Edebiyattaki iyimserliği, yayıncılıkta bulamıyor
Eleştirmen ve yayıncı Semih Gümüş ile sektörün bugünkü sorunlarını konuştuk
Yazar, eleştirmen, yayıncı Semih Gümüş ile birlikteyiz bu hafta. 1981'de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirdi. İlk yazısı "Yazko Edebiyat" dergisinde yayımlandı. "Yarın" ve "Adam Öykü" dergilerinin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Bir dönem Radikal gazetesinde spor yazıları yazan Semih Gümüş, halen Notos Kitap Yayınevi'nin ve Öykü Dergisi'nin genel yayın yönetmenliklerini, Günışığı Kitaplığı Köprü Kitaplar dizisinin editörlüğünü sürdürüyor. Çeşitli eleştiri akım ve yöntemlerinden yararlanarak kendine özgü, çözümleyici bir eleştiri anlayışı geliştiren Gümüş'le sohbetimize, önce eğitiminden başlayalım. Çünkü, bugünkü uğraşlarıyla pek ilgisi yok:
"Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye Bölümü'nü bitirdim, fakat o gün bugün - aradan neredeyse 30 yılı aşkın bir zaman geçti - ne diplomamı almaya gittim, ne de iktisat ve maliye alanlarında bir gün olsun çalıştım. Maliye Bakanlığı'ndan burs almıştım, mecburi hizmet yapmam gerekiyordu o 4 yıllık bursun karşılığında, onu da geri ödeyerek bu yükümlülükten de kurtuldum. Çünkü, tam o yıllarda önce politik yayınlardan başlayarak dergi ve kitap yayınlama tutkusuna kapılmıştım. Ve o gün bugündür - 30 yıldan uzun bir zamandan beri - hep yayıncılık yapıyorum. Daha sonra buna, etkin olarak yazma uğraşı da eklendi. Diyebilirim ki bundan sonra da elim tutmayana kadar yapacağım tek iş, kitap ve dergi yayınlamak olacak. Kendimi geçenlerde bir başka söyleşide şöyle ifade ettim, - bilmiyorum bu fazla mı olur benim için - en azından kendimi öyle görüyorum:
Ben, bir kitap ve dergi yayınlama manyağıyım. Yani bunlar olmazsa yaşayamam gibi geliyor."
Fethi Naci'den sonra eleştiri öksüz kaldı, deniliyor. Bu meslekle ciddi bir biçimde uğraşan çok az kişi var ve bence siz, ülkemizde ilk sıradaki isimlerdensiniz. Neden yeterince eleştiri yazılmıyor? Bir tembellik mi var?
"Belki kendimi anlatarak başlayabilirim bundan söz etmeye. Ben, eleştiri ya da deneme dışında tek bir sözcük bile yazmadım. Ne bir satır şiir, ne öykü, ne de roman yazmayı denedim. Daha baştan eleştiri yazmaya karar vermiştim. Neden? Kendi mizacıma, huyuma, düşünme biçimime en yakın tür olarak eleştiriyi gördüğüm için... Fakat eleştiri yazmak, aslında çok uzun bir hazırlık dönemi gerektiriyor. Öteki bütün türlerden daha fazla bir hazırlık süresi..."
Yazmaya geç başladı
Tabii büyük bir birikim de...
"Zaten o yüzden de Faruk, baştan uzun süre böyle bir hazırlık sürecine kendimi koşulladım ve onu, okuyarak yaşadım. O yüzden de geç yazmaya başladığımı, ama eleştirinin de başka türlü olamayacağını düşünüyorum."
İnsan, örneğin 18 yaşında eleştirmen olamaz yeterli birikimi bulunmadığından...
"Olamaz. Kesinlikle olamayacağını düşünüyorum ben de. Özellikle günümüzde hiç olmaz. Belki bundan 150 yıl önce mümkündü. Örneğin Dobroliyubov var Rus edebiyatının o günlerdeki en önemli eleştirmeni. Çok genç yaşta, çok parlak bir eleştirmen oluyor. Ama bugün, böyle olması olanaksız. Çünkü öylesine muazzam bir düşünce ve kitap dünyasının içinde yaşıyoruz ki onun içinde çok genç yaşta eleştiriye başlamak, o birikimi erken yaşta edinmek olanaksız.
