli bir tercih değil, kendiliğinden oluşan bir biçim. Farklı anlatıcı, zaman ve dil kullanarak geçmiş zamana daha rahat geçebiliyor, anlatmak istediklerimi daha rahat anlatabiliyorum. Bu şekilde bir 'iç ses' oluşuyor, yazarın ya da öykü kişisinin söyleyemediklerini içtenlikle söyleyebiliyor."
Çocukluktan kalan görüntülerin izinde
Yazarımızın öykülerinin ortak özelliklerinden söz ederek başladık söyleşimize, yine öyle devam edelim istiyorum... Öykülerinin kahramanları çoğunlukla kadın:
"Kadınların iç dünyaları daha yakın geliyor bana, onların yaşadıklarına daha rahat uzanabiliyor, kendimi onların yerine koymakta fazla zorlanmıyorum. Erkekler de var elbette, ama daha geri planda. Bugüne dek yazdığım öykülerin çoğunu, çocukluğumdan kalan bazı görüntülerden yola çıkarak oluşturdum. Çocukluk dünyama baktığımda da, kadınların daha yoğun olduğu bir ortamda büyüdüğümü görüyorum. Babam hep biraz evin dışındaydı, belki evde en fazla bulunan oydu, ama sürekli odasına kapanıp çalıştığı için birlikte geçirdiğimiz zamanlar sınırlıydı. Günlük hayat, anneanne, anne, abla, halalar, komşu teyzelerle paylaşılıyordu daha çok. Öykülerimde kadınların ön planda olmasında bu da etkendir belki, bilemiyorum. Yazarken farkına varmıyorsunuz bu ayrıntıların, sorulduğu zaman da tek ve net bir yanıtı olmuyor genellikle."
Ama bu kadınlar, kırgın kadınlar çoğunlukla:
"Hayat bir kırgınlıklar bütünü değil mi zaten? Hayat denilen serüvenin, insan olmanın başlı başına bir kırgınlıklar toplamı olduğunu düşünüyorum. En mükemmel, sorunsuz görünen hayatların arkasında bile, kırgınlıklar var, az ya da çok. Erkek egemen bir toplumda yaşıyoruz, bu toplumsal yapı nedeniyle bastırılmış, sindirilmiş kadın kimlikleri var. Benim içinde bulunduğum ortam böyle olmasa da, toplumun geneline yansıyan bir tarz bu. Kimi zaman en eğitimli çevrelerde bile erkek egemen bir bakışın izleri ya da kalıntıları seziliyor. Büyük kentlerde özgürce yaşıyor gibi görünen kadınların, bir türlü özgürleşemeyen ruhları, kimlik arayışları, yüzyıllar öncesinden gelen kuşatılmışlık, sindirilmişlik duygusu... Sonuçta hayatın kadınların penceresinden nasıl göründüğünü anlamaya ve anlatmaya çalışıyorum galiba. Bende yazma dürtüsünü oluşturan, ağırlıklı olarak anlık çağrışımlar, duygu yoğunlaşmaları olduğu için, iç dünyamda karşılığını bulamadığım konulara uzak duruyorum. Erkeklerin dünyası, daha uzak geliyor bana."
Peki, bu öykülerin yazarı, o da biraz, hatta biraz ötesi "ürkek" yaklaşmıyor mu?
"Öyle mi geliyor yazdıklarımda? Tavır olarak mı? Hissedebilirim, çünkü orada tek kişi var aslında, kendi içinden geçenleri, yapamadıklarını başka birine yaptırıyor belki de. Hayata karşı da çok cesur değilim belki, ancak edebiyat yolculuğunda ciddi bir ürkekliğim olduğu doğru, bunu dile getirmekte de bir sakınca görmüyorum. Bu çevrelerde, öncelikle Necatigil'in kızı olarak tanındım ve onun anısına saygısızlık yapmaktan çok ürktüm. Hâlâ da ürküyorum. Necatigil'in kızı olarak anılmaktan dolayı hiçbir sıkıntım yok, babamla gurur duyuyorum çünkü. Bu ismin altında ezilmek gibi bir kaygım da yok, bunu doğal karşılıyorum. Tek kaygım yanlış bir şey yapıp onun, benim için çok değerli olan adına gölge düşürmek. Yaşasaydı, yaptığım herhangi bir şeyden incinir miydi, diye düşünmek. Ürkeklik dediğiniz, bu kaygılardan kaynaklanıyor herhalde."
