"Cumhuriyetin ikinci yüzyılının eşiğinde Türkiye’nin Avrupa vizyonu"
Türkiye Avrupa Birliği'ne aday ülke olmaya devam etse de üyelik sürecinde yakın zamanda bir hareketlenmenin olması mümkün gözükmüyor. Öte yandan Türkiye ve AB arasındaki ilişkilerin canlandırılması ve güncellenmesi ihtiyacı devam ediyor.
Ayhan Zeytinoğlu / İktisadi Kalkınma Vakfı Başkanı
Türkiye Cumhuriyeti bundan 100 yıl önce Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulurken, artık çağdışı kalmış olan Osmanlı İmparatorluğu’ndan, Avrupa’da 17’nci yüzyıldan beri kök salmakta olan ulus devlet modeline geçiliyordu. Bu geçiş aynı zamanda monarşiden cumhuriyete kat edilen yol demekti. Tebaadan eşit vatandaşa, istibdattan özgürlüğe, tek bir hanedanın egemenliğinden halk egemenliğine geçiş cumhuriyet ile mümkün oldu.
"Cumhuriyet fazilettir ve namuslu ınsanlar yetiştirir"
Ulusun küllerinden yeniden doğması için büyük fedakârlıklarla cepheden cepheye koşan, istilacı güçlere karşı Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasını sağlayan Atatürk, hızla değişen ve yeniden yapılanan dünya düzeni içinde ancak cumhuriyet modelinin geçerli olabileceğini düşünüyordu. Atatürk şu sözleri ile cumhuriyet fikrinin esasını ortaya koymuştu: “Cumhuriyet, ahlâkî fazilete dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. Sultanlık, korku ve tehdide dayanan bir idaredir. Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir. Sultanlık, korkuya ve tehdide dayandığı için korkak, alçak, sefil ve rezil insanlar yetiştirir. Aradaki fark bunlardan ibarettir.” Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile Atatürk, Türk ulusuna verdiği değeri ortaya koyuyor ve bu ulusun dünyada hak ettiği yeri alması için “muasır medeniyet seviyesine çıkma” vizyonunu benimsiyordu. Atamız 10'uncu Yıl Söylevi'nde şunları söylüyordu: “Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bundaki başarıyı Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak kararlılıkla yürümesine borçluyuz. Fakat yaptıklarımızı asla yeterli görmeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak zorunda ve kararlılığındayız. Yurdumuzu dünyanın en bayındır ve en uygar memleketlerin seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş rahatlık, araç ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkaracağız.”
Avrupalı devletlerle eşit statüye ulaşmayı hedefledi
Atatürk, Cumhuriyetin ilk yıllarında hayata geçirdiği devrim ve inkılaplar ile Cumhuriyetin başarısının temellerini atıyor ve Türk ulusunun dünyanın saygın ulusları arasında yer almasını sağlamayı hedefliyordu. Osmanlı Devleti 1856 Paris Konferansı’nda bir Avrupa devleti olarak kabul edilmiş olsa da imparatorluğun giderek dış yardımlara muhtaç hale gelmesi, dağılma sürecinin hızlanması, yabancı güçlere verilen kapitülasyonların devamı ve Düyun-u Umumiye’nin kurulması ve sonunda Sevr Antlaşmasını imzalamak durumunda kalması aslında Avrupalı güçlerle eşit statüde değerlendirilmediğini ortaya koyuyordu. Akademisyen Pınar Bilgin bir makalesinde Atatürk ve arkadaşlarının Avrupalı güçlerden gelebilecek bir müdahaleyi engellemeyi ve Avrupalı devletlerle eşit statüye ulaşmayı hedeflediğini, bu şekilde egemen bir devlet olarak sosyoekonomik gelişmeyi öncelediğini yazmıştı. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa düzeninde diğerleri ile eşit statüde yer alması, herhangi bir açık veya örtülü müdahaleye zemin hazırlayabilecek durumlardan kaçınması ve güçlü bir şekilde ayakları üzerinde durabilmesi bu devrimlerin ve reformların başarısına bağlıydı. Kıyafetten, şapkaya, ölçü birimlerinden eğitim ve adalet sistemine kadar birçok alanda yenilenmeyi ve Avrupalılaşmayı getiren Atatürk devrimleri esasen dogma yerine hür düşünceyi, batıl inançlar yerine bilimi ve çağdaş sanat ve edebiyatı koyuyordu. Toplumsal uyanışa sanayi ve tarım hamlesi de ekleniyor ve geri kalmışlıktan kurtularak kaybedilen zamanı geri kazanmaya yönelik kalkınma süreci hızla hayata geçiriliyordu. Türkiye Cumhuriyeti Yirminci Yüzyılın önemli güçlerinden biri olurken, yeni devletleşme sürecindeki halklara da ilham veriyor ve çok değerli bir model oluşturuyordu.