Dolayısıyla eleştiriye başladıktan sonra yaptığım ilk iş, hem bizim edebiyatımızda benden önce gelen usta isimleri, hem de dünya edebiyatında ulaşabildiğim yazarları ve kitapları okumaktı. Tabii bizden de usta bildiğim yazarlar oldu Nurullah Ataç'tan Fethi Naci'ye... Arada Ahmet Oktay, Memet Fuat, Füsun Akatlı, Tahsin Yücel, Berna Moran, Akşit Göktürk gibi bir dizi yazarı yalnızca bir kere değil, birkaç kere okuyarak eleştirinin nasıl bir iş olduğunu öğrenmeye çalıştım. Ama kafamda hep şu vardı, kendimi şuna koşulladım:
Değil mi ki ben daha sonra yazmaya başlayan bir eleştiri yazarı olacaktım, o zaman onlardan farklı bir biçimde yazmalıydım. Dolayısıyla hem onları, hem de dünya edebiyatından çok önemli bazı eleştiri yazarlarını okuduktan sonra, onlardan çıkıp kendime özgü bir eleştiri anlayışı oluşturmam gerekir diye düşündüm. Hatta o zamanlar buna bir isim, ‘çözümleyici eleştiri' adını koyarak kendime göre bir çözümleyici eleştiri düşüncesini adım adım örmeye karar vermiştim...
Şimdi bugüne, senin soruna gelip baktığımız zaman kendini böyle bir sürece ve uzun yıllara koşullamak, böyle bir hazırlık sürecinden geçmeye gönül indirmek herkesin yapmadığı bir iş. Özellikle genç yazarlar, eleştiri aynı zamanda karşılıksız bir iş olduğu için yazmaya pek yanaşmıyorlar, ona pek gönül indirmiyorlar. Onun yerine edebiyat dünyasında kendilerini çok daha kolay gösterebilecekleri roman, öykü, şiir gibi türler çok daha çekici geliyor onlara.
Üniversitelere görev düşüyor
Bunların dışında günümüzde bizim edebiyatımızda eleştirinin gerçekten yetersiz, çok kısıtlı bir tür olduğunu yadsımak olanaksız. Birçok nedeni var. Bu nedenler üzerinde duruyoruz zaman zaman ve zaman içinde pek değişmediler. Bence en önemli nedenlerden biri, üniversitelerin eleştiri için elverişli olanaklar sağlayamaması, buna uygun bir yuva haline gelememesi. Oysa batı'da eleştiri, çok zaman ve emek gerektiren bir iş olduğu için asıl olarak üniversiteler içinde gelişiyor. Üniversitelerde yazarların başka herhangi bir işle uğraşmadan yalnızca eleştiriye yönelmeleri, bütün zamanlarını ona ayırmaları için çok uygun koşullar var."
Ülkemizde eleştiri müessesesi daha kötüye mi gidecek?
"Sanıyorum. Şöyle: Daha iyiye gittiğini söylememiz zaten çok zor. Bu dediğim, mutlak bir şey de değil, iyiye giden tarafı da var, ama bir gerçek söz konusu ki eleştiri yazarlarının sayısı, son 10-20 yılda azaldı. Bu, sıra dışı bir durum, hiçbir edebiyatta böyle bir duruma rastlanmaz."
Ama, diğer alanlarda eser verenlerin, öykü-roman-şiir yazanların sayısı arttı!
"Çok arttı. Fakat, benim olumlu gördüğüm bir yanı şu eleştirinin: Günümüzde sayıları az da olsa eleştirmenlerin, düşünsel-yazınsal düzeyleri, geçmişte yazanlardan daha üst düzeyde. Neden? Çünkü artık eleştiri anlayışında çok büyük bir değişim yaşıyor, büyük farklılık oluşmuş durumda. Edebiyatımızda bugüne kadar usta bildiğimiz eleştiri yazarlarının yazdıklarından çok daha başka bir eleştiri anlayışı var artık. Batı'da bunun örneklerini çokça, bizde daha az görüyoruz. Ama sayıları az da olsa bizde var olan eleştiri yazarlarının – Orhan Koçak, Nurdan Gürbilek gibi. Başkaları da eklenebilir – yazdıkları, batı'daki eleştiriye daha yakın."
Biz, eleştiriyi genelde yanlış anlıyor, bir yapıtı değerlendirirken onu, yalnızca iyi/kötü, beğendim/beğenmedim sözcükleriyle sınırlıyoruz...
"Eleştiri, bir edebiyat yapıtının sınırları içinde kalıp onun doğrularını, yanlışlarını, iyi-kötü yanlarını biribirinden ayırt etmek değildir. Onlardan yola çıktıktan sonra bağımsızlaştırıp bambaşka bir yapıt ortaya koymaktır aslında eleştiri. Bizden önceki yazarların eleştiriyi böyle gördüklerini düşünmüyorum. Onların yazdıkları gibi eleştirilerin bugün yazılabileceğini de düşünmüyorum...