Üç kitapla üç ödül aldı
Bu söyleşi, ortak özellikler söyleşisi olacak sanırım. Girişte de söz ettim, üç öykü kitabı yayınladı Ayşe Sarısayın, üç ödül kazandı... Biliyorum, bu değerlendirme de onu ürkütecek, ama tam yeri. Ödüller, yine ödüller... Ne diyorsunuz?
"Beklenen soru! Aklımdan geçmiyor değildi, önce kim soracak diye... Dün gece rüyama girdi zaten. Sözünü ettiğiniz ürkeklik, kendimi zorlamamı, çok uğraşmamı getiriyor belki. Bunun sonu yok elbette, çok iyi, mükemmel bir şey yaptım diyebilmek hiçbir zaman mümkün değil, ama en azından kapasitemin, yeteneklerimin sınırları içinde yapabileceğimin en iyisini yaptım diyebilmek için uğraşıyorum."
Ayşe Sarısayın uzun yıllardır bir Alman ilaç şirketinde çalışıyor. İş hayatı/yazarlık hayatı ikileminden söz etmesini istiyorum:
"Geçmişte katı bir Alman disiplini, öncesinde de baba evindeki müthiş düzen! Babamın inanılmaz bir iş disiplini vardı, onca işi bir arada yürütmek için son derece düzenli, her dakikası planlanmış bir hayat... Yaşamak ciddi bir iştir ya, babam için her şey çok ciddiydi. Çöpleri atmaktan ya da pilav pişirmekten şiir yazmaya kadar, aklınıza gelen her şey çok ciddi! Bir de verilen sözün mutlaka tutulması... Bunlar belki hiçbir zaman doğrudan öğretilmedi bize, ama böyle bir hayat tarzı gördük, etkilenmişizdir farkında olmadan.
Alman Lisesi'nde okumamın da etkisi olmuştur mutlaka. Çok iyi bir Almanca kompozisyon yazarsınız örneğin, noktalama hatalarından, bazen tek bir noktadan ya da virgülden notunuz kırılır. Öğretmen böyle de bir yorum yazar, aslında 10 alacaktın, bu yüzden 9 aldın diye... Öfkeleniyorsunuz ister istemez, o hatayı bir daha yapmamaya uğraşıyorsunuz. Üniversiteyi bitirdikten sonra da bir Alman ilaç şirketinde (Türk Hoechst) çalışmaya başladım. İlaç üretimi hata kabul etmiyor, fabrika ortamının kesin kuralları var. İlaç sektörü çok titizlik istiyor, birlikte çalıştığım yöneticiler de, biraz da işin gereği, mükemmeliyetçi bir yapıda. İşyerimde nasıl bir raporu eksiksiz vermek zorundaysam (her zaman başaramasam da!), yazdıklarımda da hata olmaması için çok çabalıyorum, yine de sonradan baktığımda eksiklerimi görüyorum. İş hayatımda çok daha somut, tanımlanmış kavramlarla çalıştığım için, yaptığımdan emin olmak, arkasında durmak mümkün, ancak edebiyat sonsuz bir alan, tek bir doğru ya da gerçek yok bu alanda."
İş hayatından kaçmak için veya kaçtığı anlarda yazı hayatına mı sığındı Sarısayın?
"Evet, yazmak, bir sığınak oldu ve başlangıçta biraz rahatlama da sağladı bana. Uzun yıllardır aynı yerde çalışıyorum. İşe girdiğimde şirketin adı Türk Hoechst'tü, bir dizi değişikliğin ardından PharmaVision oldu, ama aynı şirket. İş açısından çok yoğun olduğum ve bunaldığım bir dönemde, babamla ilgili kitabı hazırlamaya başladım. Ardından da o kitabın sınırları içine sığdıramadığım, zaman içinde öykü olarak şekillenen metinler geldi. Kendi kurtarılmış bölgemde, tek başıma yol almak çok güzeldi. Yazdıklarımı defalarca okuyor, düzeltiyordum. Bazen hoşuma gidiyordu öykülerim, bazen hiç beğenmiyordum, ama bana iyi geliyordu. Ancak yayınlama süreciyle birlikte, stres yaratmaya da başladı."