İkinci yüzyıla girerken Avrupa düşüncesi
Avrupa Ekonomik Topluluğu ile Türkiye arasında bir Ortaklık oluşturan Ankara Anlaşması’nın 12 Eylül 1963’te gerçekleşen imza töreninde konuşan dönemin AET Komisyon Başkanı Alman Walter Hallstein, büyük Atatürk’e ve Cumhuriyet değerlerine atıfta bulunurken, ülkenin Avrupa vizyonu açısından Cumhuriyetin önemi bir daha ortaya koyuluyordu: “Türkiye, Avrupa’nın bir parçasıdır ve burada Atatürk’ün muhteşem kişiliği ve Türkiye’de yaşamın her yönünü Avrupa çizgisinde yeniden şekillendirmesi aklımıza gelir. Avrupa kültürü ve siyasetinin oluşturduğu etkinin tarihte eşi olmayan bir şekilde gerçekleştiği bir olaydır. Hatta Avrupa’daki gelişmelerin en moderni olan Avrupa birleşmesi ile belirli bir akrabalık algıladığımı dahi söyleyebilirim. Bu aydınlanmış, akılcı ve gerçekçi tutum, modern bilginin yöntemsel bir şekilde uygulanması, öğretim ve eğitime verilen önem, heryerde tanıkılık ettiğimiz ilerici ve güçlü dinamizm ve araçların seçimindeki cüretli pragmatizm ile karşılaştığımızda eş bir ruhun işleyişini hissetmiyor muyuz? O zaman Avrupa -Avrupa’nın kendi karakterinin serbestçe ifadesini temsil eden parçası- ve Türkiye’nin askeri, siyasi ve ekonomik alanlardaki eylem ve tepkilerinde bir olarak kendilerini göstermelerinden daha doğal ne olabilir? Türkiye, Avrupa’nın parçasıdır: bugün bu Türkiye’nin Avrupa Topluluğu ile anayasal bir ilişki oluşturması anlamına gelmektedir. ”
“Helsinki Zirvesi’nde Türkiye aday ülke olarak ilan edilmişti” Ankara Anlaşması ile temelleri atılan ortaklık ilişkisi 1995 yılı sonunda gerçekleşen Gümrük Birliği ile ekonomik entegrasyon yönünde önemli gelişmelere sahne olmuştu. Avrupa bütünleşmesi sadece ticaret ve ekonomik konularla ilgili değildi. Bunların yanı sıra ortak değerler, demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü temelinde bir kader birliğini de içeriyordu. Türkiye sadece ortaklıkla yetinmeyerek üyelik yönünde ilerlemeyi hedeflemiş ve bu doğrultuda 1999 Helsinki Zirvesi’nde aday ülke olarak ilan edilmişti. AB adaylığı, üyelik için koşulları belirleyen Kopenhag Kriterleri'ni karşılamaya yönelik kapsamlı bir reform sürecini de tetiklemişti. Türkiye Cumhuriyeti’nin güçlü bir demokrasiyi tesis etme sürecine girdiği bu dönemde yapılan reformlar ülkeyi AB üyeliğine yakınlaştırırken, 2004 yılında Üye Devletler oybirliği ile Türkiye ile katılım müzakerelerinin başlatılmasına karar verdi. Cumhuriyetin yüzüncü yılına yaklaşırken Avrupa ile bütünleşmiş bir Türkiye hayalinin de gerçekleşmeye yaklaştığını görebiliyorduk. Ancak 2005 yılında başlayan AB katılım müzakereleri başta Kıbrıs sorunu ile ilişkili olarak, çeşitli kesinti ve vetolara maruz kaldı. Son olarak 2018 yılında Konseyin aldığı karar ile yeni fasılların açılmayacağı duyuruldu. Türkiye-AB ilişkilerinde yaşanan gerilimler, Türkiye’nin üyeliğine kültürel gerekçelerle ve Türkiye’nin boyutları, coğrafi konumu ve yapısı sebebiyle AB’ye entegre olmayacağı gibi savlarla karşı çıkanların süreçte daha etkili olmasıyla Türkiye’nin üyeliği meselesi AB’nin gündeminden düştü. Bu süreçte AB ideallerinden uzaklaşmamamız da bu sonuçta etkili oldu. Türkiye aday ülke olmaya devam etse de üyelik sürecinde yakın zamanda bir hareketlenmenin olması mümkün gözükmüyor. Öte yandan Türkiye ve AB arasındaki ilişkilerin canlandırılması ve güncellenmesi ihtiyacı devam ediyor.
Hedef yine muasır medeniyet seviyesi olmaya devam ediyor
Son olarak İsrail ve Hamas arasındaki savaşta tek taraflı bir biçimde İsrail’e destek veren Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, çeşitli AB Delegasyonlarında çalışan 850 kişinin yazdığı bir mektupla eleştirildi. Farklı görüşlerin örgütlenmesi ve seslerini duyurmasına izin verilen bir ortam demokrasinin de en temel gereklerinden birini oluşturuyor.
Cumhuriyetimiz ikinci yüzyılına girerken, hedef yine muasır medeniyet seviyesi olmaya devam ediyor. Bu seviye günümüzde demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, çevreye saygılı sürdürülebilirlik gibi kavramlarla özdeş hale gelmiş durumda. Cumhuriyetin temel değerleri olan eşit vatandaşlık, laiklik, halk egemenliği ve kamu yararı kavramlarının bugün her zamankinden de çok gerekli ve anlamlı olduğunu görüyoruz.