Eleştiri asıl olarak düşünsel-yazınsal bir uğraş olduğu için, düşüncenin öteki edebiyat türlerine göre çok daha hızlı değişmesi gerektiğini söyleyebiliriz pekâlâ. Batılı bu değişimi yaşıyor, biz tabii ki geriden izliyoruz, ama en azından izlemek zorundayız. Kendimize orada yazılan kitapları birer ölçüt olarak almalı, çıtamızı onlara göre belirlemeliyiz. Ve orada nasıl, neler yazılıyorsa benzerlerini en azından burada yazmaya gayret etmeliyiz. Ben, kendi payıma bunu yapmaya çalışıyorum."
Karamsar tablo
Siz, yayıncılık sektörü üzerine düşüncelerinizi, değerlendirmelerinizi de kaleme alıyor, benim çok yararlandığım yazılar yazıyorsunuz. Biraz sektörü konuşsak. Karamsar bir tablo mu çıkacak ortaya?
"1980'lerden bugüne alınan yola baktığımız zaman, çok büyük bir ilerleme kaydettiğimizi elbette söyleyebiliriz. 1980'lerin başında 100 kadar yayınevi varmış, buna karşılık Türkiye'nin her yerinde 10 bin kitapçı. Bugün etkin olarak çalışan 2 bin kadar yayınevi var, Tüyap Kitap Fuarı'na 550'si katılıyor. Buna karşılık ülkedeki kitapçı sayısı 6 bine düşmüş. Bu, çok ilginç bir veri, ama ben daha çok işin nitelik tarafına bakıyorum. Özellikle son zamanlarda yayıncılık sektörü için çok kötümser bir bakışaçısına sahip olmaya başladım aslında pek çok konuda iyimser olmama rağmen. Sözgelimi bizim edebiyatımızın bugünü ve yakın geleceği ile ilgili çok iyimser düşünceler taşımama, genç kuşakların edebiyatımızı bugünkünden çok daha iyi bir yere getirecekleri konusunda çok iyi düşüncelere sahip olmama rağmen, yayıncılık konusunda iyimser olamıyorum."
Düşüş var değil mi?
"Büyük bir irtifa kaybetti bence yayıncılığımız. Birincisi, kendisini nitelik olarak çok fazla geliştiremedi. Bizim işimiz kitap yayınlamak. Ortaya koyduğumuz ürün, aynı zamanda estetik bir nesne. Ona böyle baktığımız zaman, çok güzel, evinizin başköşesine koyacağınız biblo gibi bir nesne kitap. Eğer biz yayıncılık yapıyorsak, güzel kitaplar yayınlamamız gerekir. İçi de dışı da... Şimdi önümde sizin kitabınız var Faruk ‘Beklemek ve Ummak,' Oğlak Yayınları basmış. Kitabı yayınlayacaksak, böyle yayınlamamız gerekir. Olmayacaksa ben neden yayıncılık yapayım?! Bütün derdim, Notos Kitap'ta kitabı çok güzel yayınlamak. Bunun için ne gerekiyorsa, eğer daha çok harcama yapmak gerekiyorsa onu da yapmak lazım… Maliyeti yükselirse bir kitabın, fiyatını da yüksek tutar, bunu, onunla karşılamaya çalışırım. Sonunda yayınladığımız kitapların satışları o kadar düşük ki... Bazı kitaplar basıyoruz, ki şiir kitapları hep böyle, 200-300-400 tane… Ben, Notos Kitap'ta edebiyat kitaplarını bin kadar basıyorum. Bir yıl boyunca ortalama satışları o kadar olmuyor zaten. O zaman bu kadar az satılan bir ürünün fiyatını daha yüksek koymakta hiçbir sakınca yoktur.
Söylediğim gibi kapakları, iç tasarımlarından en ince noktalarına kadar kusursuz olarak tasarlamak ve ona uygun yayınlamaktan yanayım, ama böyle davranan yayınevi sayısı, 2 bin yayınevi var diyorsak, 2 elin parmakları kadar. Bu, iyi değil."
Hele yurtdışındaki fuarlarda çok iyi örneklerle karşılaştıkça...
"Oralarda kitap fuarlarına gidip buraya döndüğümüz zaman, ben kendi payıma şunu söylüyorum: Demek ki bizde yayıncılık, henüz yok. Eğer orada yapılan yayıncılıksa bizdeki daha emekleme aşamasında."
Bizde bir de korsan kitap sorunu var...