Öykü yazmanın keyfi, gelen başarı aslında bir işi olmasından, edebiyatı bir iş olarak görmemesinden, yazmanın kendisini özgürleştirmesinden mi geliyordu acaba?
"Galiba kendimi yazar olarak görmeyişimin altında yatan da böyle bir duygu. İyi bir işim, bir mesleğim var, eğitimim farklı bir alanda. Kırk yaşından sonra, iyi bir okur olma çabasının dışında bir deneyimimin olmadığı bir alanda bir şeyler üretmeye başladım. Başka bir işim olduğundan belki, kendim için bir meslek olarak göremiyorum yazarlığı. İçimden geldiği zaman yazıyorum, bu da bana yetiyor şimdilik. Hep aynı şeylerin tekrarlandığı iş ortamının dışına çıkmak, müthiş bir özgürlük duygusu veriyor bana.
Yaratmak çok güzel bir duygu, onun ötesinde bunu profesyonel bir iş olarak görmemek de belli bir rahatlık galiba. Dedim ya kendimi iyi kötü, az ya da çok kanıtlamış olduğum bir iş alanım var. Edebiyat daha sonrasında geldi, elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım, ama kendi varoluşumu yalnızca bu alanda ortaya koymam gerekmedi. Belki sözü edilen dolaylı başarı da böyle geldi."
En zoru, öykünün son cümlesini bulmak
Peki, öyküler nasıl oluşuyor yazarının kafasında?
"Yeni bir öykü, genellikle ilk cümlesiyle birlikte şekilleniyor zihnimde. Bazen ilk cümle, tüm öyküyü sürüklüyor, yazmaya oturduğumda ana hatlarıyla tamamlanıyor öykü. Kimi zaman da oluşması çok uzun sürüyor, aylarca bir duyguyla birlikte yaşadıktan sonra oluşabiliyor ancak. Son cümle, ilk cümleye göre daha zor geliyor, ama benim için en zor olan, öyküye isim bulmak. Öykü yazmaktan çok daha zor bu, bulduklarımı yakıştıramıyorum bir türlü, defalarca değiştiriyorum. Bu konuda en büyük desteğim eşim, Hüseyin!"
"Karakalem Resimler"in öykülerinin altındaki tarihlere baktığımızda, yayınlanışları ile epey bir zaman farkı olduğunu görüyoruz. Bunun nedeni "bir türlü" bitememeleri mi!?
"Bu tedirginliğimden kaynaklanıyor, büyük ölçüde. İki ödüle değer bulunmanın yarattığı baskı, belirleyici oldu. Sait Faik Hikâye Armağanı'ndan sonra belli bir çizginin altına düşmeme kaygısı. İçime sinmesi zaman aldı, defalarca okudum, elden geçirdim. Düzeltecek bir şey bulamıyordum – başkaları bulurdu mutlaka, ama ben bulamıyordum artık. Aylarca beklettim dosyayı, yayınevine götüremedim bir türlü. Yayınevinin programı gereği, yayımlanması da belli bir zaman aldı tabii."
Bir Erdal Öz kitabı
Üzerinde çalıştığı, bitirmek üzere olduğu bir Erdal Öz kitabı var... Biraz da bundan söz edecek olursak:
"Hiç aklımda olmayan, Öz ailesinin ve Can Yayınları'nın önerisiyle başlayan bir çalışma oldu bu. Erdal Öz'le ilk öykü dosyamı gönderdikten sonra tanıştım, dosyayla birlikte babamla ilgili kitabımı da göndermiştim. O kitabı sevdiğini söylemişti ilk konuşmamızda, sonrasında da sıkça söz etti. Bu çalışmayı, biraz da bu güçle üstlendim. Hiç bilmediğim 70 yıllık bir hayata uzanmak pek kolay değildi, ama kitaplarını, yazılarını, hakkında yazılanları defalarca okuyarak, hayatı onunla kesişenlerle konuşarak yol almaya çalıştım. Şu sıralar son okumalardayım, yakında teslim edeceğim dosyayı. Gerçi benim son okumalarım bitmek bilmiyor ama..."
Peki ondan başkaları da okuyor mu yazdıklarını yayınlanmadan önce:
"İlk okurum öncelikle eşim. Edebiyat çevresinden olmayan, 'okur' olarak bakışlarına önem verdiğim bir iki arkadaşım, bir de ablam. İçlerinden geçenleri açıkça, herhangi bir süzgeçten geçirmeden söylediklerine inanıyorum. Edebiyat çevresinden de dünya görüşlerini kendime çok yakın bulduğum, yaşıtım olan bir iki arkadaşımın okuduğu oluyor bazen."