"Korsan kitaplar, sektörün yüzde 50'sini çalmış durumda. Korsan kitap yayıncılığı ile baş etmek için çıkarılan bandrol yasası, onları hiçbir biçimde etkilemediği, çalınan bandrollarla yasal hale getirdiği gibi kültür yayıncılarını tamamen bürokratik bir cenderenin içine soktu. Ben, ilk günden beri bandrole karşı olduğumu söylüyorum. İkincisi bandrol sonunda devlet tarafından verilen bir şey, dolayısıyla bir gün verilmediği durumlar da olabilir. Keyfi kullanıma o kadar uygun bir araç ki… Üstelik dünyanın hiçbir ülkesinde benzeri yok. Dolayısıyla bu ve benzer sorunları çözme konusunda örgütlü bir tavır alan sektör durumunda olamıyor yayıncılık..."
Aslında sektör de denemez herhalde... Sektörleşme yolunda daha doğru bir değerlendirme sanırım.
"Tabii bir sektör olduğu söylenemez aslında. Biz, onu bir sektör olarak görmek istiyoruz. Bütün sorunları bir sektör olarak çözmesini istiyoruz..."
Küçük yayıncılar ilgili
İsteniyor, ama bu konuda senin gibi kafa yoran, yazan, çaba sarf eden yayıncı sayısı da pek fazla değil...
"Ben bundan zaten çok şikâyetçiyim. Düzenli olarak yayıncılığın sorunlarıyla ilgili yazılar yazıyorum ve kendime göre de bazı görüşler ortaya atıyor, savunuyorum. Genellikle küçük yayıncılardan çok olumlu tepkiler alıyorum. Bunlar, beni yazmaya daha çok teşvik ediyor, ama büyük yayınevlerinden ve yayıncılar meslek birliğinden tepki alamıyorum, hatta tam tersine olumsuz tepki aldığım da oluyor. Bunlar, beni müthiş yaralıyor."
Kitap satışları sürekli düşüyor değil mi?
"Aslına bakarsanız 2006 yılından beri satışlarda düşüş var. Ben, iki haftada bir büyük sayılabilecek kitap dağıtıcılarına gidiyorum ve o dağıtıcılar yaklaşık 300 yayınevinin kitabını dağıtıyorlar. Dolayısıyla çok esaslı, işe yarar veriler var ellerinde. Her seferinde de şimdiye kadar hiç bu kadar kötü olmamıştı diyorlar. Bu ne demek? Artık bundan kötü olamaz… Bir sonraki ay gittiğimde tekrar hiç bu kadar kötü olmamıştı, diyorlar yani geçen aydan daha aşağıda..."
Kriz durumlarında hep dibe vurmaktan söz edilir. Yayıncılık da dibe vurdu mu sizce?
"Ben, şu anda dibe vurduğunu düşünüyorum. Nasıl öteki sektörlerin önde gelenleri, dipten çıkış ‘v' biçiminde değil, ‘u' biçiminde olacaktır diyorlar, bu elbette yayıncılıkta da böyle gelişecek. Bir süre şimdi bulunduğumuz yerde kalacağız, burada ayakta kalabilenler duracak, kalamayanlar - bence borçlu yayınevleri çok zor durumdalar - elenecekler. Ondan sonra da bir çıkış olacak."
Olumlu bakıyorsunuz yani.
"Evet. Ama dediğim gibi uzun zaman alabilir. 2010 yılının 2009 yılından hiç farklı geçmeyeceğinden eminim, ama 1-2 yıl sonra yavaş yavaş toparlanmaya başlayacaktır. Tabii toparlanmaktan kastettiğim, 2005 yılındaki koşullara geri dönebilmektir, daha ötesi değil. Sonunda yaptığımız işin tuhaflığı şurada: Biz, çok az satılan bir ürünü üretiyoruz. Dolayısıyla bu ürünü üretmeye kendini adamış olan yayıncılar, ülkemizde yaşadığımız bu krizin dışında da sürekli bir kriz içindeler. Bunun tek çözümü, kitap satışlarının artmasıdır."
O nasıl sağlanacak?
"Yayıncılığın sektör olamamasının aslında birinci nedeni, kitap satışları az olduğu için yayınevlerinin ekonomik olarak çok zayıf kalması. Para kazanamazsanız kendinizi nasıl geliştireceksiniz?! Kitap satışları nasıl artacak diyorsunuz, bunun nasıl olacağını bilen kimse yok. Şunu söylüyoruz: Bu, o kadar temel bir sorundur ki, ancak temelde çözülürse çözülebilir. Nerede, aile içinde, okulda çözülürse ve kitap okuma toplumsal bir alışkanlık haline gelirse çözülür. Bu konuda da iyimser olabiliriz, ama yaşanacak olan değişim, kaç 10 yıl gerektirir, onu bilmiyoruz. Toplumların düşünme biçimlerinin değişmesi için aşağı yukarı 300 yıl gerekirmiş. Biz, Osmanlı toplumunun düşünme biçiminde yaşadığımızı söyleyebiliriz buna bakarak. Dolayısıyla kitap okuma alışkanlığının gelişmesi için 300 yıl gerekmese de çok 10 yılların gerektiği muhakkak. Yani yakın gelecekte çok fazla bir şey değişmez. Sadece biz, ekonomik sorunlarımızı kendimize göre biraz çözmüş oluruz, yayıncılar olarak kendimizi biraz daha güvende hissederiz, o kadar."