Ödüllü kitabın son öykülerinin biçemi sanki önümüzdeki yıllarda Ayşe Sarısayın'dan roman çalışmaları geleceğini muştuluyor? Bu değerlendirme doğru mu acaba?
"Benzer yorumlar yapanlar oldu, Hicran bölümündeki öyküler için. Bu örnekte, Daphne'nin hikâyesini anlatmak için yola çıktım, ancak yazdığım öyküyle, onu yeterince anlatamadığımı hissettim. Onu bir başkasına, sonra da kendisine anlattırmak gibi bir yola girdim. Tüm bunları baştan düşünseydim ya da bu şekilde yönlendirilseydim, kısa bir roman yazmayı da deneyebilirdim belki. Roman ya da öykü, yazılacak türü belirleyen elinizdeki malzeme. Asla öyküden vazgeçmem ya da kesinlikle roman yazmalıyım gibi bir bakışım yok.
Genelde an'lardan, anlık çağrışımlardan yola çıkarak yazdığım için, öykü rahat bir ortam sağlıyor bana. Belki öyküyle devam edişim, iş hayatımla da bağlantılıdır dolaylı olarak. Roman yazabilmek için her şeyi baştan kurgulayıp uzunca bir süre yalnızca o konuya yoğunlaşarak yaşamak gerektiğini düşünüyorum. Koşullarım böyle bir çalışmaya elvermiyor şimdilik, belki biraz da bu yüzden öyküye yöneliyorum. İlerisi için belirlenmiş bir hedefim yok, tek bildiğim yazmayı sevdiğim. Nasıl gelişeceğini, zaman ve koşullar gösterecek. Yol nereye götürürse..."
"Büyük hedeflerim yok"
Yazı hayatı/iş hayatı ilişkisini konuşmaya devam edecek olursak, bir gün çalışmayı bıraktığında, tırnak içinde işi yazarlık olduğunda ne olacak? sorusunun yanıtını hiç düşündü mü Ayşe Sarısayın?
"Yazmaya çok geç başladığımı söylüyorum, ama yazıyla hep iyi bir ilişkim olduğunu da eklemem gerek. Yalnızca yayınlanacak nitelikte bir şeyler yazmayı düşünmedim. Çocukluğumdan bu yana hep günlük tuttum, arkadaşlarımla yazıştım, aynı evin içinde oğlumla, eşimle yazıştığımız zamanlar oldu. Yani yazıyla kendimi hep daha iyi ifade edebildiğime inandım. Yayınlanacak nitelikte bir şeyler yazabileceğimi düşünmemiş olmamda, farklı bir iş alanında yıllarca çok yoğun çalışmamın da etkisi olmuştur mutlaka.
Yeni bir yola girdim, biraz da yol aldım diyelim, ancak böyle devam etmeyebilir de. Yazmak zorundayım, diye bir kaygım yok, yazma isteği duyarak, içimden geldiğinde yazmayı seviyorum. 'Eyvah, bunca zaman geçti, hâlâ bir şey yazamadım, yazmalıyım!' demedim bugüne dek, bundan sonra da böyle bir baskı duymak istemiyorum. İş hayatımı tümüyle sona erdirsem de, böyle bir kaygım olacağını, kendimi ille de bir şeyler yapmaya zorlayacağımı sanmıyorum, ama az da olsa böyle bir risk olabilir belki. Ancak belli bir zaman sonra, çalışmak istemiyorum artık. Nasıl bir hayat isterdim o zaman? Bunu da çok düşünmedim, ama sanırım iki yıldır yaz aylarını geçirdiğimiz Heybeliada'da sürekli yaşamak isterdim. Kedimin yanı sıra, bir de köpeğim olmasını isterdim. Çeviri yapmayı çok seviyorum, her yıl iyi bir kitap çevirmek isterdim örneğin. Sözcüklerle oynamak, sonsuza dek uzayabilen, müthiş bir keyif! Yemek yapmayı da seviyorum, gerektiği için değil de, keyif için yemek yapabilirdim arkadaşlarıma. Büyük hedeflerim yok, kendi halinde, sakin, huzurlu bir hayat..."