"Eleştiri, en pahalı tür"
Eleştiri büyük emekler, büyük birikimler gerektiriyor değil mi?
"Eleştiri, bu nedenle en pahalı tür. Neden mi? Bir romancının romanını yazarken de çok çalışması, çok zaman ayırması, belki gerektirdiği için araştırmalar yapması gerekir, ama bir eleştiri yazarı daha sonra o roman için kapsamlı bir eleştiri yazmaya başladığında, o romancının kendi romanını yazmak için ayırdığı zamandan çok daha fazlasını ayırmak zorundadır. Çünkü, yalnızca o romanı okumakla yetinemez, onu 1 kere okumakla yetinemez, 2. kere okuması gerekir. Ayrıca o romanın dışında yazacağı o kapsamlı eleştiriyi donatabilmek için başka kaynaklara başvurması, başka kitapları okuması da... O yazarın daha önce yazdıklarına bakması da... Dolayısıyla harcadığınız zaman ve emeğe bakınca, en pahalı türdür eleştiri..."
Pahalı, ama ekonomik karşılığı yok Türkiye'de...
"Tabii. Bu işin ekonomisi şöyle: Diyelim ki bir eleştiri kitabı 1 yılda yazılabildi, oldukça az satılan kitaplar olduğu için, ondan alacağınız telif ücreti ile bugün İstanbul'da 1 aylık harcamanızı karşılamanız olanaksızdır. Bir eleştiri kitabından kazandığınız parayla 1 hafta - 10 gün yaşabilirsiniz İstanbul'da. Yani bu işin ekonomisi böyle. Bir önemli konu da Türkiye'de yazarların telifleri ve çevirmenlerin çeviri ücretlerinden yüzde 17 gibi çok yüksek stopajlar kesiliyor, ki başka ülkelerde çok daha düşük oranlarda ödenmekte bunlar. Pek gündeme getirmediğimiz, üstünde durmadığımız böyle bir tarafı da var bu işin."
"Yayıncılık KOBİ statüsüne alınmalı"
Yayıncılar çok ciddi dağıtım ve satış sorunları da yaşıyorlar...
"Onu estetik bir nesne olarak yayınlamaktaki düşünce eksikliği, dağıtımı ve satışı ile ilgili olanaksızlıklar, yayıncılık dünyasının kendi içinde birtakım ilkeleri henüz oturtamamış olması, yayıncılığın kendisini bir sektör olarak ortaya çıkaramamasına neden oluyor. Yayıncılık bugün, reel sektörün çok çok küçük bir parçası elbette, ama aynı zamanda düşünceye, yaratıcı düşünceye dayalı bir sektör olduğu için belki bu sektörün en önemli parçalarından biri olması gerekir. Umarım devlet de yayıncılık sektörünü reel sektörün bir parçası olarak kabul eder, dolayısıyla öteki sektörlere nasıl birtakım desteklerde bulunuyorsa, onlardan yayınevlerinin de yararlanmasını sağlayacak yasal düzenlemeler yapar. Söz gelimi yayınevleri KOBİ statüsüne alınır. Kobi'lerin sahip olduğu olanaklardan ve destekleme biçimlerinden yararlanırlar. Bunlar, ekonomik sorunların bir bölümünün çözülmesini sağlayabilir.
Ben sürekli olarak dile getiriyorum - özellikle bu kriz ortamına girdiğimiz günden beri - yayınevleri üzerinde çok büyük bir vergi yükü olduğunu, bu yükün kriz döneminde geçici, daha sonra kalıcı olarak azaltılmasını, bunun için de yayıncılar meslek birliğinin çok ciddi girişimlerde bulunması gerektiğini söylüyorum. Sonunda kültür endüstrisinin bir parçası olarak kabul ediyorsanız yayıncılık sektörünü, orada vergiler konusunda ciddi bir düzenleme getirip bu yükü hafifletmek zorundasınız. Bu, Kültür Bakanlığı'na düşen ilk önemli görevlerden."